Kürt halkı modernitenin yarattığı merkezileşmeden beri çeşitli ıslah programlarına tabi tutuluyor. Seksenlerden sonra savaşın ve şiddetin radikalleşmesiyle bu programlar zamanın tekniklerine uyarlanarak devam ediyor.
Kürt meselesinin çözümsüzlük rejimine evrilmesiyle bir bayrama daha savaş, şiddet ve yoksullaşan devasa kitlelerin tedirginliği ile girdik. Oysa bazı insanlar çocuklarından iyi bir haber almak için tüm bayramlardan vazgeçebilirdi.
Savaş boyunca insanlık dışı çok hikayeye tanık olduk; hiçbirisi her gün gözlerinizin önünde, birlikte sofraya oturduğunuz bir insanın bir anda ortadan kaybolması kadar ağır bir iz bırakmıyor. Sofradaki yer boş kaldıkça zaman içinde boşluklar çoğalıyor; geride kalanlar için bu boşluklarla sessizce yaşamayı öğrenmek ağır bir cezaya dönüşüyor.
Her gün aynı sofrada oturup da aniden ortadan kaybolanların sofradaki yerinin kalıcı bir şekilde boş kalacağı bir haber almak ise belki de en kötüsü… daha kötüsü de vardır: her an böylesi bir haberi alacakmış gibi yaşamak. Zamansız bir telefon sesi, kapıda beklenmeyen misafirler, haberciler…
O aralıkta yaşamak nasıl bir duygudur?
Bu ruh hali ile yaşayan binlerce anne, baba ve kardeş var, coğrafyamızın dışına taştı bu nüfus. Sessizdirler, konuşsalar bir dert, sussalar bir dert. Öyle içe gömülüp beklerler.
Ortalama aynı durumdayız. Kürdün evinde de Türk’ün evinde de benzer hikayeler var. Telefon sesi, beklenmeyen misafirler… “Etkisizleştirilmiş Kürtler” ve “şehit edilmiş Türkler”… Bir magazin haberi kadar ekranlarda yer bulamayan hayatların sahipleri… Her iki tarafta da trajik hikayeler var; bunları dinleyip anlamadığımız sürece ve buradan yeni bir ortak vicdan ve ahlak perspektifi çıkarmadığımız sürece insanlığınızdan utanmaya devam edeceğiz.
Zaman eşitsizlik üreterek ilerliyor; bazıları için akıp gidiyor diğerleri için bir işkenceye dönüşüyor. Boşluklarla yan yana yaşamayı öğrenenlerin sessizliğine alıştık; sanki onlara hepimizin selameti adına dayanıklılık testi yapılıyor; testi kaybettiklerinde hepimiz kaybedeceğiz, kazandıklarında hepimiz kazanacakmışız gibi.
Testin dışında kalanların önemli bir kısmı testin iyi geçmesi için istikrarlı seyirci rolünü oynuyor, alkışlıyor, dayanın, pes etmeyin diyor… Yeter ki ölmeye devam edin, merak etmeyin ve gözünüz arkada kalmasın, biz sizin kaldığınız yerden yaşamaya devam ederiz… Ne kadar çirkin bir coşku, ne mide bulandırıcı bir neşe… Oh ne güzel bizim yerimize başkasının bedel ödemesi, zahmet çekmesi, başkasının çocuğunun bizim çocuğumuzun yerine yaşamını yitirmesi… Nasıl bir kurnazlıktır bu, nasıl bir konfor…
Testin zayiatları bazen mahalleye geri dönüyor, köyün soğuk bir yerine gömülüyor sofradaki o boşluk, yolunuzu değiştirmek zorunda kalacağınız bir yere… Hiç kimse yokmuş gibi sessizce geçersiniz ordan, yaşarken de soğuk ve mesafeliydiniz; ölürken daha fazla…
İnsanlar yaşanan böylesi ağır hikayeleri tevazu ile karşıladıysa olanları travma olarak değil hakikat olarak gördüklerinden… Ağrısını içe gömerek salya sümük bir ruh haliyle değil dirayetli cesur ve kararlı durma gibi bir sorumluluğun ağırlığından… Boşluğa bastırılan tuz torbasının en az boşluk kadar ağır geldiğinden… Hikayeyi taşımanın hikayenin kendisi kadar ağır olduğundan…
Tarihsel olarak hepimiz için başkalarının yük altına alınması hem sınıfsal hem ulusal olarak her zaman etik bir sorunu beraberinde getirmiştir. Bu eleştiri, eleştiri olarak kalmak için etik bir kavgayı sürdürmeyi ve bunun diyetini ödemeyi göze alarak diri kalmayı hep denemiştir. Zira sıcak savaşa karşı olmak her şeyden önce bir mücadele biçimi olarak ciddi bir ahlaki sorgulamayı zorunlu kılıyor. Böylece elinde neskafe bardakları ve masada duran pet su şişeleriyle yumuşacık sandalyelere yayılarak verilen pozlardan barışın gelmeyeceğini belki de anlamış oluruz.
Bir anneyi hatırlıyorum; anne çocuğunun yaşamını yitirdiğini öğrenmiş ama cenazeni alamamıştı; rüyasında, yaşamını yitiren oğlunun “bu ayakkabıları ne zaman çıkaracaksınız” diye sitem ettiğini söylemişti. Evet, bu ayakkabıları ne zaman çıkaracağız? Belki de siyasetin temel sorusu bu.