Bahadır Altan
Kitlesel linç, katliam ve tecavüzlerle hayli zengin bir yakın tarihimiz var. Meramımı anlatabilmek için tarihçiliğe soyunmadan kısa hatırlamalara gerek duyuyorum. “Komünistlerin işi” olarak gösterilmeye çalışılsa da bugün devlet tarafından organize edildiği artık çok açık olan 1955 yılı 6-7 Eylül pogromu bunun en somut örneği olarak alnımızda kapkara duruyor. Celal Bayar’ın “Galiba dozu kaçırdık!” itirafıyla planlı olduğu netleşen olayların bilançosu çeşitli kaynaklara göre farklılık gösterse de katledilen 15 Gayri Müslim yurttaşın yanında, en küçüğü 6 en yaşlısı 80 yaşında olmak üzere 400’e yakın kadına tecavüz edilmesi, bu erkek güruhunun nasıl “motive” edildiğinin kanıtı. Özel Harp Dairesinin kendi ifadesiyle bu “kusursuz organizasyonunu” planlayan, emir veren, uygulatan asıl suçluların cezasız kalması yıllar sonra tekrarlarının yaşanmasının yolunu açtı. 28 yıl sonra, 1978’de Maraş’ta alevi yurttaşlara ve 1993’te Sivas’ta Aziz Nesin ve beraberindeki halk ozanlarına yönlendirilen güruhun ortak özelliği ellerinde bozkurt işareti, dillerinde “tekbir” olmasıydı. Başat sloganları “Ya Allah Bismillah Allahuekber” olan bu kitlenin 70’lerden itibaren artık bir de adı vardı: Ülkücüler.
Bu katliamların ateşleyicisi tertiplerle, faillerin yetiştirilme yöntemleri birbirine çok benziyor. Atatürk’ün evine veya camiye bomba konulduğu, bayrağa veya Kuranı Kerime hakaret edildiği, yakıldığı iddialarıyla “milli ve manevi hassasiyetlerle” bu güruh harekete geçiriliyordu. Çoğunluğu kimlik arayışında, bir gruba katılma hevesindeki gençler, çeşitli mafyatik güç gösterileriyle etkilenip kamplarda eğitilerek azınlıklar karşısındaki “çoğunluğa” aidiyetleri sağlanıyordu. Şimdilerde bu kampların yerini aynı yöntemleri kullanan ve maddi olanaklarla gençleri kendilerine bağlayan TÜGVA ve SADAT benzeri örgütlenmeler aldı. “Camiye bomba koymuşlar” iddialarının benzeri “Benim başörtülü bacıma saldırdılar!” ve “camiye ayakkabılarla ellerinde bira şişeleriyle girdiler!” tahriklerini ise devletin en tepesinden defalarca duyduk. Bundan sonra da iktidarın, sıkıştıkça benzeri provokasyonları yapacağını söylemek kehanet olmaz…
Bu şartlandırılmış, eğitilmiş gruplar, her dönemde, halka karşı kullanılan elverişli silahlar oldu. Ama iktidar asıl desteği, cinayetleri onaylamasalar da estirilen milliyetçi rüzgâra açıktan karşı duracak güç ve cesaretten yoksun muhalefet partileri ve tabanlarındaki sessiz kitleden alıyordu. Muhalif görünseler de “Milli ve manevi” değerler söz konusu olduğunda her zaman iktidarın yanında saf tutarak, hatta zaman zaman daha da önde çıkışlar yaparak katliamlara, pogromlara giden yolları döşediklerinin çoğunlukla farkında bile değildiler!
Geçen hafta Millet ittifakının ortağı Akşener’in “HDP’yi PKK’nın yanında konumlandırıyoruz ve arasına mesafe koyması gerektiğini söylüyoruz!” açıklamasının ardından, Kılıçdaroğlu’nun “Kandili yerle bir etmekten” söz etmesi, tam da bu, rüzgâra göre davranışın örneğiydi. Kılıçdaroğlu, dağları yerle bir edince bu ülkeye barış ve huzurun da otomatikman nasıl geleceğini açıklama gereği duymadı kuşkusuz! Çok yakın zamanda yaşanan Konya’da “Sizi burada yaşatmayacağız” diyerek katledilen Kürt aile ve Altındağ’da mültecilere yönelen pogromda ne kadar payı olduğunun da farkında değildiler elbet!
Bu yazının konusu, kırk yıldır dövülen dağların ve ve devlet eliyle derinleştirilen düşmanlığın ülkeye barış ve huzur getirmediği gibi, ekonomik çöküşü nasıl hızlandırdığı ve HDP’ye akıl verenlerin önce faşizmle aralarına mesafe koymaları gerektiği olacaktı. Ancak Ana Muhalefet Partisi CHP’nin, ilk kez tezkereye HAYIR diyerek gösterdiği cesareti daha da ilerleten “helalleşme” çıkışı, açıkçası benim için büyük sürpriz oldu. Kendisi de linç edilmeye çalışılan Kılıçdaroğlu’nun, devletin yakın geçmişteki faşizan eylemlerinin muhatabı yurttaşlarla helalleşeceğini söylemesi kuşkusuz değerli. Ama hangi Kılıçdaroğlu’na inanacağımız ve CHP’nin bu açıklamanın gerektirdiği mücadeleyi göze alıp almadığına dair kuşkularımız var. Çünkü devletin ağzından duydukları sözlere inanmanın bedellerini çok iyi hatırlayacak ve en küçük hak arama girişiminde faşizmin sopasını ensesinde hissedecek kadar deneyim sahibidir bu toprakların insanları. Bu çok samimi bir demokratikleşme niyeti midir, yoksa toplumun ekonomik sıkıntılarının da önünde olan özleminin barış ve huzur olduğunu fark eden bir cumhurbaşkanı adayının manevrası mı? İlkinin doğru olmasını yürekten diliyorum…
Ama çok iyi bildiğim bir şey var: Bundan sonra “Faşizmle arasına mesafe koymayan” hiçbir siyasi parti lideri, hatta kişi,
HDP’nin yanına bile yanaşamamalı. Her türlü görüşmenin sol adına ön koşulu bu olmalı.