İnsanlık tarihinin her döneminde gerçeğin hegemonyası baskın geldikçe, o gerçek neyi temsil ediyorsa etsin, toplumlar için birer kurtuluş yoluna dönüşebilir. Monarşilerden sonra cumhuriyet rejimlerinin varlığı (veya ulusun devletleşmesi) tarihsel bir gerçekliktir; fakat cumhuriyet rejimlerinin siyasal hayata temas etmesiyle halkların uluslaşarak bölünüp ayrışması ve sınıfsallaşması da somut gerçekliklerdir. Gerçekler devrimci olsa da devrimlerin sürekliliği için şüpheyle bakmak, gerçeklerin red ve kabul ölçülerinde temkinli davranmak önemli.
Uluslaşmayı halkın etnik kimlikler bağlamında ayrışması olarak tanımlayabiliriz. Halk ve ulus birbirinden farklı kavramlardır. Halk etnik ayrımcılığın henüz olmadığı topluluklardan oluşan en sade formdur. Uluslaşma ise dönemin hegemonyasının eliyle halkın içinden seçilmiş bir etnik yapının diğerleri üzerinde ayrıcalıklı kılınarak üst kimlik olarak siyasallaşması veya devletleşmesidir. Ulus devlet, kapitalist modernite düzeninde egemen bir etnik yapı inşa ederek, bu inşaya dahil olmayan halk kitlelerini toplum kırım teknikleriyle sömürgeleştiren en üst siyasi organizasyondur. Ulus, devletleşerek Cumhuriyet rejimi ile birlikte politik bir gerçeğe dönüşmüştür.
Uluslaşma monarklardan kurtuluş değildir
Oysaki Cumhuriyet teoride Fransızların, İngilizlerin, Türklerin, Almanların cumhuriyeti değil, monarka karşı birlikte direnen bütün halkın cumhuriyeti olmalıydı; devlet halklaşacak, halk yöneticilerini seçerek kendi kendini yönetecek, böylece cumhuriyet toplumsallaşacaktı. İlk zamanlarda bu kısmen başarılmıştı; halk, kan bağıyla birbirine bağlı olan -aptal veya şizofren bile olsa- asırlarca tüm saçmalıklarına katlandıkları krallardan, şımarık prens ve prenseslerden yönetimi kurtarmıştı. Genel eğilim, ulus devlete dayalı cumhuriyet devrimlerini monarklardan kurtuluş olarak nitelendiriyordu.
Meseleyi “Monarklardan kurtuluş” metaforuyla ifadelendirmek dönemin koşulları içinde yaratıcı taktiksel bir söylem olabilir; dahası burjuvazi tarihinin en manipülatif taktiği olarak da nitelendirilebilir. Ancak bu manipülasyon, kapitalist modernite kapsamında halkların, sınıfın ve doğanın sömürgeleştirilmesi hakikatini ortadan kaldırmaya yetecek potansiyele sahip değildir.
Burjuvazinin bu tarihsel manipülasyonu, önce işçi sınıfının direnişleriyle, daha sonrasında toplumlarda sömürülen yerli halkların isyanlarıyla boşa çıkarıldı ve uzun süre farklı coğrafyalarda uluslaşma adı altında yürütülen konseptin halk için bir kurtuluş yolu olmadığı bilinci gelişti. Tek ulusa dayalı cumhuriyetler, hegemonyanın stratejik hedefleri kapsamında devletin ve sermayenin uzun vadeli amaçlarını icra etmek için kurulduğu, zaman içinde biraz daha iyi anlaşılmış oldu.
Solun cumhuriyetle ilişkisi
Burjuvazinin stratejik hedeflerini başından beri dikkatlice gözlemleyip hesaplarını bozan siyasal dinamik elbette sol siyasetlerdi, sol siyasetin öznesi ise proletaryadır. Proletarya, bir taraftan toplumu bilinçlendirme motivasyonuyla hareket etmiş, diğer taraftan siyasi, iktisadi ve kültürel sömürüye karşı toplumu örgütleyerek tarihsel direnişler sergilemiştir. Bu bakımdan cumhuriyet rejimlerinin sol dinamikler sayesinde halklaştığını söyleyebiliriz. Özellikle birinci dünya savaşının hemen sonrasında mikrop gibi yayılan Faşizme ve Nazizme, başka bir deyişle Cumhuriyetin Hitlerleşmesine, Francolaşmasına hep solcu kitleler, solcu liderler, soldan aydınlar meydan okumuştur.
Aslında bugüne kadar kazanılan sayısız politik kazanımın altında solcuların emeği, kana karışmış teri, pes etmeyen aklı var. Sanıldığı gibi sol siyaset, sadece Fransız parlamentosunda sağa- sola dizilmiş sıralarda oturan orta sınıfın parlamenterlik kürsüleri ile başlayan veya bununla sınırlı kalan bir olgu değildir. Solculuk modern dönemle birlikte ele alınsa da tarihsel bağlamda zulme karşı ahlaki ve politik bir tutumdur. Bu yönüyle sol ideoloji için, her türlü sömürüye başkaldıran ilk insanların ve ilk toplumların ideolojisidir diyebiliriz. Buradan hareketle cumhuriyet rejimlerinin altında da sol itirazların, isyanların, sol aklın örgütlü tavrı olduğunu ara ara hatırlamamız gerekiyor. Teorik olarak beyaz aydınların çabası, emeği ve müdahaleleri elbette göz ardı edilemez; ancak özünde Cumhuriyet rejimlerini, solun halklaşarak inşa ettiği ve koruduğu politik sistemler olarak okumak gerekiyor.
Ulus devlet yurttaşının proleterleşmesi
Sol ideolojilerin taşıyıcısı ve sosyalist devrimlerin öznesi proletaryadır ve son kertede sol siyaset, proletaryanın uluslaşmasına ve cumhuriyetin halktan arındırılmasına karşı yapılan tarihsel bir müdahaledir.
Ulus devletin vatandaşı aynı zamanda proletaryası olarak düşünülmüştür. Zira uluslar, kapitalist modernitenin iktisadi ve askeri düzeneklerini ayakta tutan proletarya ordusu olarak tasarlanmıştır. Önce kitlesel eğitim ile okullara, sonra fabrika ve kışlalara kapatılmak üzere sürekli üretmek zorunda kalan bir proletarya…
Proletarya açlıktan ölse bile askere gidecek, savaşa girecek ve uluslaştırılmış devleti savunacaktır; yeri geldiğinde ulus devletin yurttaşlık görevini icra etmek için saldırganlaşır, gözünü kırpmadan düşman ilan edilenleri öldürür, katliam yapabilir, muhalif toplulukları sömürebilir..
Monarkların istibdat rejimlerinden, toprak ağalarının zulmünden kaçmak için burjuvazi ile ortaklık eden ve böylece isteksizce de olsa toprak köleliğinden kent köleliğine geçiş yapmak zorunda bırakılan proleteryanın uluslaşması, günümüzün etnik, siyasal ve sınıfsal eşitsizliklerinin kök hücresidir. Proletaryanın uluslaşması ve sermayenin çarkları arasında enternasyonal karakterinin zayıflatılması “nasıl bir proletarya?” sorusunu her dönem sormamıza temel bir gerekçe sunuyor.
Cumhuriyet devrimlerinin yozlaşması
Tüm devrimler nasıl ki sapmaya uğrayıp yozlaştıysa Cumhuriyet devrimleri de zamanla yozlaştı. Halkın farklılıklarıyla bir bütün iken kedini parçalara ayırarak kurtuluşunu uluslaşmada araması ve kendini yeniden tanıma gayreti ilk zamanlarda bir devrim olsa da bu devrim zamanla yozlaşarak kapitalist moderniteye bir itaat biçimine dönüştü ve genel olarak halklar yeni düzene rıza gösterdi.
Burada bir parantez açarak devam edersek Kürtler uluslaşmanın ve modernleşmenin farklı saiklerle halkı böleceğini ön görerek uzun süre yerel formlarla direnmiş, ancak yaklaşık yüz elli yıldan fazladır hem modern uluslaşma mücadelesini sürdürmüş, hem de uluslaşmanın arızalarına karşı amansız bir direnişin öznesi olmuştur. Modern Kürt aydınları çağın gerçeğine sırtını dönmemiş ve uluslaşma mücadelesinin içindeki yerini almışken, yerel kanat önderleri ve halk, modernitenin merkezileşmesine ve sömürgeleştirme gramerine karşı yerelde kesintisiz direnişler sergilemiştir. Kürtler açısından gelinen aşamada “nasıl bir cumhuriyet, nasıl bir uluslaşma, nasıl bir Kürtleşme” sorusu hem tarihselliğini ve güncelliğini hala korumaktadır. Bu başlık başka bir yazıdan derinlemesine tartışmayı hak ediyor.
Özetle büyük umutlarla kurulan halk cumhuriyetleri önce uluslaştırıldı; sonra yurttaşlar proleterleştirilerek kapitalizmin sömürgesi haline getirildi ve sonunda ulus devletin koruyucusu olarak militerleştirildi. Çok dillilikten tek dilliliğe, çok kültürlülükten tek kültüre geçildi. Peki değişen neydi, cumhuriyetin ezilen halklara üstünlük taslayan seçilmiş ulusu hangi toplumsal sorunlara cevap olabildi? Bu soruları sormaya devam etmek gerekiyor.
Tek ulusun egemenliğine dayalı cumhuriyet, monarkın cumhuriyetinden daha kötü sonuçlar yarattı; ulusal yurttaşlık statüsü her bireyi ezilen halklar üzerinde egemenlik kurmaya çalışan birer monarka dönüştürdü.
Zira ulusal düzende yurttaşa verilen milli görev kendisinden başka birine daha az yaşam hakkı tanıyarak, kendisini üstün, diğerlerini değersiz gören bir motivasyon üzerine kuruludur. Her şey tekleşmelidir; özellikle vatan, millet, devlet ve bayrak mutlak anlamda tekleşmelidir. Çokluk artık tehlikelidir. Monarşik teklik yerini ulusal tekliğe bırakmıştır; teklik çoğullaşmış ve toplumsallaşmıştır.
Daha önce tek bir erkek krala itaat eden halkın başına, ulus devletin üst kimliğini taşıyan yerli ve milli sayısız yeni monark (ulus devletin millileştirilmiş yeni yurttaşları) atanmıştır. Yeni monarklar mahallede komşunuz olabilir, okulda öğretmeniniz, yanınızdaki sırada oturan arkadaşınız, fabrikada her gün birlikte çalıştığınız kişi olabilir. Yeni monarklar aldıkları icazet gereği kendilerini yaşamın her alanında farklı etnik kimliklere sahip diğer sıradan yurttaşlardan üstün görmektedir. Yeni monark ile aynı ücreti alırsınız ama o yine de üstün biridir, aynı eğitimi alırsınız ama o yine de üstün biridir, aynı oylarla seçilir ama yine de o hepimizden daha üstün biridir çünkü o, toplumsallaşmış, toplumun her hücresine yapışmış çoklukları tekleştirmek üzere atanmış ulus devletin öz ve öz bekçisidir. Sinsidir, uzun süre sizi gözlemleyebilir; sizinle aynı otobüste yolculuk yapar, aynı fırından ekmek alır, aynı sofrada oturur, ama bir gün onun kutsanmış kimliği ile ilgili bir “hata” yaparsanız veya kendi hakikatinizin izini sürerseniz yeni monark hızlıca sizi jurnaller, o güne kadar iyi olan, misafirperver olan siz, birden “vatan haini, bölücü, terörist” olursunuz.
Yeni monarklar
Türkiye’nin İslamcı iktidarı Kemalistlerin yağmaladığı cumhuriyeti daha da itibarsızlaştırarak toplumda yeni monarklar yarattı. Hiçbir düzeni, hakikati, adaleti, hiçbir yasayı, hiçbir dostluğu, hemşehriliği, mahalleliği tanımayan kendi menfaatleri için bütün dünyayı ateşe verebilecek, gözleri paradan başka hiçbir şey görmeyen hırslı monarklar…
Yeni monarkın halkı millileştirme görevi hiyerarşik bir silsile içinde yapılmaktadır. Herkese konumuna göre çeşitli görevler verilmiştir; çünkü herkes bu konumlanma doğrultusunda ödüllendirilecektir. Bakanlardan sermaye çevrelerine, patrondan işçiye, akademisyenden gazeteciye bu görev çok ciddi bir rant ve kaynak dağılımına göre dizayn edilmektedir.
Nihayet yeni monark yeni bir ırkçılık tipi de geliştirmiştir, ölçüsüzce kapitalistleşmiş, tüm insani özelliklerini, komşuluğunu kaybetmiş, hele de yabancıya öyle bir düşman olmuştur ki yabancının denize girmesinden, dondurma yemesinden, çocuklarını sevme biçiminden bile tiksinmektedir. Yeni monarkların düzeninde ataları tarafından katledilen sistem karşıtı kişilerin mezarlarına, torunlar suikast düzenlemeyi planlamaktadır, mezarları olmayan yerli liderlerin dikilen heykellerine kayyım atamayı düşlemektedirler. İnanılmaz bir şey değil mi?
Cumhuriyet mezarlardan ve heykellerden korkan insanlara emanet edildiği için başarısızdır. Tekçiliğe teslim olması, elitlerin oyuncağı haline getirilmesi, militerleşmesi, sermayeleşmesi ve devletleşmesi bu başarısızlığı tescilliyor. Halkın büyük bir bölümünü dışarıda bırakması, tek adam rejimine boyun eğmesi, yurttaş değil militan üretmesi başarısızlığın diğer nedenleridir.
Tek adam rejiminin yarattığı yeni monarklar, demokratik cumhuriyet tezinin yeniden ve radikal bir şekilde tartışılması gerektiğini bir kez daha göstermiştir. Cumhuriyet rejimi şu ana kadar siyasal insanların icat ettiği en iyi rejimdir; henüz tamamlanmamış bir aydınlanmadır; şayet demokratikleştirilirse hala halkların siyasal çatısı olabilir.
Cumhuriyeti Rousseau’dan alıp Abdulkadir Selvi’ye teslim etmek derin bir trajedidir. Dünyanın en iyi rejimini kötülere emanet ederseniz o rejim dünyanın en kötü rejimi olur. Dünyanın en kötü rejimini desteklerseniz insanlara dünyanın en büyük kötülüğünü yapmış olursunuz.