Bazı sözler ayartıcıdır. Jeneriktir. Meseleyi en kısa yoldan tanımlamanın imkanlarını sunar. Fakat bu özellikleri çeşitli tuzaklar üretir. Fazla düşünme yerine konforu tutma, anlamlandırma yerine isimlendirme gibi tuzaklar kurulur. Türkiye’de iktidarı tanımlamak için “tek adam rejimi” kavramı böylesi ayartıcı ama tuzak dolu bir kavram.
Erdoğan’ın siyasi kariyerindeki “başarılar” ile ana muhalefetin (ve dahi birçoğumuzun) rejimi tanımlaması arasında paralellik söz konusu. Sırasıyla Erdoğan’ın 2007’deki başörtüsü krizinden, 2011’de siyasi haritada ufkunu uzaklara dikmesinden, 2013’te Gezi direnişine karşı tutumundan, 2015’te Kürt sorununda şiddet eksenine geri dönüşünden, 2016’da ilan edilen OHAL’den bu yana çeşitli kırılma anları Erdoğan’ın tutumunu 2002’deki halinden oldukça farklı bir noktaya taşıdı.
2017 yılının Nisan ayında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin referandumdan az bir farkla geçmesi ve 24 Haziran 2018’deki OHAL şartları altında gerçekleşen seçimle yürürlüğe girmesi süreciyle birlikte “Tek Adam Rejimi” tanımlaması/adlandırması söylenmeye devam etti. Sadece Erdoğan’ın siyasi “başarıları” değil, aynı zamanda 31 Mart ve 23 Haziran’daki seçim yenilgileri de muhalefetin “Tek Adam Rejimi” ifadesine daha sıkı sarılmasına neden oldu.
Peki bugün Türkiye gerçekten bir “Tek Adam Rejimi” altında mı yönetiliyor? “Tek Adam Rejimi” sözü neleri örtüyor? Hangi siyasi ufuksuzluklara yelken açıyor?
Esas tartışma: Tek Adam Rejimi mi, Rejimin Tek Adamı mı?
Rejim kelimesi Fransızca régime “yönetim, düzen, özellikle sıkı düzen” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince regere “yönetmek” fiilinden +men ekiyle türetilmiştir. Yani bu kavram hem bir duruma hem de edime işaret etmektedir. Her ikisini bir arada tutan ve konumlandıran bir de siyasal akla.
Bu siyasal akıl bir düzenle birlikte var olur, yönetim ise her türlü bireyin-kolektifin idaresinden sorumludur. Dolayısıyla tarihin herhangi bir anındaki herhangi bir rejim, kimi zaman tek adama ihtiyaç duysa da her zaman tek adamdan daha fazlası demektir.
Türkiye’de muhalefetin iktidar şebekesini “Tek Adam Rejimi” olarak adlandırması bu yönüyle sadece eksik değil, hatalıdır da.
Seçilen Baş Konsül: Rejim Tek Adamını var ediyor
Özellikle 20 Temmuz OHAL ilanıyla geniş ve güçlü yetkiler alan Erdoğan liderliğindeki iktidar şebekesine “Tek Adam Rejimi” ifadesiyle seslenmek daha sık duyulur hale geldi. OHAL ilanının tarihçesiyle Türkiye’de “Tek Adam Rejimi” sözünün kullanılması arasında görünmeyen ilişkiye bakalım.
OHAL’in Roma’ya ait köklerinde Roma Senatosu üyeleri, ülkenin yakın ve güçlü bir tehdit altında olduğuna kanaat getirdiğinde senatodaki konsüllerden birine yetki devri yaparak “Baş Konsül” ilanına giderdi.
Baş Konsül, senatoya ait yetkileri hızlı karar alma, tehditlere karşı etkin mücadele etme gibi gerekçelerle kullanılıyordu. Yani OHAL’de “Baş Konsül” geniş ve güçlü yetkilerin sahibi oluyordu. Geçici verilen yetkiler kimi zaman Baş Konsülün güçlenmesi sonrasında farklı siyasi amaçlar için kullanılsa da Roma düzeni için Baş Konsüllük makamı, devletin tehditlerden korunması, toplumun yönetilmesi, egemenlerin çıkarlarının devam etmesi adına önemli bir “imdat freni” işlevi görmekteydi.
Roma’dan bugüne egemenin tehdit duygusu ve devlet aklı farklı patikalardan ilerlese de ana yol hep aynı kalmaya devam etti. Egemen risk ve tehdit analizi yapar, kadim çıkarların kaybedilmesi korkusunu yaşar, değişime direnir ve gücü tek elde toplayarak bu süreci atlatmaya çalışır. Yani rejim, tek adamını bulur. Tek adam ile rejim arasındaki gerilim her daim baki olsa da tehdit algısı, risk hesapları ve korku rejimin konforu, çıkarları ve düzenine dairdir.
Bu yönüyle “tek adam olarak Erdoğan” zaman içerisinde güçlense de özellikle Çözüm Süreci kavşağında rejim, risk ve tehdit algısını öne çıkardı, değişime direndi ve “tek adam”ını buldu. Tek adamla kurulan ilişkide karşılıklı çıkar esastır. Rejim kendi kodlarıyla, resmî ideolojisiyle devam ederken, “tek adam” iktidarın nimetlerinden yararlanır. “Tek adam” belli miktar halkın rızasını rejime sunarken, rejim “tek adam”ın angajmanlarını göğüsler.
Resmi ideolojiye dönüş ve devlet aklının müdahalesi: Demokratik dönüşüm ıskalandı!
Türkiye’de siyasi özneler açısından devletin demokratik dönüşümünün turnusol kâğıdı Kürt sorununa yaklaşımdır. Kadim devlet refleksi ve aklı, bu sorunu hep bastırma ve inkara dayalı “çözme” yönündeki iradesiyle geliştirdi. İç ve dış sebeplerden dolayı kimi zaman patikaları sapılsa da temel yaklaşım hep bu yönde oldu.
Çözüm Süreci, kadim devlet aklı ve refleksine karşı Türkiye’de ulusal kimlik ve devletin demokratik değişimine en fazla yaklaşıldığı dönem oldu. Fakat bu dönemde hem iktidarın oy kaybı hem de devlet aklının demokratik dönüşüme karşı çıkar-konfor ikilisini risk altında görmesiyle Çözüm Süreci bitirildi ve birçok kişinin şaşıracağı yeni bir koalisyon kuruldu: AKP, MHP ve ulusalcılar.
Türklük Sözleşmesinde iman etmiş ana akım Türkiye siyasi tarihi okumasında yan yana gelemeyecek bu siyasi gelenek ve bellekleri bir araya getiren şey devlet ve Türklüğün kriz içinde olması ile iktidarı kaybetme korkusuydu.
Benzemezlerin bir araya gelmesinin temel motivasyonunu Beyazlık çalışmalarından ilhamla söylersek; beyazlığın (Türklük-Sünnilik-Erkeklik) imtiyazlarının siyaset ve ideoloji üstü olmasıydı. Beyaz(lar) hükümet etmenin sahibi, devletin aklı, rejimin sahibi olmalıydı.
Ana muhalefetin yanılsaması veya konfordan vazgeçmemek!
Bu hal ve şeraiti okumak yerine tüm muhalefetini Erdoğan karşıtlığı üzerinden kuran muhalefetin siyasi aklı ve tutumuna dair birkaç olasılıktan bahsetmek mümkündür.
İlk olarak muhalefetin, Erdoğan’ı baş konsül haline getiren siyasal iklimi göremeyecek kadar fikri fukaralık içinde olması ihtimalidir. Erdoğan’ın bir rejim mutabakatıyla baş konsül olduğunu göremeyecek kadar büyük bir yanılsama yaşıyor olabilir.
İkinci olarak ise muhalefet, Baş Konsül ile konsüller arasındaki gerilime oynamaya çalışıyor olabilir. Bunun için de “devletin bir kanadı”na yaslanmak için Kürtlerle mesafesini arttırıyor ve iktidara gidecek yolu en azından “devletin bir kanadından” destek almakta görüyor olabilir.
Her iki olasılığın arka planında da Türklük Sözleşmesi’nden vazgeçememek ve kutsal devlet fikrine sımsıkı sarılı olmak yatıyor. Her bir olasılıktan da medet ummak, halka sırtını devlete yüzünü demektir.
Eğer Türkiye’de halkın ve devletin bir alternatifle ikinci yüzyıla girmesi isteniyorsa, öncelikle ulusal kimlik ve devlet krizine karşı demokratik dönüşümü gerçekleştirmek ve Türklük Sözleşmesinden kurtulmak gerekiyor. Bu yapılmadığı müddetçe (Millet İttifakının Anayasa Değişiklik Teklifinde de gördüğümüz üzere) muhalefet gerçek bir alternatif olmaktan uzak kalmaya devam edecektir.
Nihayetinde Türkiye halklarının demokratik ve barışçıl geleceği adına “tek adama hayır, rejime evet” diyerek seçimde iktidara gelmenin değil; devletin ve ulusal kimliğin demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi dönüşümü mücadelesini yürütmek gerekiyor. Devlet-demokrasi ikileminde demokrasiden yana tutum almak, toplumu savunmak gerekiyor.
Hasan Kılıç kimdir?
Hasan Kılıç, lisans ve yüksek lisans derecelerini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden aldı. Doktora öğrenimine Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi Anabilim Dalında doktora tez aşamasında devam etmektedir. Türkiye siyasi tarihi, devlet kuramı ve felsefesi, Kürt Sorunu gibi alanlarda çalışmaktadır. Bugüne kadar birçok gazete ve dergide makale ve yazıları yayınlanmıştır. Gazete Karınca’ya yazılar yazmaktadır.