Öncelikle, halk sağlıkçı sorumluluğunu toplumsal sorumluluk-topluma karşı sorumluluk olarak kabul ettiğimizi paylaşmak isterim. Toplumsal sorumluluğun yerine getirilebilmesinin toplumun sağlığının geliştirilmesi ve korunması önceliğiyle, bu durumu etkileyen ve etkileme potansiyeli taşıyan sağlık, ekoloji, ekonomi, sanayi, siyaset vb. alanlardaki her türden olgu/olay üzerinden sağlanabileceğini de belirtelim. Toplumun sağlığını doğrudan ya da dolaylı etkileyebilecek her bir durum, konu, karar, uygulama vb. toplumsal sorumluluk kapsamına girdiğinden, halk sağlıkçı bu konularla ilgilenmeli, çalışmalı ve sözünü söyleyebilmelidir. Başka bir ifadeyle, bu konularda toplum sağlığından yana taraf olarak bilimsel bilgi üretmeli, bu nitelikteki bilgiye dayalı olarak görüş bildirmeli, bildirmekten çekinmemeli ve gerektiğinde de bir aktivist olarak toplum yararına tutum da alabilmelidir.
Yapılan hukuksal düzenlemelerle uygulamaya girdiği dönemde çevre etki değerlendirme (ÇED) raporunun gerekçesi, “bir bölgede yapılacak sanayi, maden, baraj vb. kuruluşların varlığına, yöre halkı da dâhil ilgili bütün tarafların bilimsel ve hukuksal bilgiler ışığında birlikte karar vermeleri gerektiği ve bunun demokrasinin bir gereği olduğu” biçiminde açıklanmış, söz konusu saptama üzerinden kamuoyu yönlendirilmişti. O günden bugüne kadar hazırlanmış ÇED raporlarının hemen hemen hepsinde çeşitli üniversitelerden pek çok öğretim elemanının yer aldığı biliniyor. Sayıları oldukça az da olsa bu öğretim elemanlarından bazılarının bilim insanı kimliklerini koruyarak, toplumsal yararı da gözeten doğadan ve toplumdan yana bilimsel tutum alarak raporlarını hazırladıklarına tanık olduk. Buna karşın, kamuoyuyla doğrudan paylaşılmasa da büyük çoğunluğunun tam tersi bir tutum aldığı biliniyor.
İkinci grupta yer alanların bir bölümü, raporu talep eden şirketlerin adeta memuru gibi; onlar tarafından toparlanan ve esas kaynağı kendileri tarafından bilinmeyen veriler üzerinden raporlarını hazırladıkları hatta bunlardan bir kısmının da şirketler tarafından hazırlanmış raporları yalnızca imzaladıkları zaman zaman gözler önüne seriliyor. ÇED raporları ile ilgili süreç bu biçimde işliyor olmasına karşın, şirketler, birinci gruptaki öğretim elemanları tarafından hazırlanan az sayıdaki olumsuz rapora, bunlar üzerinden yürütülen hukuksal sürece, dolayısıyla ‘zaman kaybına’ tahammül göstermemektedir. Bu durumu bir görev olarak kabul eden AKP hükümetleri, derhal harekete geçerek pek çok tesis inşası, maden, taş ocağı vb. için ÇED raporunun gerekmediği kararı çıkartmaya başlamıştır. AKP hükümetleri, patronları doğadan, toplumdan ve onların neden olacağı kâr azalmasından korumayı bir ödev kabul edip, hızla hayata geçiriyor.
Patronların ucuz ham madde ve enerji arayışı kapitalizmin doğası gereği tarih boyunca kesintisiz olarak devam ediyor. Bununla birlikte, yapısal kriz dönemlerinde bu arayış artarken, buhran dönemlerinde her türden akıl dışılığı göremeyen bir hal almaktadır. Daha önce verimli bulunmadığı için kullanılmayan kaynakların kullanımı ile yeni hammadde ve enerji kaynakları için kendi varlıkları dışındaki hemen her şeyi yok sayma ve zarar verme pahasına adımlar atıyorlar. Sermaye sahiplerinin, sistemin içine düştüğü buhranın aşılması hedefi karşısında ne doğanın ne de insanların-toplumun, dünyanın geleceğinin herhangi bir önemi kalmadığını her seferinde yaşayarak görüyoruz. 21. yüzyılın başından beri yaşadıklarımızı ve nedenlerini ancak, bu çerçeveden baktığımızda tüm çıplaklığıyla görüp anlayabiliyoruz.
Türkiye’de termik santralleri, HES’leri, RES’leri, fabrikaları kuracak, madenleri, taş ocaklarını işletmeye açacak patronlar adına ÇED raporları hazırlığını yürüten, taşeronluk yapıp para kazanan onlarca şirket bulunuyor. Bunlar, raporun hazırlanmasını ve imzacılarını da bulup işi paket olarak tamamlayarak, adeta anahtar teslimi iş yapıyor.
Halk sağlıkçılar, kendilerine teklif edilen ÇED raporlarıyla ilgili işlerde tüm bunları göz önüne almak durumundadır. Kendilerine ÇED raporu hazırlanması önerilen halk sağlıkçılarına iki önerimiz olabilir. İlki, kurulacak tesisin ya da işletmenin doğaya, insana en küçük bir zararını dahi görmezden gelmemeleridir. Tesisin doğaya ve sağlığına olası etkilerini doğrudan kendileri tarafından üretilen ve/veya denetlenebilen veriler üzerinden değerlendirmeliler. Bunu sağlayabilmek için de rapor hazırlığına başlarken hipotezleri “bu tesis doğaya ve insan sağlığına zararlıdır” olmalıdır. Ve bunu ispatlamaya çalışmalıdır. Ancak, bilimsel, güvenilir bilgilerle ispatlayamazlarsa tesisin olası zararsızlığı kabul edilebilir.
İkinci bir tutum da tesisin yapılacağı kentin kirlilik durumu ile ilgili değerlendirmedir. “Kentteki-tesisin kurulacağı bölgedeki kirlilik ne durumda?” sorusuna yanıt aranmalıdır. Eğer kirlilik varsa ve tesisin yaratacağı yeni emisyonlar söz konusu parametreleri içeriyorsa kirliliği daha da artıracağından, hiçbir ayrıntıya girmeden tesisin kuruluşu baştan reddedilmelidir.
Doğa için mücadele edenler, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER)’nin, konuyla ilgili bir taraf olarak, kurumsal adımlar atabildiğinde “pervasızlıkların” azımsanmayacak bir bölümünün engellenebilme olasılığının olduğunu görebiliyor ve bekliyor. Çünkü bu adım, hem diğer uzmanlık alanları ve sağlık meslekleri hem de ÇED raporu hazırlığında çok daha sık görev üstlenen çevre, kimya, orman, elektrik ve elektronik vb. meslek grupları için anlamlı bir örnek olma önceliğini de taşıyacak. Bu sorumluluk halk sağlıkçıların…