Halklar 2 yılı geçen bir süredir, önlenebilir bir hastalık olmasına rağmen, tüm dünyada yaşanmakta olan COVID-19 salgını (pandemisi) nedeniyle sağlığını ve yaşamını kaybediyor. Hükümetlerin resmi bildirimine göre, neredeyse 500 milyon insan hastalandı, hastalananlardan 6 milyondan fazlası da yaşamını yitirdi. Pandemi hız kesmeden devam ederken, ulus devletler hem birlikte mücadele için işbirliği yapmayarak hem de yurttaşlarının korunmasına yönelik etkin önlemleri uygulamayarak, salgını “oluruna” bırakmakta ısrar ediyor.
Öte yandan, bir ay kadar önce NATO ve/veya üyesi ülkelerin Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Ermenistan işgal ve savaş zincirine Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile yeni bir halka eklendi. ABD ile Çin ve Rusya arasında çoğunlukla örtük biçimde devam edegelen hegemonya mücadelesi bir defa daha insanların ölümü, yaralanması, sakat kalması, göçü pahasına savaşla görünür oldu. ABD’nin pasifikte Çin’i, kuzeyde NATO’nun açık desteğiyle Rusya’yı 2014 yılından beri çevrelemeye çalıştığı bir dönem savaş alanlarında bebek, çocuk, genç, yaşlı, sivil, asker ayrımı gözetmeksizin, herkesi ölümle tehdit ederek devam ediyor. Bu savaş, beraberinde Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, neredeyse tüm dünyayı enerji ve gıda krizi tehdidiyle karşı karşıya getirdi. Yanı sıra, ekonomik kriz derinleşiyor; açlık, yoksulluk, hastalık ezilenleri daha da aç, yoksul ve hasta hale getiriyor.
Oysa, günümüzden 30 yıl önce, 1992 yılında kapitalizmin sözcüleri; “Son 10 yılda meydana gelen olayları değerlendirdiğimizde, şu anda tanık olduğumuz yalnızca soğuk savaşın sonu ya da savaş sonrası tarihin kısmen geçen bir dönemi değil, TARİHİN SONU’dur” iddiasında bulunmuşlar, kapitalizmin mutlakıyetini ilan etmişlerdi. Bununla da yetinmeyip; “TARİHİN SONU; insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve insan yönetiminin son bir şekli olarak Batı Liberal Demokrasisinin EVRENSELLEŞTİRİLMESİ’dir” saptamasını dahi yapmışlardı. Devamında da bu durumun dünyaya KÜRESELLEŞME’yi getireceğini hatta küreselleşmeyi dünyaya, insanlığa bir kurtuluş olarak hediye edeceğini belirtmişlerdi. Tek bir koşulla; yeter ki ABD’nin hegemonyası ile Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun önerdiği ekonomik ve sosyal politikalar gerektiği gibi uygulansın.
Dünya KÜRESELLEŞECEKTİ; sınırların önemi kalmayacak, planlama, üretim, pazarlama ve tüketim küresel olarak düzenlenecek, bütün ekonomiler birbirine bağımlı hale gelecek, gümrük vergileri azaltılacak-kaldırılacak, ülkeler arasında iş bölümü yapılacak, dünya ekonomisi liberalleşecek, ceberut devlet küçülecek, ademi merkeziyetçilik hüküm sürecek, devlet mal ve hizmet üretmeyecek, ellerindekini sermaye sahiplerine devredecek, bilgiye ulaşım hızlanacak ve demokratikleşecek, sınırları koruma ya da büyütme için kavga/savaş olmayacak, yoksulluk azalacak, refah ve mutluluk sisteme dahil olmuş tüm ülkeler ve yurttaşları için olacak… Özetle, bu ‘şıracılar’ın iddialarına göre dünya kocaman bir köy haline gelecekti.
Anımsamak hiç de zor değil! Küreselleşmenin, hamisi ABD, bu söylemlerin üzerinden daha 10 yıl bile geçmeden, 2001 yılında yüzlerce askeriyle Afganistan’a girdiğinde, yığınlarca yalan haberle gerekçe yaratıp 2003’de Irak’ı “koalisyon güçleri” ile birlikte işgal ettiğinde, Temmuz 2007’de kendisinde başlayıp oradan diğer merkez kapitalist ülkelere hızla yayılan ekonomik krizde şirketleri kurtarabilmek için doğrudan bu ülkelerin merkez bankaları tarafından 12 trilyon dolardan daha fazla kamu kaynağının neredeyse sıfır faizle sermaye gruplarına aktarıldığında, Mart 2018’de doğrudan Çin’i hedef alarak ABD’nin ithalatçısı olduğu temel sanayi girdileri başta olmak üzere, önce gümrük vergisini artırıp ardından da kota koyup ticaret savaşlarını başlattığında ‘gören gözler’ için küresel köyün çevre-bağımlı kapitalist ülkelerle işçiler ve emekçiler başta olmak üzere ezilenler için yazılmış bir masaldan ibaret olduğu deşifre olmuştu. Olmuştu. Ancak, postmodernizmin kuşatmışlığı bunların görülmesine engel oluyordu. Son yıllarda, söz konusu bu kuşatma, neredeyse varlığından söz edilemeyecek kadar zayıflamış durumda. Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte, ABD’nin, AB’nin, NATO’nun, Türkiye’nin tutumu, enerji ve gıda krizi başta olmak üzere daha da derinleşen ekonomik krizin yoksul halka yaşattıkları ile birlikte yeni bir dönemin başlangıcı olmaya aday bir zaman dilimini ortaya çıkarabilecek. Küreselleşmenin masal olduğunu, çöktüğünü ortaya koyan bulgular çok daha fazla sayıdaki “gören göz” tarafından doğrudan yaşanarak bilinir hale geldi.
Mart 2022’de yayımlanan bazı raporlara göre; dünyada açlık nedeniyle her 4 saniyede 1 insan, yılda toplam 2 milyon 100 bin kişi hayatını kaybediyor. Halbuki, dünyanın en zengin 10 kişisi günde 3 milyar 100 milyon dolar kazanıyor. 2021 yılında bu 10 kişinin zenginliği 1 trilyon 500 milyar dolara ulaşırken, yoksullara160 milyon kişi daha eklendi. Dünya nüfusunun en zengin %1’i en yoksul %50’sine göre 1995 yılından beri zenginliğini 20 kat artırdı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin raporuna göre, savaşlar, yoksulluk ve iklim krizi nedeniyle, Haziran 2021 itibarıyla, 84 milyon insan evinden ayrılmak zorunda kaldı. Ve onlar göçmen durumunda. Göçmenlerin 51 milyondan daha fazlası (%61’i) ülkesini de terk etmek zorunda kaldı. Büyük çoğunluğunun son 30 yılda gerçekleşmiş olması dikkat çekici.
“Küresel köy”ün sahipleri 2020’nin başında tanımlanan pandeminin sonlandırılabilmesi için de bilinenleri ve gerekenleri yapmıyor. Alınmayan önlemler nedeniyle, yeni varyantlarla pandemi devam ediyor. Böyle bir dönemde bile, aşı şirketleri kâr edebilmek, en yüksek kârı elde edebilmek için çaba gösteriyor. Yalnızca parası olan ülkeler ve onların yurttaşları aşıya ulaşabiliyor. Bu ülkelerin birçoğunda göçmenler aşılama programlarına dahil edilmiyor. Zengin ülke yurttaşlarının 10 binde 9 bini aşılıyken, Çad ve Haiti gibi yoksul ülke yurttaşlarının yalnızca 95’i aşılı. Yanı sıra, pandemi boyunca dünya nüfusunun %99’u yoksullaşırken en zengin 10 kişinin zenginliği ikiye katlandı.
Önlenebilir olmasına karşın son 30 yıldır düzenli bir biçimde artmakta olan yoksulluk, sınıflar ve ülkeler arasındaki eşitsizlikler, yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, açlık, salgınlar başta olmak üzere, hastalıklar ve ölümler, savaşlar, derinleşen iklim krizi, gıda krizi, enerji krizi, su krizi, şiddet, yolsuzluk kapitalizmin küreselleşme döneminde daha da arttı ve “yaşamın krizi”ne dönüştü. İnsana karşıtlığı ve akıl dışılığı tartışma götürmez bir biçimde kanıtlanmış olan kapitalizmin söz konusu özellikleri küreselleşme döneminde azalmadı. Aksine daha da arttı. Bu gidişat böyle devam ederse, “yaşamın krizi”, uzak olmayan bir zaman içinde geri döndürülemez boyuta ulaşabilecek görünüyor.
Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte, bir defa daha ortaya çıktı ki küreselleşme sahipleriyle mücadele edebilmek için yalnızca savaş karşıtlığı yetmiyor. Savaşları ortaya çıkaran nedenlere de karşı olmak ve gereğini yapabilmek, örgütlü mücadele gerekiyor. Elbette mücadele dünya genelinde olmalı. Bununla birlikte, varlıklarının devamı konusunda herhangi bir değişiklik yaşanmamış olan ulus devletler özelinde de mücadele yaşamsal bir öneme sahip.
Türkiye’de de en fazla 15 ay içinde yapılması olası genel seçime yönelik süreç, yeniden bir örgütlenme fırsatına dönüştürülebilir. Yaşamdan, eşitliklerden, özgürlüklerden, demokrasiden ve barıştan yana olan siyasi partiler öncülüğünde sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve sivil yapıların katkılarıyla üçüncü seçeneğin örgütlenmesinin önü açılıp, sandığa Türkiye’deki hayatı ezilenler adına değiştirebilecek bir alternatif programla gidilebilir. Bu önerinin öncülleri 2007, 2011 ve 2015 genel seçimlerinde yaşandı. Hem nitelik hem de nicelik olarak daha da gelişkini için olanaklar öncekilerden çok daha uygun. Görebildiğimiz en önemli sorun-engeller içinde ön sırada olanı ise; “ben”im içini “biz”im için yapamamak .Ancak sorunların çözüm olanağı da umudumuz da var…