“Doğayla barış yapma zamanımız geldi”. BM genel sekreteri Antonio Guterres COP15’te dünyaya böyle sesleniyordu. Kanada Montreal’de odak noktası biyoçeşitliliğin korunması veya başka bir deyişle kara, deniz, okyanuslar, bitki ve sağlıklı ekosistemleri kapsayan bir korumaya ilişkin eylemlilik olan COP15’te Guterres bu seslenişiyle doğaya, bir savaş vahşetinde ve korkunçluğunda saldırdığımıza işaret ediyor ve “Kontrolsüz ve eşitsiz ekonomik büyümeye yönelik sonsuz iştahımızla insanlık bir kitlesel yok oluş silahı haline geldi” diyerek bu acımasız savaştaki rolümüzü de yüzümüze vuruyor.
Bu gerçeği hepimizin gördüğü, yaşadığı ve kabul ettiği sıra dışı bir zaman diliminde yaşıyor olsak da o özlediğimiz ve artık zorunlu hale gelmiş olan barış bir türlü gerçekleşemiyor. Zor tabii barış, her şeyden önce ciddi bir zihniyet değişikliği ve sistem değişikliğini gerektiriyor. En önemlisi sanayi devriminden bu yana doğayı ve emeği hoyratça, doymak bilmez bir aç gözlülükle sömüren kapitalist devletler, doğayı ve insanı metalaştırarak kullanma alışkanlıklarından vazgeçmek istemedikleri için 1992’de Rio, 1997’de Kyoto, 2009’da Kopenhag ve son olarak 2015 Paris anlaşmalarında verdikleri sözlere rağmen inatla gezegenimizi kitlesel bir yok oluşa doğru götüren bu sistemi sürdürmeye çalışıyorlar.
70.000 yıl önce Afrika’dan çıkıp gittiğimiz her yerde besin zincirinin en üstüne tırmanmış, 45 bin yıl önce Avustralya’da, 12 bin yıl önce Amerika’da kitlesel yok oluşların sorumlusu, ekolojik seri katil unvanını başka hiçbir canlıya kaptırmadan yaşamış bir türün evlatları, torunları olarak öncelikle doğaya büyük bir özür borçluyuz…
Biliyorsunuz iklim krizi özellikle 2019 sonrası Covid-19 pandemisiyle birlikte dünya gündeminin en önemli sorunu haline gelmiş durumda. Bu çerçevede 3 yeni sözcük girdi gündelik dağarcığımıza; Antroposen, kapitolosen ve altıncı yok oluş.
“Antroposen” kavramı 11.700 yıldır devam eden, gezegenimizde yalnızca +/- 1 derecelik sıcaklık farklılıklarıyla istikrarlı bir iklimin sürmesini ve böylece yerleşik düzene geçerek modern uygarlıklar kurmamızı sağlayan ılıman holosen döneminin bitişinden insan faaliyetlerinin sorumlu olduğu gerçeğini işaret ediyor. “Kapitolosen” kavramı ise bu insan faaliyetlerinin temel nedeninin kapitalist üretim ilişkileri ve doğayı meta olarak gören zihniyet olduğunu vurguluyor.
Üçüncü kavram olan “Altıncı Yok Oluş” ise son beş yüz milyon yılda beş kitlesel yok oluş yaşayan gezegenimizin insan faaliyetlerinin neden olduğu biyolojik çeşitlilik kaybının etkisiyle altıncı kitlesel yok oluşa doğru gittiğini anlatan bir kavram.
Birleşmiş Milletler’e bağlı faaliyet gösteren Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Konulu Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu’nun (Intergovernmental Science-Policy Platform on Biodiversity and Ecosystem Services, IPBES) biyoçeşitlilik konusunda son 50 yılın en kapsamlı raporu olarak yayımlanan birinci küresel değerlendirme raporu, 1 milyon türün yok olma tehlikesi yaşadığını, bunun yanı sıra 1900’lü yılların başından beri dünyadaki ormanların yüzde 50’sinin yok olduğunu belirtiyor. Karasal alanların yüzde 75’inin insanlar tarafından değiştirilerek doğallığını kaybettiğini, deniz alanlarının yüzde 60’ından fazlasının yoğun insan etkisi altında olduğunu, sulak alanların yüzde 85’inin kaybedilmiş olduğunu kaydeden rapor, 1980’den bu yana kişi başına küresel tüketimin yüzde 15 oranında arttığını söylüyor. (1) Bu arada Uluslararası Doğa Koruma Birliği de geçen yıl dünyada 15 türün neslinin tükendiğini ilan etti.
Bütün bu raporlar ve benzer bilimsel veriler bugün altıncı büyük yok oluş içinde olduğumuzu gösteriyor, ancak biyosferdeki etkileşimler çok yönlü ve zengin olduğu için doğa bilimciler türlerin yok oluşundaki yaşamsal kritik sınırı küresel ısınmada olduğu gibi net bir şekilde belirleyemiyor. Sera gazlarındaki artışın sorumlu olduğu küresel ısınmanın neden olduğu seller, büyük orman yangınları ve buzulların erimesi gibi olaylar iklim krizine dünya gündeminde öncelikli bir yer veriyor olsa da bilimsel raporların verilerinde görüldüğü gibi biyoçeşitlilik kaybı da insanlık için en az küresel ısınma kadar önemli bir varoluşsal tehdit haline gelmiş durumda.
Dünya üzerinde her canlının ekosistemin uyumlu bir şekilde sürmesinde bir değeri, var ve milyonlarca canlı türü hem kendi aralarında hem de birçok açıdan diğer canlılarla etkileşim içinde yaşıyor. Örneğin küresel ölçekte tüketilen meyve ve sebzeler gibi temel besin ürünlerinin yaklaşık yüzde 75’i, arılar, kelebekler, bazı kuş ve memeli türlerinin sağladığı tozlaştırmaya bağlı olarak üretiliyor.
Hükümetler, karar vericiler büyük şirketler iklim bilimcilerin uyarılarını dikkate alarak başta fosil yakıtlardan çıkış olmak üzere gerekli önlemleri alırlarsa iklim krizinin 2050 yılına kadar 1,5 en kötü ihtimalle 2 derecede artış sınırında durdurulması mümkün görünüyor. Ancak nesli tükenen türlerin yeniden kazanılma ihtimalinin olmaması biyoçeşitlilikteki azalmayı iklim krizinden daha önemli bir noktaya taşıyor. Bu durum iklim kriziyle biyolojik çeşitlilik krizini birlikte ele alma, biyoçeşitlilik ve iklim değişikliği arasındaki bağlantı ve ortak çözümleri araştırma zorunluluğunu getiriyor .
Bir yıl önce COP26’da Glasgow’da küresel halkların yaptığı alternatif zirvede “Çözüm biziz, biz halklar” çağrısına Türkiye’den kulak veren ekoloji grupları, dernekleri , STK, sendika ve meslek odalarıyla ve bireylerin katılımıyla oluşan İklim Adaleti Koalisyonu (İAK), Ekoloji Birliği’yle birlikte Türkiye’deki ekoloji gruplarıyla, dernekleriyle ve ekoloji mücadelesinin en önemli parçası olan yöre halklarıyla bir araya gelerek yeni iletişim, dayanışma ve direniş alanları yaratmak için Nisan 2022’den bu yana altı farklı bölgeye (Ege, Zonguldak-Filyos, Sivas-Kangal-Afşin-Elbistan, Marmara, Mezopotamya ve Çukurova) kervan olarak tanımladığımız ziyaretler yaptık. (2)
Kervandaki tanıklıklarımızdan ilki Kemerköy, Yatağan ve Yeniköy termik santrallerinin Muğla bölgesinde yarattıkları ekokırım alanlarıydı (2). Yeniköy termik santralini 2014’ten bu yana işleten Limak-İçtaş şirketinin santrale kömür sağlamak için700 dönümlük bir alana yayılan Akbelen ormanını ve aynı alandaki binlerce zeytin ağacını maden sahasının içine katmak istemesine karşı, İkizköy halkının ve yaşam savunucularının altı yüz güne yaklaşan direnişleri TBMM’de, adliyelerde ve Akbelen Ormanı’nda çadırlı nöbet alanında devam ediyor.
Akbelen Ormanı’nın kaybının biyoçeşitliliğe vereceği zarara dair net bilimsel veriler yok. Ancak en azından Akbelen Ormanı’nın Türkiye’nin taraf olduğu Bern Sözleşmesi’ne göre Kesin Korunacak Hayvan Türleri listesinde yer alan karabaşlı ötleğen Sylvia atricapilla, maskeli ötleğen Sylvia melanocephala , büyük baştankara Parus major başta olmak üzere onlarca kuş türünün önemli bir üreme, beslenme ve barınma bölgesi olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Termik santraller kendilerine kömür sağlayacak maden alanları açmak için ormanları, zeytinlikleri, tarım alanlarını yok edip baca gazlarından zehir saçtıkları gibi elektrik üretmenin neredeyse her aşamasında örneğin pasa döküm sahaları, kül barajları ve enerji nakil hatlarıyla ekosisteme verdikleri çok yönlü zararlar nedeniyle bulundukları bölgelerde biyoçeşitlilik kaybına da yol açmakta .
Bu seneki kervanlarda ana tema kömürlü termik santrallerden çıkış olduğu için özellikle termik santrallerin yoğun olduğu bölgelere öncelik tanıdık. Gittiğimiz her yerde kömürlü termik santraller yanı sıra biyolojik çeşitlilik üzerine ağır zararlar veren ekolojik sorunlarla karşılaştık. Buralarda tanık olduğumuz ve türler üzerinde büyük baskı oluşturan habitat kaybı, kaçak avcılık, kirlilik, sulak alanların tahribatı ve tarım arazilerinin inşaata açılması gibi faaliyetlere neredeyse gittiğimiz hemen her yerde karşılaştık. (1)
İAK (İklim Adaleti Koalisyonu) kervanları sırasında ziyaret ettiğimiz üç su havzamızda bilinçsiz ve bilgisiz uygulamaların, yetkililerin ilgisizliğinin yarattığı yıkımları gördük, yöre insanlarından ve ekoloji derneklerinden dinledik. Biyoçeşitlilik zenginliği nedeniyle doğal koruma alanı olması gereken Diyarbakır Hevsel bahçeleri (3) Samandağı Milleyha (4) ve Zonguldak Filyos (5) su havzalarında yanlış tarım uygulamalarından, kaçak avcılığa, çöp ve moloz atılmasına, sanayi sitesi yapımına, yapılaşmaya ne yazık ki bir çok projeye izin verilmiş olması kaçınılmaz olarak bu bölgelerde flora ve faunada tür kayıplarına yol açıyor, korunması gereken nadir türlerin kaybını hızlandırıyor.
Hidro elektrik santralleri (HES) ve barajlar, nehir ekosistemlerini değiştirerek, canlılar üzerinde geri dönüşümsüz etkilere neden olmaktadır. Ekosistemin değişmesiyle; binlerce yıllık süreçte, karşılıklı etkileşim içinde oluşan, özel öneme sahip ekosistemler yok edilerek, habitat kayıpları ve canlıların yaşamlarını sürdürmeleri olanaksız hale gelir. Dicle Havzası’nda Lice İlçesi sınırlarında Sarım Çayı üzerinde kurulması planlanan Birsu Hidroelektrik Santrali (HES)’in kurulması planlanan bölgeye ve baraj sularıyla yok olacak vadiyi, kanyonu gezdik. Yöredeki konuya duyarlı yurttaşlardan Sarım Çayı üzerinde HES yapılması için 2020’de hazırlanan ÇED raporunda bölgedeki endemik bitkilerden, hayvanlardan ve tarihi yerleşim yerlerinden bahsedilmediğini. 118 köyün sular altında kalacağını ve binlerce insanın göçe zorlanacağını öğrendik.
Türkiye’de ekokırım alanlarında biyoçeşitliliğin ne ölçüde etkilendiğine dair bilimsel çalışmalar yetersiz. Ancak orman yasasında özellikle son 20 yılda yapılan değişikliklerle ve en son ocak 2022 yılında yapılan değişiklikle (6) ormanlarımızın deyiş yerindeyse imara açılmış ve enerji şirketlerinin hizmetine verilmiş olmasıyla hızla kaybedilmesi , neredeyse tüm sulak alanlarda, su havzalarında doğal yapı ve biyoçeşitlilik zenginliği dikkate alınmadan yapılan uygulamalar, kömürlü termik santrallerin çalıştırılmasında ve yenilerinin açılmasındaki ısrarlı tutum kendi coğrafyamızdaki biyoçeşitliliği koruyamadığımızın net göstergeleri.
Geçtiğimiz günlerde Montreal’de düzenlenen Biyolojik Çeşitlilik konferansında yaklaşık 200 katılımcı devlet 2030 yılına kadar dünya kara ve deniz alanlarının en az yüzde 30’unun doğa koruma alanı ilan edilmesi konusunda anlaşmaya varmış olsa da, 2010 yılında Japonya’nın Aichi ilinde biyoçeşitliliği korumak için belirlenen 20 hedefin hiçbirinin tutturulamamış olması gibi geçmiş deneyimler, verilen sözlerin hükümetler ve şirketler tarafından ne ölçüde uygulanacağına, COP15’in hukuksal bağlayıcılığı olmayan sonuç bildirgesinin biyolojik çeşitliliği korumak için ne derece yeterli olacağına dair şüpheler uyandırıyor.
Bu nedenle hem Mısır’ın Şarm El-Şeyh şehrinde 6-18 Kasım 2022 tarihleri arasında küresel ısınma ve sera gazı salınım oranlarını azaltma amacıyla yapılan İklim Değişikliği Konferansı (COP27) ve hem 7-19 Aralık 2022 tarihlerinde Kanada’nın Montreal kentinde düzenlenen Biyoçeşitlilik Konferansı’nda (COP15) vurgulandığı gibi; iklim krizi biyoçeşitlilikteki tehlikeli azalmayla birlikte ele alınmak zorunda. Bu iki konferansta ve COP26’da alınan hukuksal bağlayıcılığı olmayan ama gezegenimizdeki tüm canlılar için yaşamsal önemi olan kararların uygulanması için halkların dayanışmasının ve eylemliliklerinin sürmesi gerekiyor. “Çözüm biziz!”