Bu haftaki yazıda belirsizlik rejimi diye ifade ettiğim yazının devamını yazacaktım. Lakin olmadı. Çünkü yine Kürtler katledildi. Aydınlanmanın başkenti Paris’in ortasında üç savunmasız Kürt organize bir şekilde katledildi. Oysa ki Kürtler sınırları aşarak Paris’e gelmişlerdi. Peki sınırlar neden çizildi, Kürtler neden bu sınırları aşıp başka ülkelerde yaşamak zorunda kaldı.
Kürt halkının üzerinde yaşadığı coğrafya kadim Kürdistan, Kasr-ı Şirin Antlaşması ile önce İran ile Osmanlılar arasında iki parçaya; 1920’de ise Lozan Antlaşması ile Suriye, Irak, Türkiye ve İran arasında Kürtlerin bir mahalle muhtarlığı düzeyinde bile dahil edilmediği şekilde dört siyasi otoritenin insafına teslim edilerek dört parçaya bölündü. Kürdi aşiretlerin, akrabaların, komşuların, cemaatlerin, şehir ve köylerin arasına ulus devletin yapay sınırları çekildi. Kürtler önce bu yapay “sınırlara” anlam veremedi; çünkü imparatorluğun siyasal düzeninde cetvelle çizilmiş sınırlar, mayın tarlaları, güvenlik duvarları yoktu. Dolayısıyla Kürtler, Türkiye-Suriye devletleri arasına çizilen en uzun sınırları, Türkiye- Suriye sınırı ile ifade etmekten öte Serxet-Binxet diye kavramsallaştırdılar, hala da bu şekilde kullanılıyor.
Berlin duvarı, Kürtleri bölmek için örülen ulus devlet duvarlarının yanında halt etmiş. Bu sınırlara bakınca aslında tarihin en büyük bölücülüğünün Kürtlere yapılmış olduğu net bir şekilde anlaşılıyor. Çekilen ulus devlet sınırlarının sağına soluna on binlerce mayın döşendi; Kürtler ticaret yapmasın, akrabasını, aşiretini, cemaatini, dostunu, arkadaşını, sevdiğini görmesin, birbirine selam vermesin diye. Sınırda nöbet tutmak için devasa askeri kuleler yapıldı, binlerce asker sınıra yığıldı ve onlara vur emri verildi. Daha önce neşenin, dostluğun, bayramın yaşandığı topraklar, şehirler, köy ve mezralar bir anda kana bulandı. Binlerce Kürt ulus devletin sınırlarına gömüldü. Sınırlara alışamayan ve günlük geçimini sağlamak zorunda kalan binlerce Kürt sınır boylarında mayınlarla paramparça oldu; sınırlardan yaralı olarak kurtulanların peşine askerler düştü, böylece yarım kalan işler tamamlanmış oldu. Mesela bir köylümüz Suriye sınırından kurtulduktan sonra peşine düşen askerlerce mağarada dinlenirken uykuda vurulmuş. Askerleri uzaktan görünce arkadaşını uyandırmayı unutarak mağaranın deliklerinde saklanan diğer köylümüzün durumu, “ihanet ile yetersiz yoldaşlık” arasında salınmaya devam ederken, bizler Roboski’yi yaşadık. Rojhılat’ta katır sırtında onlarca kiloluk yük altında katledilen kolberlerin sınır hattında infazına tanıklık ettik. Bu insanların kanları geçimini sağlamak için taşıdığı tütüne, çaya, kahveye karışan; canlarından kopan et parçaları katırların, atların etine karışan yoksul Kürt köylüleri idi. Sınırları aşarken, toprak cehennem oldu, çiçekler kana bulandı, oyun alanları mayın tarlası oldu, halay çekilen meydanlara teller çekildi.
Bu da yetmemiş kardeşlerim! Sınıra yakın bölgelere etnik kemerler kuruldu; Kürtler aynı devletin sınırları içinde de birbirini görmesin, selamlaşmasın, köylerinin, şehirlerinin ortadan ikiye ayrılmasını kabul etsinler diye farklı dillerde konuşan farklı kültüre sahip insanlardan yeni şehirler, yeni köyler kuruldu. Bu da yetmedi. Kürt şehirlerinin içine de farklı etnik nüfus taşındı. Kürtlerin bir kısmı daha büyük etnik yapıların olduğu nüfusun yüzde beşini geçmeyecek şekilde başka yerlere sürgün edildi ve mültecileştiler. Bu nüfus mühendisliği hala en etkili şekilde devam ediyor.
Yaşanan toplumsal acılar, sürgünler, yalnızlıklar ve ayrılıklar anlatmakla bitmez elbette… Ama tüm bu mühendislik, göç ve kıyımlara rağmen “olsun, bunlar da bizim gibi insan, birlikte niye yaşamayalım demiş” Kürdümüz! Araplarla, Türklerle, Farslarla yaşamasını bilmiş. Fakat böyle dedikçe diğerleri bunu hep zayıflık olarak algılamış, Kürtlere “kardeş” diyen egemen kimlikler yıllarca üstünlük taslamış, zaman zaman halkımızın haysiyetiyle oynama cüretini göstermişler, dilini yasaklamışlar, şarkılarını, türkülerini, stranlarını susturmaya kalkışmışlar. Mesela Saddam Kürt erkeklerini infaz ederken Kürt kadınlarıyla evlenen Arap erkeklerine yüksek maaş veren kararnameler çıkarmış. Romanın İmparatorları gibi nüfus planlamaları yapmış.
Kürtler kendilerine “biz kardeşiz” diyenler tarafından defalarca hunharca katledilmiş. Zilan, Ağrı, Mahabad, Dersim yaşanmış, Halepçe… Bugün Kürtleri terbiye etmeye çalışanlar öncelikle dönüp bu utanç dolu tarihe bakmalı, yüzleşmeli. İnsan insana yapar mı bunu, önce bunu görmeli! Zilan deresine akan kanı, Dersimin yoksul köylülerinin başına neler getirildiğini, Baas rejiminin zindanlarında çekilen Kürdün tırnaklarını görsünler. Vahşetin yaşandığı ve Times’in dünyanın şöhretli on cezaevi arasında gösterdiği Diyarbakır 5 No’lu zindanının utancıyla yüzleşsinler. 17 bin faili meçhul, yetmiş yaşındaki Ape Musa’nın, Kürt milletvekili Kek Mehmet Sincar’ın sokak ortasında katledilmesini, insan hakları aktivisti kek Wedat Aydın’ın, kek Ferhat Tepe’nin infaz edilen genç bedenlerini görsünler.
Sınırlar çizilmesine, sınırların içine duvarlar çekilmesine, insanlık ayıbı olan etnik kemerlere rağmen egemenin istediği “makul vatandaş” olmamış Kürdümüz… Osmanlıların İskan politikası, Cumhuriyetin Şark Islahat Fermanı ve diğer gizli fermanlardan iç Anadolu bozkırının ortasına aç susuz bırakılmış ama o cehennemden Anatolia Navin Kürdü çıkmış; Murat Bozlak çıkmış, Leyla Güven çıkmış, Nagihan çıkmış, kendi kimliğini, dilini, kültürünü unutmamış bu insanlar. Dört yandan sınırları aşmaya çalışmış Kürtler. Leyla Qasım olmuş, Şerefkendi ve Qasımlo olmuş, Osman Sebri olmuş, sahip çıkmış, tarihine, kültürüne; varoluş hikayesine sımsıkı sarılmış.
Bu hikaye uzar; hikaye büyümekte ve politikleşmektedir. Devletsiz Kürtlerin hikayesi sınırları çoktan aşmıştır. Geldiği nokta gurur vericidir. Kimseye düşmanlık etmeden, kendini savunabilmek ve bugüne gelebilmek öyle kolay değil. Her yetişkin Kürt, zırvalamadan önce halkının bu cehennemden nasıl sağ çıkıp bugünlere geldiğine dönüp bakmalıdır.
Kürtlerle uğraşan her kesim Kürtlerin acıya dayanıklılığını biliyor. Bu dayanıklılık bugün bir siyasi bilinç yaratmıştır. Kürtler “beni öldürürsen acıyı hissetmeyecek kadar korkunç bir anın uzantısıyım” demektedir; işte İran’da gördük; anneler, babalar, kardeşler çocuklarının mezarları üzerinde ellerinde kına tepsileri ile korkunç bir dansa duruyorlar, halaylar çekiyorlar. O yoksullaştırılmış coğrafyanın ortasında soğumuş insan cesetlerinin başında bu dansı izlerken insan dehşete kapılıyor, bağırası geliyor, nasıl bir motivasyondur bu diyor. Bu korkunçtur; yas tutulmuyor, dans ediliyor mezarın başında. Yeni bir öfke böyle birikiyor. Şatafatlı sarayların içinden değil yoksul köylerden, sıvasız, rutubetli mahallelerden geliyor öfke.
Demokratik protesto hakkı en meşru savunma biçimidir
İran, Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşam hakkı gasp edilen Kürtler ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar; savaştan, yoksulluktan kaçıp yaşamaya çalışırken cesedi sahile vuran Aylan bebeğin halkı, bu sefer diasporada iş yerlerinde, derneklerde katlediliyor. Paris öfkesi yukarıda anlatılan hikayenin patlama noktasıdır. Paris protestoları Kürdün bir çağa damga vuran öfkesidir. Doğru anlaşılmalıdır. Kürtler çok net bir şey söylüyor. Yaşamak ve yaşatmak istiyorum, ölmek ve öldürmek istemiyorum ama her yerde katlediliyorum, bana yaşam hakkı tanınmıyor! Kürtler Paris protestolarıyla tüm Avrupa adına ırkçılığa karşı net bir tavır aldı. Irkçılığın Avrupa’da yeri olamaz dedi. Irkçılıktan kaçıp Avrupa’ya yaşam hakkı için sığınan insanların katledilmesine karşı nasıl bir tutum alınması gerektiğini gösterdi. Uçaklarla kamikaze yapmadan, protesto ile yaptılar.
Fransızlar açıklama yapıyor: “Kürtler bizi korudu, bizim için bedel ödediler, onları korumalıyız” diyor. Ne Kürtlerin ne de Fransızların mesajını anlayamayan Ortadoğu’daki Danimarka demokrasisinin kurucu babaları ise kırılan bir kaç camın, devrilen birkaç arabanın peşine düşmüş; Kürtler terörist ya, Kürtleri kurtaracak bu Ortadoğu demokratları. Bu demokratlar Kürt halkına yaşatılan terörizme hiçbir zaman seslerini çıkarmamış, sokaklarda Kürt çocukları katledilirken, çocuklarının yaşam hakkı için mücadele eden yetmiş yaşındaki Kürt annelerinin kolu bükülürken perde arkasından bakan kesimlerdir. Bazı eylemleri hiçbirimiz doğru görmeyiz. Üç masum insanımızın katledilmesine hayır dediğimiz gibi. Ama katledilen üç insanla ilgili tek söz kurmayıp, yasını tutmadan, halkının öfkesini anlamadan sırf başkasına şirin görünmek için halkını vandallıkla suçlayan, sanki kendi arabasının camı kırılmış, sanki kendi sokağında protesto var gibi hisseden Kürdün ve Ortadoğu demokratlarının dertleri kendileriyle. Sınırların canı cehenneme ama vandallık yeniden tanımlanmalı. Vandallık üç savunmasız Kürdü gün ortasında ateşli silahla katletmektir, buna imkan ve olanak sağlamaktır. Terörizm de yeniden tanımlanmalı ve kardeşlik!
Fransızlar iki yüz yıldır Paris sokaklarından geri çekilmediler. Monarşiyi yendiler, cumhuriyeti kurdular, komünleştiler, devrim yaptılar, Fransa oldular! Şimdi Paris Kürt ölümüyle anılıyor. Haliyle Paris, protestolarda kırılan bir cam için Ortadoğu demokratları gibi kıyameti koparmadı. Böyle bir kültür için Paris büyük bedeller ödedi. Kürt ölümünde payları olduğu çok net; ama başkalarının payının daha belirleyici olduğundan hiç şüphe yok.
Sonuç
Acının yarattığı siyasi bilinç Kürdün konuşan ve susmayan tarihiyle birleşiyor. Kürtler hala benimle konuşun diyor. Evet öldüm, kayboldum ama yine dirildim diyor. Gemileri ve köprüleri yakan zihniyet eninde sonunda Kürdün evine konuk olacaktır. Bunu Suriye, İran ve Irak çok iyi anlamış durumda. Kürtler için en büyük kardeşlik hikayeleri dizen, sıkıştığında hemen Malazgirt bileti kesen Türkiye ise Kürtlerle belki de tarihinin en sorunlu ilişkilerini yaşıyor, en çaresiz dönemini yaşıyor ve buradan çıkamıyor. Türk siyasi elitleri kendi hayatlarına o kadar düşkünler ki toplumsal sorunları unutabiliyorlar. Bildikleri en iyi şey çözemedikleri sorununun üzerini örtmektir; sorunu yaşayanlar örtünün altında sesini çıkardığında ise elindeki çekiç ile başına vurmak. Çekiç siyasetinin dünyada ömrü bellidir, belli bir süre iş yapar sonra başka yollar bulmak zorundasınız. Yol bulamazsanız yollar sizi bulacaktır.
Kürtler sınırların olmadığı bir dünyayı kendi hakikatlerinden yola çıkarak tahayyül ettiler ve küreselleştirdiler. Sınırların olmadığı bir aklı politikleştirerek özgürleştirdiler. Özellikle kadın direnişinde ezberleri bozup umut oldular. Deyim yerindeyse Kürtler sınırları etiyle, kemiğiyle, dişiyle, tırnağıyla aştı. Bu nedenle Kürtler kendini bilmeli, düşmanı ve dostunu ayıklamayı çok daha iyi bilmeli. Dünya ise Kürtlerin ölümüne seyirci kalmamalı; dost dostluğunu, düşman düşmanlığını bilmeli.
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.