Hasan Kılıç
Türkiye toplumu ileride paranteze alınarak yazılacak zaman aralığından geçiyor. Ekonomi politik tıkanmanın, siyasi aktörler tarafından alınan pozisyon ve riskler ile bu pozisyonları güçlendirecek, riskleri minimize edecek stratejilerin yoğun şekilde yaşandığı bir zaman aralığındayız.
Döviz ve mal fiyatlarındaki artışlarda rekorların sıralandığı bu dönemde, muhalefet iktidarın ekonomiyi yönetemediğini (doğru yönetemediği değil) ifade ederek AKP-MHP ittifakını eleştiriyor. AKP içinde uzun zaman ekonominin dümenini tutan, daha sonra Deva Partisi’ni kuran Ali Babacan muhalefet ederken Erdoğan’a “Ne yaptığınızı bilmiyorsunuz” diyor. Fakat görünen o ki, Erdoğan’ın aklında ekonomi politiğin ona çizdiği imkanlar dahilinde ürettiği belli bir planı var. Yani aslında Erdoğan, yönetemiyor değil; belli bir güçte olduğunun farkında ve mevcut ekonomi politik zemin ve sınırlarda ekonomiye yol çiziyor. Bu yolda Erdoğan, ekonomiye çığlık attırıyor ama bu çığlıkların toplumu sağır edeceğini umursamıyor. Bilakis belli bir zaman sonunda ekonomik durumda iyileşme bekliyor ve bir yarar umuyor. Tehlikeli bir oyunun içerisine sadece kendisini değil, tüm toplumu ve geleceği atıyor.
Bir yönetim aklının gör dediği
22 Kasım 2021’de Erdoğan “Allah’ın yardımı ve milletimizin desteğiyle bu ekonomik kurtuluş savaşından zaferle çıkacağız” diye açıklama yaptı. Birkaç gün önce Merkez Bankası’na müdahalesini “nas”a bağlayarak örtmeye çalışan Erdoğan, dinsel söylemi faiz düşürmenin etkilerini örtmede kullanışlı hale getirmişti. “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” ile dinsel söyleme, milliyetçi söylem eklenerek ekonomi politikalarına siyasal ve kültürel meşruluk bağları kurmaya çalıştı. Böylece dünyaya bakış açısının sadece ekonomiden hareketle değil, siyaseti-toplumu-tarihi-kültürü de dahil ederek oluştuğunu gösterdi.
Muhalefet, ekonomik krizi yoğun şekilde hisseden toplumsal kesimlere sandığı işaret ediyor ve sandık sonrası çözümlerini sunuyor. Bu yöntemin bir politika yapma biçim ve içeriği ürettiği bir hakikat olsa da reel durumlara değmekten uzak kalıyor. Çünkü sandığa işaret, güncel krizin etkilerine karşı tepkiyi soğurtuyor ve gündelik yaşam pratiğinde evine ekmek alamayan yurttaşa, ekmek alabilmek için altı ay, belki de bir yıl sonrasına bekle mesajı veriyor. Oysa ki, ekmek alamayan ve/veya ısınmak için gazı olmayan yurttaş için gün, bulunduğu gündür. Bir yıl ekmeksiz ve gazsız sandığı beklemek gerçekçi değildir.
Muhalefetin toplumla kurduğu günceli karşılamayan söylemsel tertibat, geniş bir yazının konusudur. Biz burada Erdoğan’ı freni patlamış otobüsün, ne yapacağını bilmez kaptanı olarak değil, daha çok mevcut küresel ve bölgesel, siyasal ve iktisadi koşullarının farkında olarak hamle yaptığı kabulüne -ki kendi ifadesidir- ve olası sonuçlarına yoğunlaşarak çözümlemeye çalışacağız.
Erdoğan, 22 Kasım’daki konuşmasının sonlarına doğru -muhalefetin önemsemediği- şöyle bir ifade kullandı: “Bu politikayla biz ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, sonunda ne elde edeceğimizi, hangi risklerle karşı karşıya bulunduğumuzu gayet iyi biliyoruz.” Yani aslında devreye koyduğu ekonomi politiğin sınırlarını ve risklerini hesaplamış, belli sonuçları ve gelişmeleri öngörmüş bir yönetim aklının varlığını ifade etti.
Yeni ekonomi-politik koşullarda çare aramak
Her ulusal kapitalizm, küresel kapitalizme belli ölçü ve ölçeklerde bağlıdır. Bu bağlılık, ulusal ekonomi politikaları oluştururken iktidarlara belli sınırlar çizer ve çerçeveler belirler. 2021 yılının haziran ayında Yeni Atlantik Paktı’nın 80 yıl sonra güncellendiği görüşmelerle birlikte Batı hegemonyasının yeni rota arayışları ete kemiğe bürünmeye başladı. Erdoğan, bu rotanın taliplisi olsa da içerideki dengeler ve kırılgan devlet koalisyonları sebebiyle, belli bir sınırda bu rota ile iletişime girebildi. Nitekim içerideki iktidar Erdoğan’ın güvenliği açısından birincil önem taşıyordu. Ulus-devletlerin ve egemenlerinin hala aşkın meşrulukları doğalında Erdoğan için sigorta işlevi görüyor.
Küresel ekonomi-politik zemin ve güç ilişkileri matrisinde, Erdoğan’ın içeride karşılaştığı en büyük sorun kuşkusuz ekonomik kriz. Buna karşın belli sınırları olduğunu bilen ve verili şartlarda strateji üreten Erdoğan, ekonomi-politik rotasını belirledi. Bu kapsamda, ABD’nin öncülük ettiği hegemonyanın “Liberal Demokrasi 2.0” çerçevesine tam uymayan ama tam karşı da pozisyon da üretmeyen; öte yandan bu çerçeveyi fırsat buldukça ihlal eden bir çemberde manevra yapmaya çalışıyor. İhlaller sadece yönetimsel ya da politik olarak değil, iktisadi olarak da çeşitleniyor. Bugün Erdoğan’ın “ne yaptığımızı ve hangi risklerle karşı karşıya olduğumuzu” biliyoruz diye belirttiği hususun inşası bu ekonomi-politik zemin ve güç matrisinde şekilleniyor. İçerisi ile dışarısı arasındaki matrislerin iç içe girdiği bu zeminde Erdoğan elindeki araçları işlevsel kılmaya çalışıyor.
Risk ve afyon
Öncelikle döviz yüksek tutularak ihracatı arttırmaya, ihracattan gelecek döviz ile piyasaya nefes aldırmaya çalışıyor. Borsa üzerinden gelen dövizi de bu nefes için vitamin olarak eklemek istiyor. Öte yandan 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin finansörü olarak itham ettiği Birleşik Arap Emirlikleri ile görüşüp 10 milyar dolarlık bir kaynak yaratmaya, böylece planının işlemesi için zaman kazanmaya çalışıyor.
Sadece iktisadi alanda kalmıyor. HDP’yi “düşman” ilan ederek toplumsal kutuplaşmada kendi tribünlerini tahkim ediyor. CHP’yi HDP ile irtibatlandırarak siyaset alanını daraltıyor. Tüm bu denklemi çeşitli versiyonları ile güçlendirip ekonomik krizin kamusal görünürlüğünü en aza indirmek istiyor. “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” söylemi ile toplumda biriken öfkenin enerjisini, katı bir ulusalcılığa havale ederek “cambaza bak” oyununu sahaya sürüyor. Dolayısıyla aşırı dinsel ve milliyetçi söylem, Marx’ın bahsettiği gibi ekonomik kriz karşısında acı çeken yurttaşlar açısından ağrı kesici görevi gören afyon olarak işlevli kılınmak isteniyor.
Elbette bizatihi kendisinin de işaret ettiği gibi gerek yüksek döviz politikası gerekse de dinsel-milliyetçi söylemin iktidar açısından riskleri var. Fakat iktidar için potansiyel risk, hükümetten düşmek iken bu politikaların Türkiye toplumuna maliyeti daha fazla ve uzun erimli olacak. İlk elde, ticarete bağlanan ucuz TL ile ihracat, mülksüzleşmeyi getirecek; ulusal ve uluslararası sermayeye Türkiye toplumundan mülk transferi gerçekleştirecek. Erdoğan’ın bu hamlesi “büyüme” yaratsa bile bunun adı “yoksullaşarak büyüme” olacak. Türkiye’de üretilen ürünler, bu ürünlere harcanan emek, bugüne kadar biriken meta değeri taşıyan her türlü şey döviz sermayesine hiç pahasına transfer edilecek. Böylece bir yandan geniş nüfus kesimleri için büyük bir yoksulluk ve mülksüzlük, diğer yandan azınlıkta biriken ve/veya dışarıya transfer edilen korkunç bir sermaye oluşacak.
Yani özcesi, ekonomik krizin ortasındayız ve iktidar belli güç matrislerinin içerisinde bir ekonomi politik strateji ile kumar oynamaya karar verdi. Bu kumar oynanırken dinsel ve milliyetçi söylemleri afyon olarak kullanıp risk alarak ilerlemeye çalışacak.
Seçim mi, Ne Zaman?
Son günlerin en tartışılan konusu seçim olacak mı, olacaksa ne zaman olacak soruları yukarıda ifade ettiğimiz ekonomik durum ve hamlelerden bağımsız değil; bilakis göbekten bağlı.
Bugün Türkiye’deki ahvali anlamlandırmak için bir soruya verilen cevap, bir başka soruyu tartışmaya açtırıyor, her türlü zihinsel egzersiz ülke durumu kadar karmaşıklaşabiliyor.
“Seçim mi, Ne Zaman?” başlığı da bu çerçeve içerisinde anlam kazanabiliyor. “Ekonomi ne olacak?” sorusunun cevabı esasında “Seçim mi, Ne Zaman?” sorusu ile bağlanıyor.
Görünen o ki, iktidarın düşük TL politikası ile sonuç alma amacı uygulamada başarılı olsa bile -ki çok çok düşük bir ihtimal- bir miktar zamanı gerektiriyor. Çünkü piyasa döngüsü içerisinde hedeflenen aktivitelerin gerçekleşmesi zamanla mümkün olabiliyor. Mesela Türkiye’de ihracatın kuru baskılayacak ve istihdam yaratacak kadar artması için dahi epey vakit gerekecek. Eskiden düşük faizle murat edilen kredi genişlemesi, talebi tetikliyor, gelen dış sermaye döviz ihtiyacını karşıladığı için ekonominin çarkları bir şekilde çevrilebiliyordu. Ancak hukukun geçerli olmadığı, kamu idaresi ve ekonomiye dair her türlü kararın tek akla mahkûm edildiği bu şartlarda gelinen nokta, düşük faiz-kur krizi sarmalını tetikledi. Bu sarmaldan kısa vadede çıkılması imkansıza yakın. Orta ve uzun vadede ise çıkılabileceğine dair umut ise beklentiye girilemeyecek kadar az.
Seçim olup olmayacağı ve ne zaman olacağı sorusunun cevabı da iktidarın politikalarının ne kadar başarılı olacağı, toplumun sinir uçlarının mevcut krize ne kadar dayanacağı ve tabi muhalefetin kurucu politikayı ne kadar örgütleyebileceği soruları etrafında şekilleniyor. Fakat seçim için iktidarın bir bankosu, bir de sürprizi var. Bankosu, ekonomi düzelince -düzelirse- seçime gitmek, sürprizi ise yaşayıp göreceğiz.