Dünya genelinde eşitsizlikler derinleştikçe, yoksulluk arttıkça hükümetlerin ve sermaye sınıfının toplumlarını yönetebilmesi zorlaşıyor. Rıza araçları daha çok zora, şiddete dayalı olmaya başlıyor. Eş zamanlı olarak toplumlar, iç dinamikleri üzerinden karşıt kamplara ayrılmaya çalışılıyor. Türkiye özelinde bir çırpıda Türk/Kürt, Sünni/Alevi, terörist/yurttaş, mülteci (Suriyeli, Afrikalı, Afganlı vb.) /yurttaş, LGBTI+/heteroseksüel vb. örnekler sıralanabilir. Oluşturulan kamplar, toplumun çok büyük bir çoğunluğunu yoksullaşma, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşamama vb. gerekçelerle günlük yaşamın sorunları üzerinden ortaklaşıp, yan yana gelerek haklarını arayabilecekken neredeyse birbirinin boğazına sarılacak “düşmanlar” haline dönüştürebiliyor. Çok sık yaşanmasa da “Gezi-Haziran İsyanı” dönemlerinde toplum bu oyunu bozabiliyor. Ancak hem dünyada hem de Türkiye’de böylesi kitlesel farkına varışlar ve iktidara karşı ortak tutum alışlar arzu ediliyor olsa da oldukça az sayıda ve çok özel dönemlerde gerçekleşebiliyor.
COVID-19 pandemisi, Temmuz 2007’de dönemin amiral gemisi ABD’de ortaya çıkan morgate krizi ile görünür hale gelen neoliberal politikaların tükenişini ve neoliberal kapitalizmin finansal krizini hızlandırdı. Böylece, yüzyılın başında ortaya çıkan “yaşamın krizi” pandemiyle birlikte, herkesin görebildiği, hissettiği bir olgu haline geldi. Pandeminin ilk döneminde bocalayan burjuvazi ve hükümetler birkaç ay içinde söz konusu “zafiyetten” kendilerini kurtarıp sınıf bilincinin gereklerini olanakları çerçevesinde yerine getirmek için tutum almaya başladılar. Pandemi dönemindeki kayıplarını giderebilmeleri için bir yandan sömürü oranını artıran mekanizmaları hızla devreye sokarken, eş zamanlı olarak topluma “sorunun ötekinden kaynaklandığını” dikte eden ve tutum aldırabilen politikaları devreye koydular. Son bir yıl içinde genel seçimlerin yapıldığı ülkelerin neredeyse tümünde sağın, ırkçıların ve mülteci karşıtlarının oyu arttı. Artmaya devam ediyor. Benzer dönemde ortaya saçılan ABD ile Rusya-Çin arasındaki hegemonya mücadelesi de süreci hızlandırıyor. Dünya halklarının yaşamakta olduğu “ekmek sorunu”nun üzeri otoriter hükümetler eliyle “ötekilere karşı mücadele sosu”yla örtülüyor.
Irk ayrımcılığı, ırkçılık 2020 yılının ilk yarısında, COVID-19 pandemisiyle birlikte, aniden ortaya çıkmadı. Sadece ırkçılığın, her zamankinden daha fazla farkedilmesini, mücadele edilmezse yarattığı sorunların daha sonra hangi boyutlara ulaşabileceğini açık bir şekilde görünür kıldı. Örneğin; ABD Minneapolis’te George Floyd’un gözaltı işlemi sırasında, polisler tarafından boğularak öldürülmesi, New York’da COVID-19 hastalığına yakalananların, sağlık hizmetine ulaşamayanların, ölenlerin ve öldüklerinde topluca gömülenlerin, okuldan bir öğün yemek alamazlarsa o günü aç geçiren çocukların, beslenme sorununu yaşayanların kimliğindeki öne çıkan ortaklık-“siyahlık” idi. Bir diğer örnek olgu, İngiltere’de etnik azınlıkların COVID-19’a yakalanma ve ölme risklerinin çok daha fazla olmasıyla birlikte, eşitsizliklerin salgın koşullarında çarpıcı bir biçimde görünür hale gelmesidir. Hemen hemen tümü; sağlık hizmetine ulaşamayan, açlık sorunu yaşayan, evleri olmayan ötekiler. Yakın tarihte yaşanan bu olgular ırkçılık üzerindeki perdeyi düşürdü. ‘Kral çıplak kaldı.’ Öncelikle ABD’de olmak üzere, sorunun büyüklüğü ve etkisinin ne boyutta olduğu saklanamaz olurken, beraberinde dünya genelinde devasa bir öfkenin de ortaya çıkmasını tetikledi.
Dünya tarihi incelediğinde, ekonomi alanı başta olmak üzere, kriz zamanlarında ırkçılığın yükselişe geçtiği/geçirildiği, damgalanma ve ötekileştirmenin arttığı açık olarak izlenebilmektedir. Ancak, bu yaşananlarda iktidarların tutumlarına ve payına özel olarak dikkat edilmelidir. Örneğin, Kara Ölüm sırasında Yahudi mezalimi, AIDS/HIV’in tanımlanması ve yaygınlığının artması sırasında LGBTI+ gruplara, Ebola salgını sırasında batı Afrika kökenli insanlara ve çok daha yakın tarihte COVID-19 salgınının başlangıcında uzak doğululara bütün bunlar yoğun ve sistematik olarak uygulandı, yaşatıldı. Kapitalizmin her geçen gün derinleşen yapısal krizinin günümüzde de ırkçılığın hükümetler tarafından “rıza üreten” politikaların üst sıralarına yerleştirildiğine ve seçimlerde de “meyvesinin toplandığına” tanık oluyoruz.
“Irk” kavramının Avrupalıların, 15. yüzyılda bilmedikleri coğrafyaları keşfe çıkıp, ulaştıkları toprakları sömürgeleştirmeye başlamasıyla birlikte, insanlığın kelime dağarcığına girdiği tahmin ediliyor. Böylece, insanları birkaç grup altında toplayabilmek ve bu kavram üzerinden yaratılan grupları hiyerarşik olarak dizmek gibi bir olanağı elde ettiler. Bu sayede, ekonomik, hukuksal ve sosyal eşitsizliklerin kaynağını biyolojik bir temele dayandırarak, sömürgeleştirmeyi ve sömürüyü meşrulaştırabilmenin önü açılmaya çalışılmıştır. Özetle, ırk kavramı, emperyalizmin ideolojik bir ürünü olarak ortaya çıkarılmıştır. O dönemde bu yeni kategoriler için en uygun kriterlerin morfolojik-fiziki özellikler olması nedeniyle, bedensel karakterlerdeki farklılıkların tercih edilmiş olduğunu söylemek mümkün. Zaman içinde ırk kavramı fiziki özelliklerden çok, genetik özellikler üzerinden açıklanmak, tanımlanmak istenmiş olsa da bugün için tüm insanlığın genetik farklılığının binde ikinin de altında olduğunun ortaya konduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Son dönemlerde kan grupları üzerinden konuyu gündeme getirenlerin sayısı hiç de az sayılmaz. Ancak unutulmamalıdır ki ırk, biyolojik değil, sosyal bir meseledir.
Toplum bilim alanının sözlüklerinde, ırk, iklim koşulları, yaşama biçimi ve kalıtım nedeniyle değişik özellikler kazanmış, beden biçimleri ve görünüşlerine göre ayrılan insan topluluğu olarak tanımlanıyor. İnsanlar arasında, fiziksel özelliklerine bakılarak, ekonomik, siyasal ve hukuksal haklar açısından ayrım yapılması, ırk ayrımı olarak; ırka, renge, soya, ulusal ya da etnik kökene dayanarak, temel insan haklarının herkese eşit koşullarda uygulanmaması gerektiğini ileri süren inanç ve ideoloji, ırk ayrımcılığı; varsayılan kimi toplumsal, zihinsel ya da bedensel özellikleriyle ilişkilendirerek, belli bir ırka yönelik ayrımcılığı haklı gösteren belirlenimci düşünüş ve eylemler de ırkçılık olarak tanımlanıyor. Pek çok bilimsel çalışmada da ortaya konduğu gibi, ırkçılık eşitsizliklerin meşrulaştırılmasının araçlarından birisi olarak ortaya çıkmış, yine bilimsel olarak çürütülmüş olmasına karşın, egemen sınıflar için kullanışlı olma özelliğini koruduğundan, her seferinde “insanlığı yeniden öldürme” pahasına gündemleştirilmekten çekinilmiyor.
Günümüz toplumlarında, etnik kökene göre yaşamın tüm olanaklarına ulaşmada yaşanmakta olan eşitsizliklerin yanı sıra, meslek grupları arasında ve meslek grupları içinde de ücret ve kariyer olarak eşitsizlikler yoğun olarak yaşanmaktadır. Yanı sıra, bazı insanlar etnik kimliklerinden dolayı, neredeyse düzenli olarak tacizle karşı karşıyalar. Ve bunun yarattığı korku kültürünü edinmek zorunda kalmışlardır. Irkçılık, eşitsizlikleri artırıyor. Artan eşitsizlikler, bedensel, zihinsel ve sosyal sağlığı bozuyor. Irkçılığa maruz kalanlar bu döngünün içinde daha çok hastalanıyor, sakat kalıyor ve ölüyor. Irkçılık, nihayetinde doğrudan ya da dolaylı olarak öldürüyor. Hem insanları ve hem de insanlığı öldürdüğü için “ırkçılık bir halk sağlığı sorunudur”. Bu nedenle geleneksel algılarımıza uymayan ırk, etnik kimlik, cinsel yönelim, cinsiyet, engellilik ya da diğer kimlikleri ve özellikleri öteki yapmamalı, aksine farklılık ve çeşitlilik içinde bir apartman, mahalle, kent, ülke ve dünya yaşantısı için kendimizden, ailemizden, çalışma ortamımızdan başlayarak mücadele edebilmeli, mücadelenin toplumsallaşabilmesi için öncelikli ve yoğun bir çaba içinde olabilmeliyiz. Yoksa, yine çok geç olacak.
Seçim sürecine girmiş Türkiye’de konunun toplumsallaştırılması hem iktidara kaybettirecek hem de geleceğin inşasında önemli bir araç olabilecektir. O nedenle sandık kurulduğunda, sol, sosyalist muhalefetin ve ittifaklarının AKP-MHP iktidarını tarihin tozlu sayfalarına gönderebilmesi ve demokratik, eşitlikçi özgür ve barış içinde bir ülkeyi inşa edebilmesi için ırkçılık, ötekileştirme karşıtı politik hedefler büyük önem taşıyor.
Onur Hamzaoğlu kimdir?
Gülhane Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Halk Sağlığı ile Epidemiyoloji uzmanlık eğitimlerini tamamladı. 1988 yılından itibaren tabip odaları ve TTB’nin komisyon ve kollarında çalıştı. 2001-2003 yıllarında soL Meclis, 2011-2016 yıllarında HDK yürütme kurulu üyeliği ile 2016-2019 yıllarında da HDK eş sözcülüğü yaptı. Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayın kurulu, araştırma danışma kurulu üyesi olarak çalıştı ve bir süredir editör olarak görev yapıyor. Sağlık hizmetlerinin politik iktisadı kapsamındaki konularda yazıyor ve sağlık hakkı mücadelesi yürütüyor. Sosyalist Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sosyalist Türkiye’de Sağlık, Sosyal Güvenliğin Gaspı, Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite ile 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem başlıklı kitapların yazarlarından ve Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerindendir. Dilovası’nda sanayinin neden olduğu çevre ve sağlık sorunlarının ortaya çıkartılması için bilimsel çalışmalar yürüttü ve Kocaeli’nde Sanayi Doğa ve İnsan kitabını hazırladı. Barış Akademisyenlerinden olduğu için Eylül 2016’da KHK ile üniversiteden çıkartıldı. Kurucuları arasında yer aldığı Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ve Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu üyesidir.