İbrahim Aslan
Enes, daha 20’sindeydi. Geleceği parlaktı. Tıp Fakültesi’nde okuyordu.
Aile, devlet, din ve tarikat dörtgeniyle kuşatılmıştı. Ateistti; ancak ailesinden başlayan ve cemaatle devam eden baskılar onu inanmadığı bir dinin uygulamalarıyla terbiye etme amacı güdüyordu. 3 yıl boyunca inanmadığı bir dinin vaaz ettiği yaşam biçimi pratiklerini uygulamak zorunda kaldı; her ne kadar bu durumun henüz bireyleşme çağını yaşayan Enes’in kendisine olan saygısını nasıl etkilediğini asla tam olarak bilemeyecek olsak da gencecik yaşında onu intihar etmeye sürükleyecek kadar etkili olduğunu kendi ifadelerinden de anlaşıldığı üzere tanıklık etmiş durumdayız..
Bu kuşatılmışlık, bu baskı cenderesi ne kadar da olgunlaştırmıştı bu çocuğu. Yaşamına son vereceğini belirttiği videoyu defalarca izledim. Ne kadar da sade ne kadar da samimi konuşuyordu Enes.
Aile, devlet, din ve tarikat/cemaat baskısını nasıl da sade bir dille anlatıyordu. Ve bu çocuk, bir protesto ile bu dörtlü kuşatmaya karşı (Annesine alacağı fırını, kardeşlerinin geleceğini unutmadan) ölüme yürüdü.
“Benden sonra onlar özgür olsun” diye 20’li yaşta bedenini 7 katlı binadan saldı ölüme doğru.
Enes’in videosunu izlerken, çıplak bedeniyle 2017 yılında Diyarbakır Newroz’unda katledilen Kemal Kurkut’un o masum yüzü geldi gözlerimin önüne.
O da kimliğine, inancına dönük baskılara karşı bıçağı dayamıştı çıplak bedenine. Bir protestoydu yaptığı.
“Artık yeter” diyordu.
O da “Yetmez, daha neler yapacağız” diyenlerin tetikçileri tarafından kalbinden kurşunlanarak, ölüme gönderilmişti.
Onu susturan tetikçiyi daha dün haklı buldu devletin mahkemesi.
Tüm olgunluğuyla yaşamına son veren Enes’e dair daha çok şey yazılır, çizilir büyük ihtimal.
Kemal’e dair yazılıp, çizilenler gibi.
Kemal’in çıplak fotoğrafı, Enes’in son çektiği videosundaki olgunluğu ve samimiyeti yarına unutulmayacak acı bir hakikat olarak kalır.
Enes’i daha uzun uzun yazmak isterdim. Ancak bizlere söylenecek çok fazla şey bırakmadan söyledi söyleyeceğini Enes. Aile, devlet, din ve tarikat/cemaat kuşatmasına karşı.
Bizim gizemli ve değerli fotoğraflarımız!
Bir de bizim fotoğraflarımız var gündemde.
Gizemlidir, bizim coğrafyanın bazı fotoğrafları.
Bazen bir oğulla çekilir, bazen bir kızla, bazen bir eşle, bazen bir kardeşle, bazen bir sevgiliyle.
Öyle işte; biliriz biz bu fotoğrafları. O beden fotoğrafta anı olarak kalır. Yolun çocuklarıdır çünkü o bedenler. Belki dönmez geri ve görülmez bir daha.
Onun için değerli bir hazine gibi gizleriz oğulun, kızın, eşin, kardeşin ve sevgilinin fotoğraflarını.
Annelerimiz sarıp sarmalar o fotoğrafı, yıpranmasın, kirlenmesin diye. Arada çıkarıp bakıp koklarlar gizledikleri yerden. Öperler o fotoğrafları, oğulun ve kızın kokusunu çekerler içine.
Eşler, kimseler görmeden bakarlar o fotoğraflara.. Gizli gizli bakarlar, sonra o değerli hazineyi gizlediklerini yerine koyarlar.
Sevgiliyle çekilmiş fotoğraflarımız vardır. O fotoğrafta dindirilir tüm hasret. Kalan da hasretini o fotoğrafta dindirir, giden de.
Böyledir işte bizim bazı fotoğraflarımız.
Gizleriz bu fotoğrafları değerli bir hazine gibi ve biliriz suçludur bu fotoğraflarımız.
Bulurlarsa kirletirler bizim o değerli hazinelerimizi.
Oğulla, kızla, eşle, kardeşle ve sevgiliyle çektiğimiz ve çoğu zaman tek hatıra olarak sakladığımız o fotoğraflardan dolayı suçlu da oluruz,.
Anlamazlar onlar, sevgilinin taşıdığı ve düştüğünde kanının üzerine aktığı o fotoğraf karesinin ne anlam ifade ettiğini.
Onlar sadece ve sadece o fotoğraflarda suçlu ararlar, bilmez ve hissetmezler taşıdığı duygunun ağırlığını.
Bilmezler ananın babanın oğula olan özlemini, kardeşin kardeşe hasretini, sevgiliye dokunamamanın hüznü ve acısını.
Biz biliriz, bulunmamalıdır o fotoğraflar.
Bulurlarsa kirletirler o fotoğraflara yüklediğimiz anlamları.
Suçludur, onların eline düşerse bizim en değerli hazinemiz olan o fotoğraflar.
Geride kalan en gizli yerde saklarken, giden ise göğsünün üzerinde taşır o suçlu fotoğraflarımızı.