“Eğer Sodom yok olmak üzereyse, sakinlerinin hatalarını tartmanın sırası değildir.”
Geçen haftaki yazımızın[1] sonunu şöyle bağlamıştık: “Kimsenin kafasının daha fazla karışmasına gerek yok. Herkesin ihtiyacı olan şey daha fazla ırkçılık, daha fazla milliyetçilik, daha fazla savaş ve gerilim değil, daha fazla demokrasi” demiştik ve bu haftanın gündemini de demokrasi üzerine olacağını bildirmiştik. Bir yazıda demokrasiyi yeniden tartışmaya açacağız.
Günümüzde korunması ve savunulması gereken bir değer olduğuna inandığımız demokrasinin tarihi, insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Farklı kesimleri adil bir şekilde bir arada tutmayı hedefleyen demokrasinin genel siyasal felsefesi, iktidarın devletli ve sınıflı ideolojilerine karşı sınıfsız, sömürüsüz, eşit ve özgür toplum ideası olan ideolojilerden kaynağını alıyor. Zaman ve mekanla pek de sınırlı tutulmaması gereken demokrasi çabası, esasında insanlığın adil bir siyasal kültür arayışı bağlamında tüm insanlığın ortak mirasıdır ve izleri her yerde aranmalıdır. Denilebilir ki toplumsal tarihin olduğu her yerde demokrasinin tohumları atılmıştır; ancak demokrasinin her yerde gelişmemesinin nedeni, atılan tohumun susuz bırakılması, mirasın yağmalanması gibi trajedilerin yanı sıra coğrafi ve siyasal koşulların da payı gözden kaçırılmamalıdır.
Bu bağlamda tarihte bazı uygarlıklar demokrasinin nüvelerini yağmalarken diğerleri ise bu nüveleri kurumsallaştırmaya çalışmıştır. Yağmalanma bağlamında tarihsel olarak Mezopotamya Uygarlıkları dönüp dönüp bakabileceğimiz önemli bir örnek. Marksist Arkeolog Gordon Childe’in ilk defa “Neolitik Devrim” olarak tanımladığı tarihsel kesite ait toplumsal, siyasal ve iktisadi sermaye, uygarlıkların eliyle etik değerlerden arındırılarak iktidarın iştah kabartan cihazlarına dönüştürülmüştür. Bu dönemde yaşanan sınırsız yağmalama ve mirasyedilik kültürü, Ortadoğu’nun bugünkü otoriter rejimlerini anlamada her zaman başvurulması gereken derslerle doludur.
Demokrasinin ilk deneyimleri bağlamında ise Antik Yunan toplumunun demokratik pratikleri geliştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Mitoloji, felsefe ve bilimin aynı üçgenin parçaları gibi tartışıldığı Antik Yunanda, felsefenin Sokrates’in girişimleri sonucunda gökten yere indirilerek, doğada değil toplumda arayışların başlaması demokrasinin bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasında önemli bir eşik olarak kabul edilir. “Kentli erkek elitlerin” bu üçgendeki tartışmaları sonucunda demokrasi büyük bir mesafe kat etti. Bu dönemde iktidarın dağıtılmış olması, kararların merkezi ve tek elden değil senatoda müzakere edilerek alınması halkın kendi kendini yönetmesi konusunda önemli bir aşamadır. Yanı sıra Antik Yunanda siyasal alanın kent devletleri şeklinde organize olması, felsefe ve bilimdeki başarılı hamleler, deniz iktidarına (tallasokrasi) dayalı bir ekonominin varlığı demokratik yaşama önemli bir alan açmıştır.
Demokrasi, günümüze doğru geldikçe değişime uğrayarak “doğrudan, temsili, katılımcı ve radikal demokrasi” şeklinde farklı biçimler aldı. Ancak günümüz açısından değerlendirdiğimizde demokrasinin varlığının kritik bir kavşakta olduğunu ve tehlikeli sinyaller verdiğini söyleyebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki insanlık ya demokrasiyi tümden kaybedecek ya da kalıcı bir şekilde kazanacak. Bu tehlikeyi gören demokrasi savunucularının, küresel ve bölgesel ölçekte popülist ve otoriter iktidarlara karşı demokrasi cephesini güçlendirmek için yaptıkları aynı safta toplanma çağrısı, aynı zamanda demokrasiyi faşizme, toplumu devlete karşı savunmanın tarihsel çağrısıdır. İktidarların çoklu sömürüsüne, otoriter rejimlere, popülist ve ırkçı siyasete maruz kalan farklı siyasetler, farklı cinsiyet, sınıf ve ulus kimlikleri, farklı ideolojik hareketler son kertede demokrasi talebiyle yan yana gelme gibi bir zorunlulukla karşı karşıya.
Ortak dünyamız demokrasi
Günümüzün temel sorunlarından biri siyaset kurumunun, demokrasi öğretisinin belirlediği istikamette, eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle bir arada yaşamayı bilince çıkarmaması ve demokrasiyi araçsallaştırarak yağmalamasıdır. Bu yağmalama toplumları devlete ve sermayeye bağımlı hale getirerek kendi içinde bile paramparça olmalarına, ciddi bir körlüğe ve bencilliğe sürüklenerek yön ve doğrultu sorunu yaşamalarına neden olmuştur.
Radikal demokrasi kuramcıları Laclau ve Mouffe’ün Hegemonya ve Sosyalist Strateji[2] adlı çalışmalarında klasik dönemi açan manifestodan sundukları kesit öğreticidir.
“Yeni topraklara girildiği zaman kendilerini bir ormanda kaybolmuş bulduklarında bir o yana bir bu yana koşturmamaları ya da bir yerde durup kalmamaları gerektiğini bilen, gittikleri yönü şans eseri seçmiş olsalar da önemli bir neden olmadıkça birbirlerinden ayrılmadan tek bir yönde yürümeleri gerektiğini anlayan yolcular”
Yazarlar bu metin ile demokrasinin, birbirinden farklı düşünmelerine ve farklı değer dünyalarına sahip olmalarına rağmen, birlikte hareket etmek zorunda ve sorumluluğunda olan kitlelerin ortak çatısı olabileceğine gönderme yaparlar. Demokrasiye ihtiyaç duyan farklı gruplar hem dünyada hem Türkiye’de, manifestoda anlatıldığı üzere, ormanda kaybolmuş insanların birbirlerini bulduğunda, önemli bir neden olmadıkça birbirlerinden ayrılmadan tek bir yönde yürümeleri gerektiğini anlayan yolcuların örneği ile büyük bir benzerlik taşımaktadır. Kürtlerin mücadelesi bugün bu arayışın en güçlü istasyonudur.
Kürtler ve demokrasi
Kürt halkının demokrasi arayışı da eski bir tarihe dayanmaktadır. Osmanlıların batılılaşma hareketleriyle birlikte beklentileri karşılanmayınca cumhuriyet rejimine bel bağlamaya başlayan Kürdi siyaset, cumhuriyetin ilk yıllarında mecliste ve meclisin dışında tartıştığı muhtariyet (özerklik) tartışmasından, otoriterleşen CHP’ye karşı DP’nin içinde siyaset yapma girişimine kadar her zaman önce demokratik zeminleri yoklayarak ve siyaset zemininde kalarak sorunlarını çözmeye çalıştılar.
Devam eden periyotlarda TİP’ten HEP, DEP ve HADEP’e, oradan DTK-BDP, HDK-HDP süreçlerine giden siyasal yolculukta Kürtler ve dostları, daha insancıl bir hukuk için demokratik zeminlerde siyasal mücadele vermekten hiçbir zaman geri durmadı. Demokratik arayış, çoğu zaman manipüle edilse de her iki halkın kültürel, inançsal ve coğrafi olarak iç içe olma durumu Kürtleri daha çok demokratik zeminlerde bir çözüm aramasına neden oldu.
Cumhuriyetçi devletin inkar, imha ve asimilasyon pratiklerine rağmen ayakta kalan Kürtlerin siyasi varlığının günümüz siyasetinde demokrasi ile birlikte tartışılması sıradan bir durum değildir. Kürt meselesi ile demokrasi meselesinin devlet elitlerinin farklı kesimleri tarafından iç içe değerlendirilmesi, aslında Kürtsüz bir demokrasinin kör ve topal olacağının resmi kabulüdür. Dahası bu kabul cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin demokrasiden muaf tutulmasının da itirafıdır.
Kürtlerin demokratik zeminde muhatap arama ve sorunlarını şiddet dışı yöntemlerle çözme girişimi manipüle edilip karşılık bulamayınca, Kürt siyasi hareketi dostlarıyla birlikte doksanlardan bu yana demokrasiyi, demokratik çözüm, demokratik cumhuriyet, demokratik birliktelik ve demokratik yerel yönetimler gibi kavramlarla cumhuriyeti, birlikteliği, yönetimi ve çözümü tabandan başlamak üzere demokratikleştirmeye; dahası demokrasinin bizzat kendisine müdahale edilip radikalleştirilmesi ve toplumsallaştırılması mücadelesine giriştiler. DTK-BDP, HDK-HDP dinamikleri devlet siyaseti nezdinden muhatap bulamayan demokrasinin tabandan işletilerek savunulması ve korunması üzerine geliştirilen politik periyotlardır; dahası demokrasinin bu kurumsal ve yapısal formları hem demokrasinin savunulması hem de radikal demokrasinin pratik adımları olarak tarif edilebilir.
2015 itibariyle Türk siyasi elitlerinin Kürtlerin ve dostlarının demokrasi arayışını manipüle etmesi, tuzaklaması, güvenlik bürokrasisi eliyle kriminalize etmesi ve nihai olarak bu pratiklerin yargı nesnesi haline getirilmesi; yanı sıra Türkiye siyasetinde bir ilk olan, siyaseti, siyasi elitlerin ve siyasi partilerin tekelinden çıkarıp toplumsallaştırma çabası olarak nitelendirebileceğimiz DTK ve HDK gibi kongre tarzı modellerin hem Kürt hem Türk siyasetleri tarafından yeteri düzeyde anlaşılmaması, stratejik olarak görülmemesi ve güncel siyasetin aparatları haline getirilmesi, Türklerin Kürt meselesini kışlaya, Kürtlerin dağa havale etmesine neden oldu.
Demokrasinin savunulması ve radikalleştirilmesi Kürt siyaseti açısından iç içe gelişen ve hala ısrarla sürdürülen stratejik parametrelerdir. Demokrasinin ve onun ileri aşaması olarak kabul gören radikal demokrasinin Kürt siyasi hareketine yansımaları, teori, pratik ve yeniden inşa çalışmaları kapsamında değişim-dönüşüme katkıları üzerine az da olsa zamanında yazılıp çizildi. Fakat bu metinlerin azlığı, okunmaması, dikkate alınmaması, bunun yanında Kürtlerin demokrasi arayışının “bölünme fobisi”ne kurban edilmesi bugün, ülkenin tüm sorunlarının kök hücresi haline gelen Kürt meselesinden kaynaklı yaşadığımız felaketleri tetikleyen etkenler olarak akılda tutulmalıdır.
Demokrasiyi savunmak
Demokrasi bugünün dünyasında, otoriter ve sağ popülist rejimlere karşı ortak bir gelecek kurma hayalinin harcı haline gelmesine rağmen hala yeterince savunulmaması büyük bir çelişkiye neden olmaktadır. Demokrasi arzusunu örgütlemek ve tüm farklılıklarıyla demokrasiye inanan kitlelerle birlikte yeni bir dünya kurmak hem sol siyasetlerin, hem ezilen halkların, hem de sorun odaklı örgütlenen kadın, ekoloji, barış ve gençlik hareketlerinin temel sorumluluğundadır. Laclau ve Mouffe’ün dediği gibi bazen öncelikli ihtiyaç demokrasinin radikalleştirilmesi değil, demokrasiyi içeriden tehdit eden güçlere karşı savunulmasıdır.
Sağ ideolojiler sisli-puslu havaları, apokaliptik siyasetleri sever, kafa bulandırıp öngörüsüz, amaçsız ve çaresiz bir toplum içinde saadeti ararlar. Demokrasi konusunda sol siyasetler de zaman zaman yol gösterici olmayan kimi kafa karışıklığı yaşayabiliyor. Sol siyasetlere düşen görev bu muğlaklığı ortadan kaldırmaktır. Siyaseti muğlak bırakmak sol hareketin işi olmamalı. Gelecek kurgulanırken sol siyaset hiçbir zaman toplumu alternatifsiz bırakmamalı. Bu perspektiften bakıldığında demokrasi solun “ihmal” ettiği bir alan olarak da yeniden tartışmayı hak etmektedir. Demokrasiyi burjuvaziye mal ederek ona sırtını dönmekten öte tarihsel bağlantıları yeniden kurulmalı, kökenleri konusunda yeni bakış açıları radikal bir biçimde ve adalet arayışı için yeniden tartışılmalıdır. Zira Derrida’nın dediği gibi “Adalet, sınırları olmayan, dolayısıyla aşkın ve hesaplanamaz bir sorumluluk anlayışına çağırır”; ve bu çağrı, demokrasinin yeniden ve belki de son kez ayakları üzerine oturtulması ile mümkün olabilir.
Bu bağlamda Kürt siyasal hareketinin ve dostlarının pratikte çeşitli biçimlerde uyguladığı, Post Marksistlerin akademik çevrelerde teorik olarak tartıştığı Radikal Demokrasi de yeniden tartışılmalı. Radikal Demokrasinin politik referansları nelerdir, modern ulus devlet ve yurttaşlık ile ilişkisi nasıl kurulmalı, teorik çerçevesi nedir, kuramsal ve kavramsal hatları nasıl kurulabilir? O halde önümüzdeki haftanın konusu Radikal Demokrasi.