Arif Altan
Uzaktayken kokusu duyulurdu, artık ne kokusu, ne tadı var ekmeğin, sadece görünüşü aynı. Adam gişeden parayı uzatıyor, fırıncı iki ekmek uzatıyor. Buzlu basamaklara çöküp kalmış yaşlı kadın, “bana da ekmek alır mısın?” diye soruyor. Rüzgârın uğultusu içinde umutsuz, utangaç, zor duyulur kısık bir ses. Adam ekmeği uzatıyor kadına ve hızla uzaklaşıyor. Evinin bulunduğu sokağa sapmadan cadde üstü lokantadan çıkan yirmi yaşlarında bir genç. Sırtında ısıtmayan bir ceket, titreyen ve üşüyen bir bakış, darmadağın bir yüz. Sepetini düzelttikten sonra bisikletine binecekken, “dikkat et, buzlanma var” diyene dönüyor, umursar bir ses duymanın kısa şaşkınlığı: “Lanet olsun, başka iş yok ki, bu soğukta oraya buraya koştur dur!” Kar kaplı kaldırımda kalan ipince yılan kıvrımlı bir tekerlek izi. Kadere hiddetli, dünyaya oturaklı küfürleri bastıran motor sesleri. Rüzgâr şiddetini, soğuk hissedilir gücünü, kar yoğunluğunu artırıyor. Huzur vermiyor kar, gürültüyü ve kargaşayı alıp kendinde eritmiyor ve geriye de gevşetici bir sükûnet bırakmıyor. Rüzgâr ve soğukla, buz ve endişeyle iniyor kar. Birbirine değmeden ayrı ayrı eriyerek geçen yapayalnız, dışarıdan gösterişli bir neşe içinde ama kendi içine doğru tükenen ve sokak aralarında gözden yitip giden insanlar.
Bir şeyi olanlar ve hiçbir şeyi olmayanlar. Bir evi olanlar ve sığınacak bir evi olmayanlar. Sıcak bir odanın içinde pencerelerden bakanlar ve dışarıda buzlu kaldırımlarda titreşerek oturanlar. Ekmek alabilenler ve ekmeği dilenenler. Açlar ve toklar. Çocuklarını kartopu oynamaya çıkaranlar ve çocuklarıyla çöpleri eşeleyenler. Buzlu kaldırımlarda donarak ölenler ile cesetler üzerinde tıkanarak semirenler… Kar yağıyor ve hiçbir şeyin üstünü örtmüyor. Her şeyi daha bir görünür hale getiriyor. Kışı sağ salim çıkaracak olanlar ile çıkaramayacak olanlar arasındaki karşıtlık tek ve nihai karşıtlık. Söylev erdem doruklarından, tınılar tefeci literatürden. Herkes biliyor, bildiğini unutuyor herkes: Kavga, savaş, devrim, çatışma, mücadele, tüm bunlar artık baharı görecek olanlarla göremeyecek olanlar, yiyecek ekmeği olanlar ile çöpten kırıntıları toplayanlar arasında.
Çığların ritmi, çağların devinimi, devirlerin gücü o eski büyüklük çok uzaklarda, bütün bir dünyanın kımıldamaz hale getirmek için pençelerini uzattığı yerde. Geride kalanlar düzenin mümessili, başkaldırının değil; sistemin dayanağı, isyanın değil. Eski bir rüya, yeni bir iman, taze bir soluk… Birbirini yarasından öpüp sağaltanlar, onlar, yanı başımızdaki uzak düş, çırpılmamış ses, çarpıtılmamış duru ezgi, yarılmamış aydınlık imge temelli. Ötelenen, unutturulan, görünmez kılınan henüz belleğe eskimeyen, şimdiye örselenen görkem. Oysa ikame edilen kurtarıcı motif, en fazla tüccar azizliği, müteahhit azmi. Dolandırmak varken en diptekini esirgemeyecek koruyucusu, gözetir gibi görünecek ama son darbeyi indirmek için hazır bekleyecek yakını. Avukatı, gerçekte gardiyanı. Sevdiği, gizli tanığı; yaslandığı, muhbiri; tutunduğu, ihbarcısı. Geride, hiçbir şeyi olmayana hiç kimse olacak olanlar uğruna heba edilmiş yoksul ömürler, perişan hayatlar. Doktor iyileştirir gibi gözükecek, ama son neşter tam da öldürecek yerden yenecek. Zerre birikimi, azıcık itibarı, tek gözeteni olmayanın davasına da, icabına da çabucak bakılır. Çünkü erdemle yoksulluğun bağdaşmayacağı kanısı her çağda ve her yerde hüküm süren değişmez yasa. Az önce üzerine eğilen meleğin, doğrulduğunda iblisin ta kendisi olduğunu bilmeyen zamanın zayıfları, çağın çaresizleri.
Sıcaklık duygusu vermiyor, neşe ve coşku taşımıyor, kötü anıların hiç birini susturmuyor. Aksi söyleniyordu; huzurlu sessizliği ondanmış, kar kristalleri sesi yutarmış. Oysa tüm huzursuzluğu ve gürültüsüyle, gri karanlığın sağır edici yankılarıyla iniyor kar. Rüzgârın uğultusunu, soğuğun keskinliğini bastıran çıplak bakışların sesi, aç çocukların çığlıkları, buzlu zeminlere yapışmış buruşuk tenlerin feryatları. Büyük kuramların sonsuz derinliğine gömülüp görmezlikten gelmek, artık büyük beceri ister: En büyük savaş, o nihai kapışma mendilleri kimseye satamayan adam, ekmek dilenen yaşlı kadın, kâğıt toplayan çocuk, yatak diye buzlu betona uzanmış evsiz genç ile azıcık birikimi veya herhangi bir şeyi olanlar arasında. Tüm iyi niyetine rağmen başkasını öldüren soğuktan romantik havalar soluyanların, derme çatma da olsa bir korunakta, mevcudiyetleriyle bir hayatta kalma sanatı telkin edebilenlerin anlamak istemeyeceği gerçek şudur; çelişkinin niteliği de isyanın kitlesi de değişti. Temel mesele, güne herhangi bir garantiyle yayılanlar ile gün ve geceyi titreyerek geçirenlerin uyuşmazlığı. Gerçek kitle de yalnızca gözden çıkarılanlar. Yani köy dışı, şehir dışı, sınıf dışı, hayat dışı, barınacak ve gidecek hiç bir yeri olmayan, hiç bir şekilde korunamayacak olan, sadece ve sadece şiddetin kendisine yardımcı olabileceğini en sonunda anlamak zorunda kalacak olan mutlak açlar, uzlaşabilecek bir şeyi olmayan, verecek tavizi bulunmayacak kadar yoksun olanlar, kendi bağrını parçalayacak tırnaklarından başka hiçbir silahla kuşanmamış olanlar…
Ağırbaşlı bir dökülüş, artık soğuk ıslığı duyulmuyor ama kar sadece yağmalanmış düşleri, acı çığlığına boğulmuş çocukları hatırlatıyor. Tanrının, insana temiz görünme inceliğini gösterdiği zamanların karından farklı. Gizlediği her şeyi gösteriyor, susturduğu her şeyi konuşturuyor, giydirdiği her şeyi soyuyor. Zarafeti, temizliği, saflığı taşımıyor kar, iyi ve güzel olan her şeyi asil zamanların bağrına, erdem çağlarının görünmez derinliğine sürüyor.