Yönetmenliğini Gina Prince-Bythewood’ın yaptığı “Kadın Kral” (The Woman King, 2022) filmi, Batı Afrika’da 17. yüzyılın sonlarından, 19. yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdüren Dahomey Krallığı içinde ‘Agojie’ adıyla bilinen, tamamı kadın savaşçılardan oluşan ordunun gerçek hikayesinden yola çıkarak çekilmiş. Film, Agojie’lerin lideri Nanisca’nın ‘Kadın Kral’ olma sürecinde, Afrika’daki diğer krallıklarla ve Avrupalı insan kaçakçılarıyla ile yürüttükleri savaşı anlatıyor.
Kadın odaklı bu filmi bir kadın yönetmenin yapması elbette dikkate değer. Bu açıdan bakıldığında filmin tartışma temaları daha farklı oluyor, en azından tartışma çehremiz genişliyor. Filme dair pek çok şey söylenebilir, ama ben iki temel bağlama dikkat çekerek derdimi anlatmak istiyorum.
Filmin İki Yakası: Belirsiz bir kadınlık ontolojisi ve sömürgecilik!
Filmin ilk yarısı sakin giden hikâyeyi anlamakla, diğer yarısı ise anlatılan hikâyeyi derinleştirip, olgunlaştıracak bir sıçrayışı beklemekle geçiyor. Hikayedeki bekleyiş, bir umut ışığına, kendi sıradanlığını kıracak bir dönüşe, en azından filmin yaratmak istediği feminist bakışına dair bir şeyler söyleme beklentisini büyüttüğü esnada film son buluyor. Agojie’lerin lideri Nanisca, krallığının en büyük düşmanı olan başka bir Afrika kralını yenerek zafer kazanmasının şerefine, kendi kralı tarafından onurlandırılarak “kadın kral” ilan ediliyor.
Yapımın ilk etapta bıraktığı duygu ‘adının verdiği büyük derinliğin anlamı altında ezilmiş bir filmle karşılaşmanın üzüntüsü’ olsa da, hem izleyici, hem okuyucu, hem de kendim için şu notu önceden belirteyim: Film elbette bir 18-19. yy. anlatısı. O dönemin somut gerçekliği açısından bakılınca, dünyanın herhangi biri yerine göre çok ilerici bir hikâye de yaşanıyor. O dönemin anlatısı üzerinden, bugünün kadın kazanımları ve tartışmalarını filmde bulma beklentisi doğru bir yaklaşım olmaz. Dönemin bilinç düzeyi bugünden bakınca bile bir kıvılcım, umut ve inat içeriyor.
Bunlara dikkat ederek izlenmesi, filme dair ön yargıları kırmada yardımcı olacaktır. Tam da bu tarihsel zaman ve mekân perspektifi içinde eleştirilmeyi de hak edecek yerde duruyor film. Ki benim de derdim bu kısım ile…
Bir kadın ordusu var, fakat “ordunun” varlık nedeni kısmen belirsiz. İkinci bir durum, belki de ayrım demek doğru olur; Agojie’lerin ırkçılık, sömürgecilik ve köleleştirilen halkının karşısında Avrupalılar ile girdikleri mücadele. Bu iki ayrım filmin bilinç altında yatan iki temel ve kayda değer süreçler.
Kadınlardan oluşan savaşçıların, direniş gruplarının olduğu hikayeler ilk değil elbette. Amazonlar, tarihte neredeyse ilk örneklerinden. Hatta Agojie’ler için “Afrika’nın Amazonları” tanımı kullanıyor. Kadınların özgün örgütlenmeler ve özgün direniş mevzileri kurdukları silahlı/silahsız kadın alanları, önceki dönemlerde olduğu gibi bugün de varlığını sürdürüyor. Bu, Avrupalı ve ABD’li izleyicilerden farklı olarak bizim şaşırdığımız bir durum değil.
Filmin hikâye haritası: Klişeler neyi kurtarır?
Önce somut bazı koşulları görmek adına, Dahomey krallığı içinde komutan Nanisca’nın öncülüğündeki Agojie adı verilen yüzlerce kadın savaşçının oluşturduğu kadın ordusuna yakından bakalım. Kadınlar, krallık içinde özerk bir alanda, her türlü baskıya, zorluğa, şiddete ve işkenceye karşı savaş eğitimleri almaktadırlar.
Bu sırada toplum tarafından makul görünmeyen, evlenmek istemeyen kadınlar, babaları tarafından krala “armağan” edilirken, daha da isyankâr ruhlu olanlar, erkekler tarafından toplumdan dışlanmaktadır. Kralın kapısına “atılan” kadınlar, kralın tercihine göre ya eş olacak ya da Agojie’lere katılarak savaşçı olacaktır.
Üstelik kadınların dışlanma süreçleri bununla da sınırlı değildir. Erkek ve kadın savaşçıların krallık içindeki yaşamları da eşitsizdir. Örneğin erkek savaşçılar evlenip, çocuk sahibi olabilirken, kadınların evlenmeleri yasaklanmış, dahası “bakire” olmaları şart koşulmuştur. Eşit savaşma becerisine ve cesarete sahip kadın ve erkek savaşçılar arasındaki bu ayrım, kadınların “kadın” olmaktan çıkarılarak cinsiyetsizleştirmeye mahkûm edilmesidir. Kadınlar, kadın kimliğinin reddi üzerinden onaylanmaktadırlar.
İkinci bir nokta da, Agojie’lerin krallığın surları dışındaki toplumsal hayatta yaşanan eşitsizliğe dair hiç bir şey söylememiş olması. Kadınların çocuk yaşta evlendirilmesi, tecavüz, şiddet konuları hakkında, kadınlara yönelik bir çözüm çabası ya da fikrin olmaması, filmi yaratmak istediği atmosferden oldukça uzakta tutuyor.
Agojie’lerin savaş öncesi ve sonrasındaki geçit törenlerinde, halkın kadın savaşçıların yüzlerine dahi bakması yasaklanmıştır. Yasağın nedeni ise tüm Agojie kadınlarının kralın eşi olmasından kaynaklanmaktadır. Hal böyle olunca, halkın Agojie’lerle kurduğu ilişki, hayranlığın ötesinde korku nedeni haline gelmektedir.
Kadınların savaşmak dışında toplumsal hayatının her alanından soyutlanmış hali, erkek egemenliğine karşı bir öz-güç yaratma sürecinin eksik bir yanı olmakla beraber, krallığın ve onun başındaki kralın savunulması-korunması-güçlendirilmesi bağlamının ötesine geçmediğini göstermektedir. Kadın özgürlük mücadelesinin mutlak güce, iktidara sahip olmak ile eş tutulduğu; “güçlü” olmanın erkekleşen bir zihne, eyleme ve var olma sürecine tekabül etmekle özdeşleştirildiği yanılsamalı fikir, ancak erkek egemen aklın sürdürülme çabası olabilir.
Dahomey krallığına yapılan darbe sırasında, komutan Nanisca’nın darbeye karşı kralı savunması ve kralın tahtta kalmasını sağlaması, kralın Nanisca’ya büyük bir hayranlık duymasına sebep olmakla birlikte, kendi varlığının sürdürülebilir olmasının teminatıdır. Kralın Nanisca’nın sözlerine, taleplerine ve eylemlerine itibar etmesi, desteklemesi, krallığın içindeki erkekleri rahatsız etmesi kadar, kralın eşleri ve Nanisca arasında da bir iktidar savaşına neden olmaktadır.
Filmin güç ve iktidar savaşlarını erkekler yerine kadınları karşı karşıya getirerek anlatması, “kadın kadının düşmanıdır” klişesinin tekrarına dönüşmektedir. Bu sıradan görünen karşı karşıya geliş halleri, kadınların iç hesaplaşmalar ve iktidar savaşlarında düzenin kurucuları olmayacağı fikrinin kendisidir. ‘Düzenin ve sistemin devamlılığı, erkeklerin hakimiyetleri ile mümkündür’ fikrinin yeniden üretilmesidir. Yaşadığımız savaşlar ve yıkımlar erkeklerin düzen ve sistemlerinin eseri değilmiş gibi, kadınları karşı karşıya getirme, kadınların yönetim becerilerini hiçleştirmektir. Bunu en son Game of Thrones dizinin son bölümünde Daenerys Targaryen’e yapılan büyük haksızlıkta görmüştük.
Kadın Kral filmi de, birçok film gibi, genel ilerleyişini ve kurgusunu klişeler üzerinden kurmuş. Klişelerin merkezinde ise Nawî adlı karakter ve hikayesi yer alıyor.
Çok geçmeden Nawi ile komutan Nanisca’nın arasındaki gizli bağ açığa çıkar. Nawi, Nanisca’nın tecavüz sonrasında dünyaya getirdiği kızıdır. Burada cesur bir kadın savaşçı olan Nanisca’nın, birden bir anneye dönüşmesi ve tüm hikayesinin bu kurum etrafında şekillenmesi, anneliğin tüm kadın kimliğini yıkması gibi popüler klişeler devreye girmektedir. Tüm bu eleştiri noktalarının altında bir egemen zihnin kendini gösterme şekli yatıyor. Örneğin köle ticareti için İspanya’dan gelen bir Avrupalının yanındaki melez Afrikalı erkek ile Nawi arasında başlayan aşk neden filme konulur ki? Afrikalı Melez kökenli Nawi’yi kurtarıcı ve kahraman yaparak, hem “köklerine bağlı”, hem de Avrupa’da iyi eğitim almış, Afrikalı halka bilim ve irfan öğreten bir erkek” imajı filmde neden yer bulur ki? Yine bu erkek kahraman karakterimizin, esir düştüğünde Nawi’ye Agojie kıyafetleri yerine Avrupalı kıyafetlerini giydirmesinin altında yatan egemen aklın, filmi nasıl yönlendirmeye çalıştığını da iyi düşünmek gerekiyor.
Bu noktadan devamla, filme dair ikinci eşik noktası olarak; Avrupa’nın “Beyaz” ve Naif” sömürgeciliğini konuşmak gerekiyor.
Afrika ve sömürgecilik: Bildiğimiz egemen aklı ve tahakkümün yeniden üretimi!
Kıtanın yoksulluğu ve yoksunluğu üzerinden zenginleşen Avrupa sömürgeciliğine kamerasını uzatamayan film, biraz daha uzasa Avrupalıların karanlık tarihini temize çevirecek bir “beyazlıkta” ilerliyor. Bu durum filmin en zayıf tarafı oluyor ve kesinlikle dönemsel açıdan bakıldığında da, filmin hakikati görmek yerine, tersi bir tercihe gittiğini söylemek abes olmuyor.
Afrika’daki egemenlik savaşlarını krallıkların kendi iç kavgalarıyla işleyen film, Dahomey krallığını hakimiyet almaya çalışan başka bir yerel krallığın ve onun başındaki acımasız Oba Ade karakteri üzerinden anlatıyor. Oba, vahşice saldırdığı kabilelerdeki halkı esir pazarında Avrupalılara satmaktadır. Film, Kral Oba’nın kendi halkına ihanetini, basit bir erkek iktidar kavgasının merceğine, Afrika’da yaşananları ise iki büyük krallığın güç ve hakimiyet kavgasına indirgemiş. Afrika’nın Avrupalılar tarafından neden sömürgeleştirildiğine, yerli halkların köleleştirilerek Avrupa’ya sevk edildiği bir köle ticaret merkezine dönüşmüş bölgede yürütülen ikili savaşın neden yaşandığına, Avrupalıların bu savaş ve şiddetin neresinde olduğuna dair en ufak bir emare yok. Avrupalılar neden orada? Üstelik filmde yer alan şiddet ve işkence sahneleri, Afrikalı yerli halkın kendi arasında geçiyor. Beyaz ve naif Avrupalıların film boyunca hiçbir şiddet görüntüsü ile yan yana gelmemeleri, yönetmenin aklındaki imajın ne olduğuna dair net bir okuma sağlıyor.
Üstelik iki krallık arasındaki savaşın nedeni güç ve hâkimiyet kimin eline geçeceği üzerinden kurgulanmış olsa dahi, sonucu belirleyenler bunlar değildir. Kral Oba Ade’nin çok yıllar önce Nanisca’ya tecavüz ettiğini ve Nanisca’nın savaş meydanında onu tanımasıyla beraber hikâye kişisel bir intikam almaya dönüşüyor. Evet aslında film, bu görüntüler eşliğinde tam bir Hollywood klasiği!
Komutan Nanisca’nın en kritik hamlelerini Nawi ve Oba’nın çevresinde yürüterek filmin tüm hikayesini buraya hapsediyor yönetmenin kamerası. Diğer savaşan kadınların hikayesi, kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesi, halkının körleştirilmesi, ülkesinin sömürgeleştirilmesi gibi konular silikleşerek, bir kadının hikayesinin etrafını süsleyen motifler haline getiriliyor.
Sonuç olarak;
Yüz yıllardır köleleştiren, sömürgeleştiren ve bunu yaparken binlerce insanın katledilmesine, halkların ve kültürlerin soykırıma uğramasında özne olan, vahşet ve barbarlığın yüzlerce vechesinin cisimleşmiş hali olan Avrupalılara dair tek söz kurulamıyor. Krallıların kendi aralarındaki güç savaşlarında sahnelenen şiddetin onda biri Avrupalı köle tüccarlarının eylemlerinde yoktur. Şiddeti, işkenceyi Afrikalılarla özdeşleştiren, beyazı ise bunun karşı spektrumuna yerleştiren film, sömürgeci aklının tezahürüdür.
Afrika kıtasının yüzü, yüz yıllardır gülmedi. Toprakları kanla sulandı. Yüz yıllarca her türlü insanlık dışı muameleyi gördü ve güncel olarak görmeye devam ediyor. Halklar soykırımdan geçti, şiddetin, işkencenin ve vahşetin her türlüsüyle katledildi. Köleleştirilmiş bir kıta olan Afrika, elbette ki sayısız kahramanlık hikayesiyle kendi direniş tarihini de yazdı. Ama Batı aklı üzerinden düşünenlerin kulaklarına çok daha az ulaştı bu direniş hikayeleri.
İyi biliyoruz ki egemenlerin yarattığı tarihin içinde ötekinin direnişine, sesine, ahengine yer yoktur. Filmin tüm bu eksiklerine rağmen, yine de bir ötekinin direniş hikayesini anlatma çabası içinde olması kıymetlidir. Ama bu kıymetli hal, filmin eksiklerini kapatmaya yetmediği gibi, onu daha geriye düşürdüğü gerçeğini de değiştirmiyor.