CHP parti meclisi eski üyesi ve 24, 25 ve 26. Dönem milletvekili hukukçu İlhan Cihaner’le yaklaşan seçimler ve CHP’nin seçim hazırlığını konuşmadan önce, okurlar için onun başsavcılık kariyerinden bazı notları da hatırlatmak uygun olabilir.
Şırnak’ın İdil ilçesinde başsavcılık yaptığı 1999’da, varlığı henüz bir devlet sırrı olarak korunurken, faili meçhul 3 cinayetten yola çıkarak, JİTEM hakkındaki ilk davayı açan Başsavcı İlhan Cihaner’in, Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı yaptığı 2007’de de, bir cemaat yurdunda çocuk istismarı şikayetiyle başlattığı soruşturmanın sonuçlarının o gün itibariyle deprem etkisi yarattığı hatırlanabilir.
Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı Cihaner, o sırada her bakanlık, her kurumda en geniş kadro ve mesela CNN Türk, NTV, Hürriyet, Sabah, Habertürk, Radikal ile Akit, Vakit ve Yeni Şafak’ta bile bir temsilci bulundurma kudretindeki Gülen Cemaati (FETÖ) hakkında soruşturma yürütürken, başında bulunduğu savcılık ve emniyetteki cemaat mensuplarının organize ettiği bir kumpasla makamında gözaltına alınarak tutuklanacak; cezaevinden çıkışı hayli zaman alacaktır.
Bugün ‘Gelecek İçin Sol Kanat’ olarak, ‘parti içi demokrasi ve yaşanan olağanüstü süreci karşılayacak daha sol politika eksikliği’ eleştirileriyle CHP’de siyasete devam eden Cihaner, Gazete Karınca’nın sorularını yanıtladı.
Daha önce yönetiminde bulunduğunuz, hala siyaset yaptığınız CHP, şu an en fazla 3-4 ay uzaklıktaki seçimlere hazır mı?
Bu seçimlere CHP ve Türkiye biraz olağanüstü koşullarda gidiyor. Çıkarılan ittifaklar yasası, sürekli seçim mevzuatıyla oynama, Türkiye’nin içinde yaşadığı anti demokratik süreç bir yana yıllardan beri adeta partiler birbirleriyle değil, devletle yarışır konuma gelmiş durumda. Bu anlamda tüm boyutlarıyla hazır demek sadece CHP için değil, tüm muhalefet için güç.
Özellikle son yerel seçimlerde, ağırlıklı olarak doğu ve güneydoğudaki sandık başlarında, silahlı kişilerin bulunmasından tutun, mühürsüz oyların geçerli sayılmasına kadar bir sürü o günü ilgilendiren güvenlik meselesi vardı.
Seçim bir süreçten ibaret… Propaganda sürecinden tutun, adayın belirlenmesi, en önemlisi de yurttaşı daha iyi bir Türkiye’ye inandırmaya dair bir heyecan yaratma konularında oldukça geç kalındığını düşünüyorum ben.
Aday erken açıklanırsa yıpratılır, onun aleyhine bir takım kumpaslar yapılır deniliyor ama geldiğimiz noktada bu yıpratma mekanizması, tüm aday olma ihtimali olan herkesi kapsamaya başladı. Bu konuda da bir eksiklik olduğunu düşünüyorum.
En önemlisi hem Türkiye’nin toplumsal barışı açısından, hem AKP’nin kullandığı, en büyük manevra alan olarak Kürt mesesiyle ilgili HDP’yle ilgili ya da parlamento dışı muhalefetle ilgili netleşmiş bir yol haritasının ortaya konulamadığını, daha çok bunun akışa bırakıldığını görüyoruz, bu da oldukça kırılganlaştırıyor süreci…
Her şeyden önce iktidara bir hamle alanı, manevra alanı bırakılmış oluyor, o da istediği gibi oynuyor, o anlamda neyle mücadele edildiğinin farkına varılarak, bu olağanüstü duruma karşı olağan üstü politika geliştirme noktasında yeterince hazır ya da benim kafamdaki ideale yakın bir hazırlık durumunu doğrusu ben göremiyorum.
Özellikle “Seçim kararı alınsın, seçim takvimi belli olsun, o zaman başlayacağız” şeklindeki tutumun AKP, MHP bloğunun elini çok rahatlattığını düşünüyorum. Bu anlamda çok rahat bir şekilde hazır demek zor.
‘Yıpratılabilir’ gerekçesiyle aday açıklamasının geciktirilmesinin, adayın kimliği etrafında bir zafiyet, bir kırılganlık, hatta güvensizlik algısı oluşturmaz mı sizce?
Adaylığı tartışılan isimler üzerinden gidecek olursak, böyle davranmak o adayı yıpratmak için AKP’nin elini engellemiyor. Ağzını açan sayın genel başkanla ilgili, olmadık abuk sabuk şeyler söyleyebiliyor. Yani SGK genel müdürlüğünden tutun, böyle çok sinsi ve alçak bir şekilde etnik ve inançsal aidiyetini ima etmeye kadar bir sürü şeyi zaten kullanıyorlar, bir takım terör yapılarıyla eşleştirme filan, bunları zaten yapıyorlar.
Ya da İmamoğlu…
Örneğin Ekrem İmamoğlu tartışılıyordu, Ekrem İmamoğlu acaba ilan edilseydi, bundan daha fazla ne yapacaklardı, ne yapabilirlerdi. Her gün her şekilde hem hukuk sopa olarak kullanılarak, zaten yıpratılmaya çalışılıyor, hem de propaganda bombardımanı adı altında.
Ya da muhalefet cephesini biraz daha genişletirsek mesela HDP’nin belki de en güçlü adayı bir dönem Selahattin Demirtaş’tı; 45 günde kesinleşmiş, abuk sabuk bir davayla mahkûm edip, adam eksiltme yöntemi uygulamadılar mı?
Yani böyle davranmakla, AKP’nin adayları yıpratmaya dair atabileceği adımları engel olmuyorsunuz, Dolayısıyla bunun karşısına daha iyi bir Türkiye’ye inandıracak bir iddiayla yurttaşların karşısına çıkıp, bunlarla da daha önce yüzleşmek, çok daha doğru bir yöntem olurdu. Çünkü zaman daraldığı anda, belki de bunlara karşı geliştirebileceğiniz hamleleri, yeterince anlatabilecek zamanı bile bulamayacaksınız.
Konuştuğumuz konu bağlamında HDP’yle ilişkiler öne çıkıyor, önem kazanıyor. 2015’ten bu yana Türkiye’ye hakim kılınan korku atmosferi sayesinde, özellikle de hukuki ve cezai yaptırımlar, gözaltı ve tutuklamalarla HDP’ye yaşatılan süreç ve ardından gelen kayyum uygulamaları… HDP’li belediyeler için uygulandığında sessiz kalınan kayyum, bugün CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi için gündeme gelebiliyor. Böyle bir noktada CHP’nin HDP ile ilişkilerini bir türlü rayına oturtmaması, özellikle de ortak bir aday çıkarma konusunda HDP’nin 6’lı masaya dönük olumlu mesajlarına rağmen, bunun hala gerçekleşmemiş olmasının sebebi nedir sizce?
AKP-MHP iktidarının belki de Türkiye siyasetine verdiği en büyük zararlardan biri, daha doğrusu kendi açılarından bakınca da en büyük başarısı, muhalefetin zihnini, çok düşük maliyetle ele geçirmiş olması. Kendisi Kürt meselesi ve HDP’yle ilişkiler konusunda çok daha pragmatik, esnek. Tırnak içerisine alarak söylüyorum, çok daha cesur. Doğrudan Öcalan’la görülebilecek, doğrudan PKK’yı muhatap alıp Oslo’da görüşmeler yapabilecek kadar da alanı genişletmişken, kendisi bu Kürt meselesiyle ilgili çözümü artık şiddet eksenli olarak, güvenlik eksenli olarak çözme kararına vardıktan sonra, kendi bakış açısını tüm muhalefete dayatmış görünüyor. Daha doğrusu muhalefetin ana damarlarına dayatmış görünüyor. Şimdi bu kabul edilebilir bir şey değil.
Tüm bu yaşanan sürecin muhalefete şunu göstermesi gerekirdi. Demek ki toplumda bir siyasi parti olarak HDP ile, hatta daha ileri giderek Kürt hareketiyle açık, şeffaf bir ilişki kurmanın yurttaşlar nezdinde, sanıldığı kadar tepki yaratacak bir politika olmadığını görmüş olmaları gerekirdi. Ama şu anda anlaşılıyor ki parlamentoda Türkiye’nin 3. büyük partisi olan HDP ile son derece meşru bir ilişki bile AKP, MHP’nin bu menfi propagandası yüzünden, dramatik bir oy düşüşüne yol açabileceği gibi bir ön kabul üzerinden hareket edildiğini gösteriyor.
Üstelik bunu başlatan da…
Evet bu doğru olmadığı gibi, bu alanı açan da muhalefet oldu maalesef. Yani baştan buna meydan okusaydı, belki de bu olmayacaktı.
Sorunuzda HDP’ye dönük adımların yavaş yavaş CHP’ye de uygulanma ihtimalinden bahsettiniz. Bu bakış açısı bile bence çok yanlış. Çünkü bir olayın hukuksuzluğu, ‘acaba sıra bana da gelir mi’ bakış açısıyla mahkum edilemez, değerlendirilemez. Yani o eğer hukuksuz ise, anti demokratik ise ona zaten karşı çıkmanız lazım. Hele hele bu neredeyse ülkenin üçte birini yöneten yerel yönetimlere dönük bir anti demokratik tutumsa buna baştan karşı çıkılması gerekirdi.
Son yerel seçimlerle ilgili olarak, seçim süreci başladığında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve diğer AKP’li siyasiler kayyum politikalarına devam edeceklerini söylemişlerdi açıkça. O dönem ‘Gelecek İçin Biz’ olarak, eğer böyle bir şey varsa gerektiğinde masada boykotun bile olduğunun iktidara açıkça deklare edilmesi gerektiğini, iktidarın da bu anlamda ortaya çıkacak sonuçlara hukuk dışı bir şekilde müdahale etmeyeceğinin, halk nezdinde bir garantisinin alınmasını ya da bunun hukuki bir alt yapısının sağlanması gerektiğini söylemiştik.
Çünkü belediyeler yasasındaki 12 Eylül döneminde kalan ve olağanüstü hal döneminde çıkarılan uygulamalara dayanıyor, bu yerel yönetimlerin gasp edilmesi… Ama maalesef geldiğimiz noktada Diyarbakır, Mardin, Van gibi çok büyük şehirlerin belediyeleri gasp edildi. CHP, HDP listelerinden seçilen çok önemli figürler işte, kumpas davalarıyla, uydurma davalarla, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla siyasetten elendiler.
Karşı çıkılabilseydi…
Eğer bu hukuksuzluklara daha başlangıçta cesurca karşı çıkmış olunabilseydi, hem muhalefetin görevi olarak Türkiye’nin barışı açısından en önemli sorunlardan birinin çözümü konusunda uygun bir zemin yaratılmış olacak, hem de bundan sonrası için politik anlamda manevra kabiliyeti artacaktı. Yani bu, sadece ‘işte şu kadar oyları var, iktidardan yana olursa seçimi kaybederiz’ diye bakılacak basitlikte bir mesele değil.
Türkiye nihayetinde Kürdüyle, Türküyle, tüm etnik ve inançsal ayrılıkları ile barış içerisinde birlikte yaşayacaksa, buna dair muhalefetin bu bakış açısı normal değil. Ama maalesef işte iktidarın PKK eşittir HDP, eşittir CHP, eşittir İyi Parti, işte eşittir FETÖ falan yaygarasına toplum nezdinde zemin yaratmış oluyorsunuz.
Ama geç kalınmış da değil…
Elbette bunun için geç kalınmış değil bence. Yani bir şekilde sadece HDP de değil, Sosyalist güç birliği de var örneğin. Orayla da bir mesafe kat edilmiş durumda. Ve şu artık anlatmaktan, söylemekten bıktığımız, ‘Türkiye toplumunun yüzde 60-70’i muhafazakardır, milliyetçidir. Dolayısıyla politikaların da böyle şekillenmesi gerekir’ şeklindeki siyasi yaklaşımın da terk edilmesi lazım. Bir, olgular bunu göstermiyor, yani yeni oy kullanacak yepyeni bir kitle var. Bunların kaygıları, öncelikleri çok farklı. Artı, madem ki seçmene bir rasyonalite atfediyoruz, pekala bunu da anlatabilirsiniz, anlatabilmeniz lazım. Siyaset dediğimiz şey de budur.
Ya HDP kapatılırsa, ne olur? Anayasa Mahkemesinin ‘hazine yardımına blokaj’ kararıyla birlikte, bu ihtimali nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kapatma davası aslında hukuki süreç, hukuki dinamiklerle başlamış bir dava değil. İddianameye bakılırsa, PKK’yla ilişkilendirilerek açılmış bir dava. Ama bu anlamda PKK’nın belki de özellikle Türkiye’de en çok geriletildiği bir dönemde bu dava açıldı. Belki de HDP’nin Türkiyelileşme niyetinde en çok çaba gösterdiği, parlamentoda en yüksek oran da temsil edildiği bir dönemde açıldı ve bunu başlatan da Devlet Bahçeli’nin açıklaması oldu. Yani Devlet Bahçeli’nin ardından, bir iki siyasi parti genel başkanı daha aynı şeyi söylemeye başladı. O kadar ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından düzenlenen ilk iddianame inanılmaz eksiklikler ve yanlışlıklar olduğu için iade edildi. Yani hakkında beraat kararı verilmiş birçok dosya da oraya konulmuş. Hatta örneğin Sayın Zeynel Özen dosyasını yakından bildiğim için söylüyorum. Bu iddianameden çok çok önce, bir Maraş Katliamı anmasına katılmış, izinsiz gösteridir diye hakkında bir soruşturma açılmış, takipsizlik verilmiş. O bile kapatma davasına gerekçe olarak sunulmuştu. İlk iddianamede şimdi bu kadar hukuk dışı ve başka dinamiklerle başladığı belli olan bir süreç bu…
Zaten hazine yardımından mahrum bırakmak…
Yani bir yargılamanın sonucu mesela yaptırım idam cezasıysa, siz idam kararını verip, infazı yapıp ondan sonra karar veriyorsunuz. Burada hukuksuzluk çok açık. Çünkü hazine yardımından mahrum bırakmak ana ve nihai yaptırım olarak tanımlanmıştır. Siz bunu bir tedbir kararı olarak, üstelik de seçim döneminde yaparsanız, hem hukuksuz, hem de tarafgir bir siyasi karar vermiş olursunuz.
Seçmen açısından…
Türkiye’de çok tekrar edilen bir şey var; seçmenin ferasetinden, gerektiğinde otoriterliğe karşı çıktığından bahsedilir. Tersinin de söylendiği durumlar vardır, ‘82 anayasasına yüksek oranda evet vermiş olması falan, böyle bir şey var ama iklim krizinden tutun, pahalılığa kadar hangi başlığı ele alırsak alalım, yaşadığımız çöküşe dair süreçlerin tamamının getirilip bir sandıkta oy verme gününe (seçim sürecine bile değil yani) indirgenmesi sorundur.
Çünkü Türkiye koşullarında seçim kararı alınmasa bile fiili olarak seçim süreci başlamış durumda. Ama maalesef muhalefet, genellikle tüm toplumsal tepkiyi, toplumsal siyaset yapma alanını, sandıkta oy vermeye indirgiyor genellikle. Bunu yaparken belli kaygıları var, özellikle iktidarın elinde bulundurduğu ve alabildiğine militanlaştırmış olduğu paramiliterlerin ya da doğrudan doğruya güvenlik kuvvetleriyle yurttaşların karşı karşıya gelmesinin iktidara bir şekilde fayda sağlayacağını düşünüyor.
Oysa bu doğru değil. Bakın, iktidarın bunca ceberutluğuna rağmen az çok elde edilen kazanımların tamamı, nihayetinde bu tarz toplumsal muhalefetin direnişiyle, mücadelesiyle elde edildi. İşte en son EYT’lilerde gördük. Onun öncesinde kadın hareketinin, TCK’ndaki cinsel istismarla ilgili değişikliklere tepkisi ya da iktidarın fiili olarak geri adım atmak zorunda kaldığı başka şeyler, hep yurttaşların olası tepkisinden korkarak attığı ya da geri durduğu adımlar oldu.
Düşünün, bir ülkede kanser gibi bir hastalığın ilacı sahte üretiliyorsa, buna dair bir iddia varsa ve iktidar tarafından atılmış bir adım yoksa, bunun üzerine yüklenmek ve bunu toplumsal bir tepkiye çevirmek bile aslında büyük kazanım olacaktır. O anlamda muhalefetin, bu halkın reel sorunlarıyla ilgili doğrudan halkın siyasi özne olduğu bir anlayışı hayata geçirmesi gerekir. Bu niye önemli? Birincisi, bir iktidar seçimde az oy alınca iktidarı bırakır gider yani onu buna zorlayan şey nedir? Aslında çoğu anayasada bile az oy alan bırakıp gider diye bir kural yoktur, niye? Seçimler yenilenir der, cumhurbaşkanı en çok oy alanı atar falan der ama atamazsa bir yaptırımı yoktur. Son tahlilde esas olan yurttaşın demokratik tepkisidir değil mi? Ama maalesef öteden beri yurttaşın sadece sandıkta oy vermekle siyasallaşabileceği gibi bir kabul var. Oysa eğer eğitim alan bir öğrenciyseniz her an sizin eğitimle ilgili bir sorunu toplumun gündemine getirecek toplantı, gösteri yürüyüşü, propaganda, bunları yapabilmeniz lazım. Ama aman sokağa çıkmayalım dediğimiz anda işte iktidarın seçim sath-ı mailinde atacağı hamlelere, son anda yapacağı zamlara, son anda yapacağı iyileştirmelere insanları teslim etmiş olursunuz.
Onun için ben Türkiye’de, yurttaşların tamamının yaşadığı gerçek sorunlar üzerinden toplumsal muhalefetin, tüm yurttaşları mobilize edecek bir yaklaşım içerisinde olması gerektiğini düşünüyorum. Geldiğimiz noktada bu geç midir, değil. Tam tersi seçim gündemi zaten doğal bir mobilizasyon gündemidir, en azından bugünden sonra böyle olması gerekir.
Üzerine konuştuğumuz bu eksiklikler sizce neden kaynaklanıyor? Sonuçta CHP sadece Kemal Kılıçdaroğlu’ndan ibaret değil. Bütün eleştiriler doğrudan genel başkana yönelse de, sonuçta ana muhalefet partisinden bahsediyorsak, her şey genel başkandan ibaret değil. Bu yapıda bir eksiklikten söz edilebilir mi?
Tarihin belki de en ceberut, en sorunlu iktidarıyla karşı karşıya ve onunla mücadele ediyorken, mücadelenin bir şekilde lokomotifi olan partime dair eleştirel bir tutum içerisinde olmayı doğrusu çok istemem ama kuşkusuz biraz önce söylediğimiz şeylerin birçoğunda, partinin karar mekanizmalarının tutumları da bu sonucu doğurduğu için bu onlara da bir eleştiri anlamı taşıyor.
Biz yıkımı bir veri olarak kabul ettiğimiz için, içinde yaşadığımız sorunlara çok değinmedik. Gerçekten öyle bir süreç yaşıyor Türkiye. Hatta yani ikili bir devlet içi işleyiş yaşanıyor: Bir tarafta inanılmaz bir servet birikimi, inanılmaz bir har vurup harman savurma varken, öte yanda çok büyük yoksulluklar içerisinde yaşayan insanlar var. Yani bir tarafta neredeyse bir siyasi apartheid yaşanıyor, öbür tarafta herkese istediği gibi küfür edebilen, herkese istediği hukuksuzluğu yapabilen bir yapı var. Neredeyse Türkiye tarihinde görülmediği kadar paramiliterlerin sokakta görünür hale geldiği, insanları tehdit ettiği bir süreç yaşıyor.
6’lı Masa’nın işleyişine dair, özellikle de Davutoğlu’nun yaptığı açıklama bağlamında neler söyleyebilirsiniz? Nihayetinde Deva Partisi ile Gelecek Partisi, lider ve kadroları itibariyle iktidarın bir parçası iken, geldikleri noktada onlara yönelik en temel eleştiri, iktidardaki sorumluluklarına dair gerçek manada hiçbir özeleştiri yapmamış olmaları ve o döneme ilişkin hiçbir şeyi anlatmamış olmaları… 6’lı Masa sayesinde bir nevi aklanma imkanı buldukları gibi bir bakış açısı da var.
Karikatürize ederek başlayayım: Mevcut ‘Cumhurbaşkanlığı sistemi’ dediğimiz bu yapıda en büyük sorunlardan birisi tüm yetki ve karar mekanizmasının tek bir adama bağlı olması… Yani sadece atamalar ve kararnameler falan değil, her alanda birçok yetki cumhurbaşkanının elinde… Geçenlerde yanılmıyorsam yüzbinlerce hazır metin sadece Cumhurbaşkanı’nın imzasını bekliyor diye bir haber çıkmıştı. Davutoğlu’nun anlattığı formülle bunu altıyla mı çarpacağız, bu gerçekçi değil. Bir kere biz şöyle bir sakin sakin düşünelim: Doğrudur, muhalefet güçlendirilmiş parlamenter rejim diye bir şey tarif ediyor ve AKP-MHP’den iktidarı aldıktan sonra kendisine biçtiği asıl görev, Türkiye’yi az hasarla parlamenter demokratik sisteme geçirmek.
Bu şu anlama geliyor: En azından iki üç yıl Türkiye mevcut sistemle yönetilecek. Çünkü bu, anayasa değişikliğini gerektirir, mevzuatta çok ciddi değişiklikler gerektirir, kadro değişikliği gerektirir. Mevcut sistem, öyle altı kişiyle falan olacak bir şey değil. Kaldı ki nihayetinde cumhurbaşkanı adayı kim olacaksa siyasi, etik, hukuki, ne deseniz deyin, onun sorumluluğunda olacaktır.
Kuşkusuz kendine özgü bir koalisyon yapısı ya da kendine özgü bir ittifakla gidiliyor seçime; Türkiye’nin daha önceden denediği bir şey değil bu. Dünyada da çok örneği olmayan bir şey. Tabii ki bu sürecin nasıl yönetileceğine dair 6’lı Masa’nın kamuoyuyla da paylaştığı birtakım yol haritaları, bir takım tutum belgeleri var. Gelecek cumhurbaşkanının da bu çerçevede hareket etmesi zaten anlaşılır bir şey olacaktır. “Herkesin imza yetkisi olacak” dediğimiz zaman bu hem gerçekçi değil hem de karikatürize edilerek tanımlanırsa tabii ki Cumhurbaşkanı da bunun üzerinde tepinecektir. Dolayısıyla gereksiz edilmiş bir laf olarak görüyorum, yani pratik olarak da mümkün değil.
Özellikle Babacan ve Davutoğlu’yla ilgili olarak, hatta diğer partiler için de, geçmişteki tutumlarıyla ilgili olarak muhalif kamuoyunu tatmin edecek bir tutum aldıklarını söylemek çok zor. Daha çok kendi bulundukları dönemi, bir asr-ı saadet, AKP’nin asr-ı saadet dönemi olarak tarif ediyorlar, “biz gittikten sonra da böyle oldu” ya da “kötü oldu, bizi dinlemediler, biz ayrıldık” diye açıklıyorlar. Oysa böyle değil. Şu anda yaşadığımız başta ekonomi olmak üzere yıkımın alt yapısı, gıda güvenliği, sanayinin çökertilmesi, eğitimin çökertilmesi, yargının bir çeteye teslim edilmesi, ticaretin bir çeteye teslim edilmesi gibi birçok adım, o dönemde atıldı. Size katılıyorum, buna dair kamuoyunu tatmin edecek bir tutum henüz izleyemedik.