Ulrike Meinhof 9 Mayıs 1976 tarihinde, Stuttgart Stammheim cezaevinde, Nazi artığı Alman egemenleri tarafından öldürüldü. Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF)bir savaşçısıydı. Hani “Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim” diyen yiğit kadından bahsediyorum. Hiç kuşkusuz ki: Ezilenlerin, devrimcilerin mücadelesini hâkim sınıfın üyeleri estetize edip, sanata uyarladıklarında, ortaya ‘tahrif edilmiş’, itibarsızlaştırılmaya çalışılmış kişiler ve öyküler kapitalist piyasaya servis edilir. Bunun en somut örneklerinden biri, 2008 Alman-Çek Cumhuriyeti-Fransa ortak yapımı Baader-Meinhof Komplex filmidir. Bu bakış açısının yerli versiyonları da mevcut. Meinhof ve arkadaşlarının ölüm yıldönümünde, Baader-Meinhof Komplex filmini tekrar izledim. Şimdi yalanlar ve gerçeklere bir göz atalım.
Hayali Baader-Meinhof
Uli Edel’in çektiği Baader-Meinhof Komplex filmi, 1960’ların sonunda başlayıp, 70’lerin ortasında son bulan Almanya merkezli RAF’ı (Kızıl Ordu Fraksiyonu) anlatmakta. Yönetmen, o döneme ayna tuttuğunu, belgesel sinemanın önemli bir örneğini ortaya koyduğunu belirtiyordu. Gerçekten öyle mi? İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Almanya’yı ziyareti sırasında meydana gelen sokak gösterileri ile birlikte film başlar. 68 Kuşağı’nın Alman öğrenci lideri Rudi Dutschke’nin bir amfide yaptığı ve Vietnam işgaline göndermede bulunduğu konuşma ile işler ısınır. Birden perdede hippi kılıklı gençler görmeye başlarız. İsteyenin istediği ile seviştiği izbe odalarda, bir yandan da devrim muhabbeti yaparlar. Kim mi bu gençler? RAF’ın bir numarası Andreas Baader, üç numarası Gudrun Ensslin ve önemli bir başka isim avukat Hörst Mahler.
Toplu seks partilerinden fırsat buldukça kundaklama yaparlar. Bir anda kendinizi Katil Doğanlar filmini izliyor zannedebilirsiniz. Bu psikopat grubun eylemlerini destekleyen bir gazeteci de vardır. Televizyonlarda onları savunan bu gazeteci Ulrike Meinhof’tur. Meinhof iki kız çocuğu annesi mutsuz (mutsuzluğun kaynağı sorgulanmaz elbette) bir kadın olduğundan RAF’a katılır. Ne kadar benzer öyküler duyduk değil mi? RAF ekibi böylece Voltran’ı tamamlamış olur. Zevk için orayı, burayı bombalayan bu ekip, işin böyle olmayacağını anlar, silahlı eğitim almak için Ürdün’e giderler. Ama yönetmenimiz, devrimcileri ahlaksız göstermekte ısrarcı olduğu için, bayağı erotizm serpiştirmeyi ihmal etmez. RAF’ın kadın militanları, Arap devrimcilerin de eğitildiği mekânda, anadan doğma güneşlenirler. Silah kullanmayı öğrendikten sonra memlekete dönen gençler yakalanır ve hücrelere yerleştirirler. Lider kadrolar mahkûmdur. Zamanla Ulrike Meinhof, diğer ekip tarafından pasif olduğu için dışlanır. Şahin- güvercin hikâyesini hatırlayın. Gruptan tecrit edilen bunalımdaki Meinhof intihar eder. Dışarıda Baader ve Ensslin’i kurtarmak için adam kaçırma eylemleri düzenlenir. Bir Alman uçağı kaçırılır ama eylem başarısız olur. Bu başarısızlığı radyoda dinleyen içerideki RAF üyeleri de intihar eder. Yönetmen son sözünü filmin bitişinde genç bir militanın ağzından söyler: Siz onları kafanızda büyütmeyin, onlar intihar ettiler, sonucun böyle olacağını biliyorlardı.
Hakikat öyle miydi?
RAF hakkında hiçbir bilgisi olmayan biri, o devrimcileri ipe sapa gelmeyen, seks partileri düzenleyen, zevk için adam öldüren psikopatlar olarak bilir. Peki, gerçekler böyle mi? RAF, dünyadaki devrimci mücadeleye paralel ortaya çıkan Alman devrimci bir gruptu. Alman hükümetinin 70’lerin başında yaptığı bir araştırmaya göre, 30 yaşın altındaki her Alman gencinin 1/3’ü RAF’a sempati besliyordu. Filmde karikatürize edilen, edilgen kadın konumuna indirgenen Ulrike Meinhof, dönemin önemli gazetelerinden Konkret’te yazan tanınmış ve popüler bir yazardı. “Eğer bir taş atılırsa bu kişisel bir suçtur… Ama birden fazla taş atılırsa bu bir politik eylemdir…” diyen, donanımlı bir kadındı. 20 yıl hapis yatan RAF üyesi İrmgard Möller, yıllar sonra yaptığı bir söyleşi de, Meinhof’un hiçbir zaman dışlanmadığını, kendisinin intihar etmediğini, öldürülmesine kılıf bulmak için, örgüt tarafında izole edildi, bunalıma girdi ve intihar etti yalanının uydurulduğunu söylemişti. İngiliz doktorların yaptığı inceleme sonucunda, Meinhof’un önce öldürülüp, sonra çarşafa asıldığının tespit edildiğini de belirtelim. RAF, Filistin mücadelesi ile sürekli ittifak halindeydi. 1972 Münih Olimpiyatları sırasında, olimpiyat köyünü basıp, İsrail sporcularını rehin alan Filistinli militanların salıverilmesini istediği mahkûmlar içinde RAF üyeleri de vardı. Hücrelere alınan örgüt üyeleri, mahkemelerde kendilerini savunma imkânlarından bile yoksun bırakıldılar. Mahkemeler başlamadan önce, Alman hükümeti Ceza Muhakemeleri Kanununu değiştirdi. Daha sonra RAF, İşverenler Sendikası Başkanı Schleyer’i kaçırdı. Çok ünlü ve nefret edilen biriydi. II. Dünya Savaşı’nda Çekoslovakya’yı işgal eden kuvvetlerin komutanı, Prag kasabı Heidrich’in asistanıydı. Eski bir Nazi’ydi yani. Almanya’da yürütülen mücadele sırasında da sendikalara karşı tavrıyla işçilerin haklarının ellerinden alınması için çalışmıştı. RAF onu 11 tutsakla değiş tokuş yapmak amacıyla kaçırmıştı. Bu eylemden sonra, RAF üyeleri ayrı ayrı hücrelere konuldu. Ve bir gece, İrmgard Möller hariç içerideki tüm üyeler öldürüldü. Möller ise, aldığı bıçak darbeleri sonucu uzun süre tedavi gördü. Alman burjuvazisinin en önemli düşmanıydı RAF. Halkı yalanlarla avutan, ABD emperyalizmini Almanlara satan Bild-Zeitung ve diğer gazetelerin karşısında durdu. Bir yönetmen, gerçeklere ayna tutuyorum diyerek, tarihi ters yüz ederek yeni nesle böyle aktarmış işte.
Leoparın kuyruğuna tutunanlar
Bizde de aynı şeyler yapıldı. Turgut Yasalar 1998’ de Leoparın Kuyruğu diye bir film çekti. İdama mahkûm edilmiş arkadaşlarını kurtarmaya çalışan beş üniversiteli gencin, bir Amerikan askerini kaçırmalarını ve sonrasında başlarından geçen absürd olayları sinemalaştırdı. Olay ilk etapta kurgu gibi görünse de, Mahir Çayan ve arkadaşlarının, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idamdan kurtarmak için Kızıldere de yaptığı eylemden ilham aldığı çok belliydi. Yönetmen de bunu itiraf ediyordu zaten. Askeri niye kaçırdıklarını bir süre sonra unutan, aralarında küfürlü konuşan, birbirlerine saygısı olmayan, dışarı ile hiçbir bağı bulunmayan, silahı oyuncak zanneden bu gençlerin şahsında, 68’in Türkiye devrimcilerinin panoramasını ortaya çıkardığını iddia ediyordu yönetmenimiz. Sonrasında gelen eleştiriler üzerine de: “Ben 68’e, filmde anlattığım gibi bakıyorum. Denizler’in, Mahirler’in yurtseverliğine, heyecanına saygı duyuyorum. Ama onların mücadele yöntemlerini, ne politik ne de ideolojik olarak doğru buldum. O yüzden de böyle bir film yapmaya cesaret ettim. Tepki gelecekse de bu nedenlerden gelecektir” diyecekti. Tabi, mücadele yöntemini, ideolojisini benimsemediğin insanların filmini yapmak nasıl bir cesaret gerektiriyor sorusu da havada asılı kalıyordu.
Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele Tuuba’sı
Turgut Yasalar Leoparın Kuyruğu ile 68’e bakışını anlatırken, Yılmaz Erdoğan ise 2003 yapımı Vizontele Tuuba ile 1970’lerin devrimcilerine bakışını ortaya koyar. 12 Eylül Darbesi’ni sorgulayan bir film yaptığını iddia eden Erdoğan, sisteme entegre olmasını başarmaktan dolayı, efendilere bir teşekkür sunuyordu aslında. Bir darbeyi eleştirir görünüp, darbeyi meşrulaştıran bir film herhalde sinema tarihinde pek yoktur. Tiyatro replikleriyle çekilen, solcu tiplemeleri karikatürize eden, bunu yaparken de sisteme dokunmayan bir dilin peşinden gitmişti. O Kadar ki, yarattığı karakterlerin ikna ediciliğine güvenmediğinden, solcuların ellerine Cumhuriyet, sağcıların ellerine Tercüman gazetelerini tutuşturan, askeri cemselerin şehre girişini oynak bir müzikle kurgulayan Yılmaz Erdoğan, herhalde hayatında hiç darbe filmi izlememiş demek ki. Yaratılan tiplemelerin bazılarının gerçek hayatta belki karşılığı vardır. Oysa tarihe tanıklık ederken, faşist bir darbeye giden süreci nasıl okuduğunuz, durduğunuz yere bağlı olarak değişir. Solcular-sağcılar salaktı, birbirlerini dövüyorlardı, askerler darbe yaptı, kavga sona erdi. Vizontele Tuuba filminin özeti buydu. Keza Reis Çelik’in 1996’de çektiği Işıklar Sönmesin filmi de Kürt meselesinde gerçeklerin gölgelenmesine hizmet ediyordu. Dönemin siyasi atmosferi, baskılar belki yönetmeni orta yola itmiş olabilir. Fakat öyleyse bile, sanatçı cesur olmalı. Yoksa o topa hiç girmemeli.
Denizleri has Atatürkçü yapan film
Reis Çelik imzalı bir diğer film Hoşçakal Yarın’dır. İdam edilen devrimciler Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın yargılamalarını merkeze alan film, bir küfür filmi olmaktan öteye gidemediğini görünce, Işıklar Sönmesin filmindeki mesajın bilinçli bir tercih olduğu ortaya çıkıyor. 12 Mart hukukunu eleştirip, 27 Mayıs Anayasası’nı göklere çıkaran film, sloganvari bir anti Amerikancılık etrafında yürüyordu. Heyhat! ABD güdümlü 12 Mart muhtırasını veren ordu, bu anti Amerikancılığın dışında tutuluyordu. Hükümet tu kaka, ordu vatanperver. Gençlerin üzerindeki ilk dönem Kemalizm etkisi, film boyunca sürdürülüp, bu gençler Kemalist, gelin bunları asmayalım repliğini aşamıyordu. Anayasanın gericiliğine vurgu yapmak yerine, ‘Denizlerin suçlandıkları anayasayı ihlal etmekten değil tam tersine anayasanın gerçekten uygulanması için mücadele verdikleri’ sloganını çatı olarak kendisine seçiyordu Reis Çelik. Finalinde de, meramını ortaya koyup, idam sehpasında söylenen, Deniz, Hüseyin, Yusuf’un en çıplak düşünceleri olan son sözlere yer vermemişti. Denizleri, bize su katılmamış Pür Kemalistler olarak sunan bir pazarlama filmiydi.
Özetle
Eğer devrimcilerin, sosyalistlerin öykülerini başkaları yazarsa, filmini, belgeselini başkaları çekerse; yaşananların içini boşaltarak, aslından uzaklaştırarak yaparlar bunu. Tersten örnekler de var. Steven Sodeerrbgh’in çektiği CHE filmi buna en güzel örnek. Soderbergh, tarihsel gerçekliğe bağlı kalarak Che’nin politik mücadelesini sinemalaştırdı. Bunun nedeni, Soderbergh’in politik olarak sol bir dünyaya sahip olması yatmaktadır. 1990’lar sonrası içeriden de iyi örnekler olmadı değil. Kürt Sorununu merkeze alan, doğru yerde konumlanarak, kamerayı doğru yere tutan Handan İpekçi’nin Büyük Adam Küçük Aşk, Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk, Özcan Alper’in Gelecek Uzun Sürer, Uğur Yücel’in Yazı Tura, Kazım Öz’ün Bahoz filmlerini anmadan geçmek olmazdı. Demek ki, sanat bir gerçeği eğip, bükebilir. Lina Riefenstahl’in İradenin Zaferi filmi, Nazizm’in ne kadar yüce bir ideoloji olduğuna delalettir. Demek ki sanat, bir gerçeği çarpıcı bir biçimde sunabilir. C. Chaplin, Büyük Diktatör’de Nazizm’in insanlık düşmanı, hasta bir ideoloji olduğunu ortaya serer.