Ahmet Özer - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Thu, 09 Jun 2022 13:08:53 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.9.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-1-32x32.png Ahmet Özer - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 Alişer https://gazetekarinca.com/aliser/ Thu, 09 Jun 2022 13:08:53 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=212536 Alişer’in babası o çocuk yaşta iken öldü. Babasını çok seven Alişer babası ölünce tekrar gelir diye bekledi. Ama o gelmedi. Umutla beklediği babası sonsuza kadar gelmeyecekti. Baba izleminin bir büyük hayal kırıklığıyla bitmesi onu üç telli curaya yöneltti. Kasım Çavuş’tan kalan üç telli tambur onun can dostu oldu. İnsanlara söyleyemediklerini ona söyledi. Kimi zaman tambur […]

The post Alişer first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Alişer’in babası o çocuk yaşta iken öldü. Babasını çok seven Alişer babası ölünce tekrar gelir diye bekledi. Ama o gelmedi. Umutla beklediği babası sonsuza kadar gelmeyecekti. Baba izleminin bir büyük hayal kırıklığıyla bitmesi onu üç telli curaya yöneltti. Kasım Çavuş’tan kalan üç telli tambur onun can dostu oldu. İnsanlara söyleyemediklerini ona söyledi. Kimi zaman tambur sustu o söyledi, kimi zaman tambur söyledi o sustu. Birçok kez de yürek yüreğe verip birlikte söylediler. Bu dünyanın derdini tasasını, sevincini coşkusunu tamburuyla birlikte söyledi. Annesizliği babasızlığı tamburunun nağmeleriyle unutmaya çalıştı.
Bu yıllarda içine kapanmıştı. Gençliğe adım attığı, bıyıklarının yeni yeni terlediği ve içine kapandığı o günlerden bir gün Senem’i gördü gençliğin heyecanıyla ona gönlünü kaptırdı. Senem de ona karşı boş değildi. Alişer’in bu üzgün hallerine ortak oluyordu. Ancak ceberut baba onlardan yana değildi. Sonunda Senem, “Beni kaçır!” dedi bir gün ona. Alişer’in duygusal günleriydi, hiç düşünmeden Senem’i aldı, kaçırdı. Sığınacak yer ararken GomeNezi aklına geldi, oraya kaçtılar. Kızın babası Taki, GomeNezi’yi basıp kızını geri aldı, götürüp eve kapattı, “Bir çulsuza verecek kızım yok, bu çulsuz üç telli sazla mı benim kızımı doyuracak!” diyerek aşkına ket vurdu. Muradlarına eremediler.

Bu olay onu çok etkiledi ve bir süre gerçeklerden kopardı. Orada, Gome Nezi’de, Senem’siz, eli böğründe, yapayalnız kalakaldı. Kendine gelmesi için zaman geçmesi gerekiyordu. Her dervişin bir çile dönemi vardı, Alişer bu çileyi çok erken yaşlarda çekiyordu. O dönem Yunus gibi söyledi, gezdi. Aç kaldı, soğukta kaldı, günlerce, aylarca tek insanın yüzünü germediği anlar, zamanlar oldu. Dağların, ormanların, börtü böceğin dünyasına daldı, onları anlamaya, onlarla konuşmaya çalıştı. Zeki biri olduğu için her olaydan bir ders çıkarıyor, doğanın bir dili olduğunu, doğanın bir ritmi olduğunu keşfediyordu. Bu gezginci döneminde, insanın doğadaki yerini sorguladı, gezdi, gördü, söyledi, dile getirdi.

İşte bu onun için yeni bir dönüm noktası oldu. Bu dönem devletin zulmü ve baskısının ayyuka çıktığı dönemdir. Alişer, devletin baskısını ve zulmünü gördü. Bir şeyler yapması gerektiğine o zaman kara verdi. O zaman feryat devlete gerekiyordu. Fakat devlet zalim gaddar ve büyüktü. O zaman örgütlenmek gerektiğini gördü. İşte bu süreçte Mustafa Beyle yolları kesişmişti. Müthiş bir şair olmanın yanında birçok dil bilen bu adam artık sadece ozan değil Pir Sultan gibi bir başkaldırandı. Sazı ile sözü ile bilgisi ile cesur bir savaşçı, müthiş bir taktiysen olmuştu.

Koçgiri

Alişer’in kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Haydar Bey ise olanlara rağmen, konağının mutluluğu ve huzuru için bir türlü kanlı çarpışmalara razı gelmiyordu. Oysa savaş olursa eğer kanlı olmak zorundaydı. Savaşı soğutmamak gerekirdi. Savaşı soğutursan heyecanı azalır, rahatlık insanların aklini çeler diyordu ozan. Akan kan kurumadan devam etmek gerekirdi. Kan öfkeyi diri tutan bir yakıttı. Öfkeyi kor bir ateşe dönüştürüyordu. İki yol kalmıştı: Biri teslimiyete diğeri direnişe gidiyordu. Alişer zulmün karşısında direnişe giden yolu seçmişti.

Ailesine ve malına düşkün biri olan Haydar Bey ise arada kalmıştı. Gençlik yıllarındaki ateşli davranışları savaşın kapıya dayanması ile birdenbire sönmüştü. Giderek uzlaşmacı biri olmuştu. Kardeşi Alişan Bey öyle değildi. O milli davasına daha fazla bağlıydı. Hedefleri uğruna malını mülkünü gözden çıkarabilirdi. Oysa Haydar Bey, onun tersine Kongra Hükümeti ve Kemal Pasa ile uzlaşarak da hakkın alınabileceğine inanıyordu. Bu yüzden Ankara’dan gelen Bitlisli Şefik başkanlığındaki nasihat heyetini konağında ağırlıyor, onların yalanlarına kanıyordu. Şefik, kendisinin de Kürt olduğunu, amacının Müslüman kanı dökmeden Qockiri’nin muvaffakiyetini sağlamak olduğunu söylüyor; böylece kavgayı yavaşlatıp Kongra birliklerine zaman kazandırıyordu. Bu tuzağı Alişan ve Alişer gördüğü halde Haydar Bey göremiyordu. Madem ölüme karşıydı neden isyanı başlatmıştı. Kürt muhtariyetini devletin getirip ona vereceğini mi sanıyordu. Cigiz Mehmet Ali de bu yüzden Haydar Bey’e kızgındı. Alişer’in söylediklerinin daha doğru olduğunu düşünüyordu.

Alişer bütün büyük davalarda bireysel hırsların ve çıkarların bozgun yarattığını söylüyordu. Kürtler milli davalarına sarılsalardı Sevr Antlaşmasındaki haklarını kullanabilirlerdi. Oysa Ankara Hükümeti’ne kanan bazı Kürt mebuslar Qockiri isyancılarını hainlikle suçluyor, Türklerin zor durumunda Kürtlerin arkadan vurmaması gerektiğini söylüyordu. Oysa asıl arkadan vuran Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın çapulcularıydı. Diyap Ağa ve Hasan Hayri gibi şahıslar bu görüşte olanlardı. Alişer onlar gibi düşünmüyordu. Ankara’dakiler hükümeti onlara hiçbir hak vermezlerdi. Her halk gibi Kürtler de kendilerini yönetme hakkına sahipti, bunun için gerekirse mücadele etmelilerdi.

Bütün bunlar yaşanırken, Ankara zaman kazanmış ve kuşatma planları hazırlamıştı. Bütün sebep Koçgirililerin anayasada yazıldığı söylenen haklarının ihyasını istemesiydi. Ancak niyet böyle değildi. Alişer’in bütün öngörüleri bir bir çıkıyordu. O yüzden teslimiyet olmazdı. Bu büyük şairin yürüttüğü başkaldırı Mart 1921’de büyük bir askeri harekete uğradı. Öncesinde Millet Meclisi’nde gizli celselerde neler yapılacağına dair tartışmalar yapılmış, Koçgiri üzerine iki ordu gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Biri Sakallı Nurettin Paşa öncülüğünde oluşturulan merkez ordusuydu; diğeri Topal Osman’ın çetelerden oluşmuş bir birlikti. Ve iki koldan orantısız büyük bir güçle kuşatıldılar. Ozan dedi ki;

Koçgiri başladı herba
Sesi gitti şarka garba
İki ordu asker geldi
Dayanamadı bu darba

Eri dilo yeman yeman
Çîya girtî berf u duman
Mera bişînîn şahi merdan
Ewder mani hemu derdan

İki ordu asker gelmişti ve başlarında sabıkalı asker general sakallı Nurettin vardı. Nurettin Paşa, Osmanlının Yunanlılara karşı yürüttüğü vur kaç çete savaşların başında yer almış katliamlar konusunda deneyimli bir askerdi. Balkanlarda milis kuvvetleri komutanlığı yapmıştı. Bu sırada birçok büyük katliam gerçekleştirmiş, Mustafa Kemal ile arası çok iyiydi. Kürtleri de iyi tanıyordu. Zira daha önce Basra, Bağdat valiliği olarak bilinen bölgede 4. Tümenin komutanlığını yapmış ve Güney Kürdistan’da Kürtleri tanımıştır. Koçgiri’ye gönderilmesinin sebebi budur.

(Öyle ki Sakallı Nurettin Koçgiri’yi kanlı bir biçimde bastırdıktan sonra vekil yapılır, daha sonra yaptığı katliamdan ötürü yargılanmak istenir, Meclis’te buna dair sert tartışmalar çıkar, ancak bu yargılama Mustafa Kemal tarafından önlenir ve sonra Sakallı Nurettin cezalandırılacağına tersine Ege 1. Ordu Komutanlığına getirilir.

Alişer Koçgiri çarpışmaları sırasında esir alınamaz, yakalanamaz, devletin o kadar çabasına rağmen ele geçirilemez. Dersime geçer. Dersim’i örgütler ne ki 1937 ihaneti onu orada bulur, hayattan koparır.

Mağarada ölüm

Zeynel Topi başına toplanmış olanlara “Ankara Rayber Qopo’dan Alişer’in başını istemiş. Alişer’in başını götürürsek Dersim’e karışmayacak, askerini çekecekmiş” diyordu. Bir yandan bunu diyor Alişer’i öldürmeyi düşünüyor öte yandan Alişer’e verdiği “ikrar” boğazını sıkıyordu. İki ara bir derede kalmıştı. Lewra Alişer ile kirve olmuştu, ikrar vermişti. Şimdi nasıl ikrarını bozup, kirvesini öldürecekti? Sonra Alişer’i öldürürse alacağı ödülü ve üstüne üstlük Dersim’in kurtulacağı yalanına kendini inandırdı, kalktı yürüdü.

Hızlı adımlarla yürüyorlardı. Zeynel onlara komut veriyordu. Birkaç kişi ayrılıp, önden hızlı adımlarla uzaklaştı. Zeynel en arkada, onlardan beş-on metre geride yürüyordu. Alişer’in 18 yaşındaki yeğeni Zeynel mağaranın üstünde koyun otlatıyordu. Gelenleri görünce koşarak mağaraya indi ve amcasına haber verdi. Alişer dürbünü aldı, baktı, gelenleri tanıdı. Zarife’ye seslenerek: “Gelenlerden biri Zeynel kirve ama nedense insanların arkasından geliyor. Onun önde yürümesi gerekirdi. Sen mavzeri al şu kayanın arkasında dur, ne olur ne olmaz!” dedi. Zarife: “Ayıp olur hevalémin, kirvemize karşı mevziiye girmek ikrara yakışmaz” dedi. Sonra yeğenine “Zeynel, köpekleri tut misafirlere saldırmasınlar” diye ekledi.

İlk grup yaklaştı. Başlarındaki Mıste Sure vardı, selam verdi, Alişer’in yanına varıp omuz öpme bahanesi ile eğilirken birden silahını çekip Alişer’e ateş etmeye başladı. Neye uğradığını şaşıran Alişer “Hainler” diye bağırdı. Mağarada bulunan küçük kızlar çığlık atıp mağaranın içine doğru kaçıştılar. Anneleri evlatlarının üzerine kapaklandı Saray ve Hatun’u kucağına aldı Güllü ve Hanife’yi sepetin altına gizledi. Alişer’in yeğeni Zeynel hainlerden birinin üzerine atıldı yere yatırdı, üstüne gelen Efendiye bir el ateş etti, Efendi yaralandı, düşmedi. Efendi doğrudan yaralı Alişer’in üstüne yürüdü, tam ateş edecekken, Alişer mukabele etti. Alişer’le Efendi birbirlerine sarıldılar, düşüp kalktılar. O sırada Mısté Sure arkadan Alişer’e birkaç el üst üste ateş etti. Kurşunlar isabet etti, Alişer koptu. Bu durumu gören Zarife, Efendinin başına nişan alarak bir el ateş etti, Enfendi’nin başı parçalanıp yere yığıldı. Aynı anda çığlık atarak Hewali min ji minra go tubu / Eşim Bana söylemişti” diye çığlık attı. Baktı Alişer yerde kanlar içinde yatıyor. “Vayy hevalimin kuştin/Vay arkadaşımı, eşimi öldürdüler” diyerek Alişer’in üstüne kapaklandı. Sonra “Hevalimin ne kujin/Onu öldürmeyin” dedi yakarırcasına ve tabancasını çekti. Mıste Sure panikledi, “Zeynel” diye bağırdı. Arkadan gelen Zeynel’den yardım istedi. “Yetiş bizi bitirdiler!” diye bağırdı. Zeynel içeri girdi, bir el Alişer’in yeğeni Zeynel’e ateş etti ve yaklaşarak bir el de Zarife’ye ateş etti. Çok kolay öldüren gaddar bir adamdı. Son anda Zarife’yle göz göze geldiler. Zarife: “İkrara düşman adam!” diye son sözünü söyledi ve düştü.
İçeride savaşabilecek olanları hallettiler. Küçük kızlara ve geline dokunmadılar. Küçük kızlar annelerinin kucağında titriyorlardı. Alişer’le Zarife’nin kellelerini kesip torbaya koydular. Sandığın içindeki altınları, defterleri ve haritaları aldılar. Torbaları sırtlayıp mağaradan çıktılar. Torbaların altından kan sızıyordu. Miste Sure akan kandan kırmızıya boyanmıştı. Mağara evinin bir köşesine sinmiş kadın ve küçük kızlar Zeynel’e Topi ve arkadaşları uzaklaştıktan sonra oğul Zeynel’in yanına koştular. Zeynel kanlar içindeydi ama hala nefes alıyordu. Annesi, “Wuyy, layemin kust! / Oyy oğlumu katlettiler!” diye feryat etti. Zeynel biraz sonra uyandı, gözlerini açtı ve su istedi. Anne su verip vermeme konusunda tereddüt edince, sonra oğlunun yaşamayacağını anlayıp son isteğini yerine getirdi. Zeynel suyu yarısını içtikten sonra yıkıldı, kaldı, oracıkta öldü. Kadının ağlamaktan gözleri şişti, gözpınarları kurudu.

Seyit Rıza’nın feryadı

Haber kurşun gibi yayıldı. Seyit Rıza’ya haber ulaştığında adeta yıkıldı. Atlayıp birkaç kişiyle hemen mağaraya geldiler. Seyit Rıza başsız gövdelere bakıp feryat etti, “Hazreti Hüseyin gibi başını götürüp Dewleta Tirki’ye satacaksın. Nasıl da kıyıp başını gövdesinden ayırdın Zeyno? Mewran bile senin yaptığını yapmaz Zeynoo. Muhammed’in düşmanı! Sen nasıl o Qopo denen hainin kirmanını çevirirsin. Sen Qopo’nun def’ine ip oldun. Simdi Tujik Baba’ya yalvarsan da artık sana lanetlik indi. İkrar iman düşmanı.” Mağaranın bir ucuna gidip geliyor, cesetlere bakarak ah çekiyordu Seyit Rıza: “Ben bilemedim Zeyno’nun devlete vereceği hediyeyi. Hain Zeyno’nun devlete vereceği ne olabilir diye hiç düşünemedim. Yüklenip gidelim buralardan. Buralarda yaşamak bize haram. Babamızın, dedemizin toprağından yüklenip gidelim. Biz, bize sığınana sahip çıkamadık. Kendisine sığınan bir cana sahip çıkamayanın kapıdaki itten farkı yoktur. Biz bahtımıza sahip çıkamadık. Biz Alişer gibi bir yiğide sahip çıkmadık. Derler ki, tahtını yık bahtını yıkma. Bahtım yıkıldıktan sonra tahtı ne yapayım.”
Miste Sure adımlarını attıkça kırmızıya boyanan torbanın içindeki kafalar birbirine çarpıyor, sesler çıkarıyordu. Torbadan akan kan sırtından damlayıp yırtık paçalarını ve çarıklarını kırmızıya boyamıştı. Zeynel, düşünceli ve oldukça hızlı adımlarla yürüyordu. Miste Sure ve diğerleri ona yetişmek için bazen koşmak zorunda kalıyorlardı.

Büyük şairin sesini kısmak için başı kesilmişti. Ama onu ve yiğit Zarife’yi öldürenler tarihin çöp sepetindeki yerlerini alırken Alişer’in milli şiirleri, tasavvufi şiirleri, Kürtçe ve Türkçe yazdığı şiirler dilden dile dolaşıyor hala:
Ez mailim cemal tu yî
Di fikramin da xeyal tu yî
Ser dikim kîl u kal tu yî
Ez jé ki sanî catne kim çibkim

Benim çektiğimi erd u semah çekemez
Zalimin zulmü mazlumun ahı
Azim olan aşıkı ala çekemez

The post Alişer first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Siyabend ile Xecê https://gazetekarinca.com/siyabend-ile-xece/ Tue, 24 May 2022 05:30:37 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=210841 Van’dan dönüyordum. O gün Van Gölü’nün üstünde uçarken uzun uzun düşündüm. Ben bu hal ile hemhalken kıyıda gençlik arkadaşım Memed’e rastladığım günü hatırladım. Biz ona Tanyıldız Memed derdik. Benden birkaç yaş büyük olsa da o yıllarda derdimi açtığım arkadaşlarımdan biriydi Memed. Bulunduğumuz yerin yanında şirin bir kulübe vardı oraya geçip oturmuştuk onunla. Görüşmeyeli yıllar olmuştu. […]

The post Siyabend ile Xecê first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Van’dan dönüyordum. O gün Van Gölü’nün üstünde uçarken uzun uzun düşündüm. Ben bu hal ile hemhalken kıyıda gençlik arkadaşım Memed’e rastladığım günü hatırladım. Biz ona Tanyıldız Memed derdik. Benden birkaç yaş büyük olsa da o yıllarda derdimi açtığım arkadaşlarımdan biriydi Memed. Bulunduğumuz yerin yanında şirin bir kulübe vardı oraya geçip oturmuştuk onunla. Görüşmeyeli yıllar olmuştu. Bir şeyler yiyip içtikten sonra söz dönüp dolaşıp eskiden beri aramızda bir şifre gibi olan konuya döndü. Siyabend ile Xecê’nin insanın aklını başından alan acıklı hikâyesine.

Karşıda Sipanê Xelatê akşamın kızıllığında bile başını arşa uzatıp bize bakıyordu sanki. Karşıda Sipan ayaklarının dibinde Göla Vanê tekmil coğrafya aşka gelirdi. İş aşka gelince de o hep Siahmed derdi, aslı Siyabend olmasına rağmen. Her halde ikincisi bana gönderme olsun diyeydi. Aşk sözcüğünün geçtiği yerde onun mutlaka bir Siyahmedi ve bir Xecê’si vardı. Bu sözcükler mutad dökülürdü ağzından. O kavlince Xeca Zirîn derdi Ben Xeca Şengê.

Bu kez de Sipana doğru elimi uzatıp, “İşte Xecê’nin mekanı” demeye kalmadan, o hemen “Xeca Şengê, Ezê hiviya te bi sekinim heta kengê” diyerek girizgâh yaptı. Xecê aşkın adıysa beklemek de aşkın fıtratıydı. Ama o bana, yıllar geçti daha ne kadar bekleyecek seni, diyordu. Ben mesajı almıştım.
Onu görmüşken, Xecê bahsini deşmek istedim.
….
Xecê bir Ağa’nın kızıydı. Ağalara burada bey de diyorlar. Siyabend ise ağanın çobanı. Xecê’nin güzel gönlü kuzuları güden bu çoban çocuğa düşüyor. Ama bu öyle sıradan bir çoban değil. Yiğit biri. Yoksulluk içinde büyüyerek ateş parçasına dönüşen bir genç. Attığını vuran, boz yeleli atların sırtında rüzgâr gibi uçan bir genç. Daha küçükken babası ölünce anasıyla Silîva’dan (Silvan’dan) kalkıp Xelat’ın (Ahlat’ın) eteklerindeki bu beyin obasına geliyorlar. Burada obanın beyine sığınıyorlar çocuk ve anası. Derken Siyabend de kuzucusu oluyor obanın, orada Sipan dağının eteklerinde beyin koyunlarını, kuzularını otlatarak büyüyor. Uçsuz bucaksız bozkırda gizli gizli yakaladığı yılkı atlarına biniyor, ok atıyor, kılıç kuşanıyor. Gel zaman git zaman ağanın kızı Xecê bozkırda rüzgâr gibi esen Siyabend’e aşık oluyor. Ağa bu, kızını çobana verir mi hiç? Çoban da olsa gönül bu, hiç durur mu? Memed hikayenin gözüne doğru ilerlerken az duruyor.

“Ee ne oldu keké Memed sonra?”

“Sonrası malum. Siyabend aldı Xece’yi çıktı dağa. Ahlat’ın başına taç gibi oturmuş Sipan dağına. Bu yüzden ona Sipanê Xelatê diyorlar ya. Ağanın ordusu da peşlerinde tabi. En doruğa çıkmak istiyorlar. Çıkıp kurtulmak istiyorlar. Siyabend gözlerini zirveye dikti. Çıktılar, çıktılar, çıktılar.. Ve nihayet yoruldular, dağın doruğunda dinlenmek istediler, Siyabend başını Xecê’nin dizine koydu ve yattı. İşte ne olduysa o sıra oldu?”

“Ne oldu?” deyip deşiyorum hikâyeyi.

“Ne olacak, bir dağ keçisi geldi başlarında durdu. Siyabend başını Xecê’nin dizinden kaldırınca göz göze geldi dağ keçisi ile. Siyabend’in gözlerinin içine baktı Gaquvi dediğimiz dağ keçisi. Gaquvi, başını öne arkaya doğru sallayarak, adeta Siyabend’e gel gel ediyordu. Siyabend şaştı bu işe. O av, Siyabend avcıydı. Av nasıl olurda avcıyı çağırırdı? Siyabend o an bütün dünyayı unuttu. Yanında Xecê ardında onu yakalayıp ibreti âlem için pare pare edecek bir ordu vardı. Ama o Gaquvinin büyüsüne kapılmış, manyetik alanına girmişti bir kez. Doruğa doğru hızla çıkan orduyu, hatta Xecê’yi bile unuttu o an, o an sadece avına kenetlendi. Ayağa kalktı, Xecê onun kolundan tuttu, ‘gitme’ dedi yakaran bir sesle, Siyabend bir Xecê’ye bir onu büyüleyen Gaquviye baktı, her şey gözünde bir anda silindi, o dağın doruğunda sanki bir o, bir de avı olan Gaquvi vardı. Gaquviye (dağ keçisine) doğru hamle etti. Gaquvi kaçtı, Siyabend kovaladı.”

“Sonra peki?”

“Sonra mı? Siyabend, gaquviye doğru seğirtti. Gaquvi koşmaya başladı ardından da Siyabend. Onların ardından da Xecé koşuyordu. Gaquvi bir tepede durdu, Siyabend de durdu. Ardından gaquvi aniden fırladı durduğu yerden, Siyaben de fırladı peşinden. Gaquvi koşuyor Siyabend koşuyordu. Gaquvi aniden duruyor, Siyabend de duruyordu. Siyabend aradaki mesafeyi kapatıp altın anı kolluyordu. Uygun bir yer bulduktan sonra o altın anda öldürücü oku fırlatmak istiyordu. Nihayet bir tepeciğin başında durdu, Gaquvi onun durduğunu görünce kendisi de durup neden gelmiyorsun der gibi avcıya baktı, Siyabend o an diz çöktü, nişan aldı ve okunu fırlattı. Gaquvi de dağın doruğunun bittiği büyük bir uçurumun başına gelmişti. Siyabend’in nişanladığı ok havada vınlayarak gitti menzilini buldu, avının boynuna saplandı. Gaquvi birden bir hırıltıyla sendeledi, son bir kez daha Siyabend’e baktı, bir iki yuvarlandı, yarın başına geldi, oracıkta yığılıp kaldı.”

“Yani?”

“Yanisi şu: Siyabend o altın anı kollamıştı. Yaman nişancıydı. Yakaladığında, çöktü, gerdi yayı, bıraktı oku. Dağ keçisini vurdu. O an hem av hem avcı için dünya durdu.”

“Xecê nerdeydi bu sırada?”

“Ardı sıra koşuyordu Siyabend’in. Etme, gitme, yapma diyordu. Ama av, avcıyı avucunun içine almıştı bir kere. Siyabend uzun sivri boynuzlu dağ keçisini vurduktan sonra arkasından gelen sese döndü. Xecê’nin sesiydi, nefes nefeseydi. Bir Xecê’ye bir gaquviye baktı. Xecê’nin gözlerinde ise hala ona ‘gitme’ diyen yakarış vardı. Siyabend’in ise gözlerinde zafer ışıkları parıldıyordu, ‘Bak Xecê vurdum, onu alıp sana getireceğim’ diyordu.

Siyabend dağ keçisinin yanına geldi gözlerine baktı. Bakışında hiçbir acı, hiç bir pişmanlık görmedi, şaşırdı.
Onu, avını başıyla saygıyla selamladı. Tam o sırada durduğu yeri fark etti. Derin bir uçurumun kenarındaydı. Birden diğer tarafa geçmek istedi. Fakat gaquvi buna izin vermedi, “şimdi de sıra bende” der gibi, son bir kez derin bir hırıltıyla başını yukarı kaldırdı boynuzlarını Siyabend’e doğru savurdu. Siyabend’i o derin uçurumdan aşağıya, uçurumun ta dibine doğru fırlatıp attı. Av, avcıyı yenmişti.”

“Mala mını…”

“Ya birimin her aşk meşkle bitmiyor bu dünyada.”

“E sonra”

“Xecê’nin yüreğinde bir yangın parladı, yangın önce yüreğini sonra bütün bedenini sardı, ateşin buğusu bütün hücrelerini yaktı, ağzından derin bir “Ah!” çıktı. “Ah! Siyabend ah!” dedi. Dünya önce durdu, sonra etrafında dönmeye başladı. Xecê bir an için yaşadıkları trajediyi kavradı. Yüreği parçalandı. Sonra ateş bütün bedenini, alevler bütün benliğini kapladı. Çığlık attı, ardından haykırmaya başladı. Gözpınarlarından yaşlar sel olup aktı.” Ve Memed farkına varmadan kılama başlamıştı.

Serê Sipanê Xelaté bi dumane bi mije / Kêditiye vi zemani néçir léxeneçırvanı xubéquje?
(Sipan’ın başı karlı, dumanlıdır/kim görmüş av avcısını öldürmüştür.)

Xecê, uçurumun başına geldiğinde gördüğü manzara onu dehşete düşürdü, ürperdi. Siyabend yarın dibinde sırt üstü bir karaçalıya saplanıp kalmıştı. Dikenin sivri ucu sırtından girmiş göğüs kafesinden çıkmıştı. Ama hala bedeninde can, gözünde fer vardı, inliyordu. Xecê uçurumun dibindeki Siyabend’e seslendi:

Siyabend Siyabendê Silivi / Ey Siyabend, Siyabendê Silivi
Xuyê tir qevanêzivi / Gümüşten ok ve yayın sahibi
Mênegote te ne çeşerê gaquvi / Sana bu ava gitme demedim mi?
Ev mali mîrat wê me bihelesêvi / Bu evi yıkılasıca öksüz bırakacak bizi.

Siyabend başını kaldırdı, uçurumun başındaki Xecê’ye baktı. Xecê’nin gözlerinden yaşlar akıyordu.
Kendisine seslenen sesin sahibine iyice gözlerini dikti. Bir kez daha baktı, doyamadı. Xecê ne kadar da güzeldi. Şimdiye kadar neden ona hiç böyle bakmamıştı.

Birden ayağa kalkıp Xecê’ye doğru yürümek istedi ama yapamadı. “Eyvah!” dedi. Sonra kendi hali ahvali aklına geldi. O an dünya etrafında döndü, döndükçe de karardı. Xecê uçurumun kenarına gelmişti.
Yürekleri paralayan bir ağıt yakıyordu. Siyabend’in bu durumdan kurtulma isteği yüreğini kapladı ama acıyla telaşın karmaşasında bir çaresizliğin kollarında savruluyordu. Siyabend, son kez Xecé’ye uçurumun dibinden seslendi:

Xecê Xecê Şengê / Ey Şengsu lalesinin Xecêsi
Kesukêmin evitiye navtengê / Karaçalı sırtımdan göğsümü deldi
De werêmin xilazqe, bêmiraz / Gel de kurtar beni
Ezê hêviya te bisekinim hetakengê / Daha ne kadar bekleyeceğim seni

Xecê, Siyabend’in bu yürek yakan çağrısı üzerine sağa sola bakındı, ipe benzer bir şey aradı, bulamadı. Hemen aklına uzun saçları geldi. Uzunca örgülerini birer birer dipten kesmeye başladı. Sonra onları aceleyle uçlarından birbirine bağladı, uçurumun dibine sarkıttı. Ama nafile, yetişmiyorlardı.
Siyabend’in kanı her iki tarafından akıyor, çalının kenarından sızarak aşağıda küçük bir gölcük oluşturuyordu. Xecê çaresiz ve yapayalnızdı. O sırada bir sesle irkildi. Arkasına dönüp baktı, babasının askerleri hızla yaklaşıyorlardı.

Siyabend, Xecê’nin babasının ordusunun gelip yetiştiğini anlamıştı. Son bir kez gücünü topladı, sevdiğine inleyerek seslendi: “Xecê, git, seni azad ediyorum. Evlen, çocuk doğur, dilediğince mutlu ol, mutlu yaşa, benden sana hayır yok artık.”

Xecê içerlendi, kendi kendine söylendi. “Ya sen ya sen ne yapacaksın gönlümün tacı, yüreğimin yiğit aslanı? Yalnız başına bu uçurumun dibinde ne yapacaksın? Karda üşürsün yalnız kalırsan?” Kendi kendine, gaipten mırıldanır gibi konuşuyordu. Acısı o kadar büyüktü ki artık hiçbir acı duymuyordu… Kederle gülümsedi. Sonra Tahirê Uryan gibi inledi;

Gönül garip ve hazindir, ah nasıl inlemem?
Bedenim ateşte yanıyor, ah nasıl inlemem?
Bana neden, ne de çok inlersin diyorlar hep
Ölüm ki pusuda bekler, ah nasıl inlemem?

Babasının ordusu iyice yaklaşmıştı. Siyabend’e elini uzattı, onu tutacakmış gibi. Sonra kendini usulca yardan, ona doğru bıraktı…

O an Sipan’a doğru hüzünle baktım. Siyabend yarda Xecê’yi bekliyordu hala orda. Yarası hala kanıyordu. Bu yara daha ne kadar kanayacak buralarda?

Günün kızıllığı karanlığa teslim olmak üzereydi… Ve bir kavalcı yanık yanık kaval çalıyordu ta uzaklarda:

“Serê Sipanê Xelatê bi dumane bi mije / Ke ditiye heta niha, neçir li xeni çirvanéxu bu kuje?”
Siyabendler yarda Xecê’ler dardadır hala bu coğrafyada. Bir gün elbet, bir gün mutlaka…

Onları orda kucak kucağa bırakıp Edremit’e yöneliyoruz.

The post Siyabend ile Xecê first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kürt sorunu ve çözüm yollarına sosyolojik bir yaklaşım https://gazetekarinca.com/kurt-sorunu-ve-cozum-yollarina-sosyolojik-bir-yaklasim/ Tue, 10 May 2022 06:08:13 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=209505 Tarihsel arka plan Kürt sorunu elbette ki bugünün sorunu değil. Tarihsel, kültürel, siyasal ve etnik arka planı olan bir sorundur. Kürtler eski zamanlardan beri bu coğrafyada yaşıyorlar. Daha Türkler bu coğrafyaya gelmeden batıda Bizans doğuda Sasanilerin arasındaki Mezopotamya ve kuzey ve kuzey doğusundaki bölgelerde yaşıyordular. Dönemin iki büyük gücü olan Sasaniler ile Bizans uzun süre […]

The post Kürt sorunu ve çözüm yollarına sosyolojik bir yaklaşım first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Tarihsel arka plan

Kürt sorunu elbette ki bugünün sorunu değil. Tarihsel, kültürel, siyasal ve etnik arka planı olan bir sorundur. Kürtler eski zamanlardan beri bu coğrafyada yaşıyorlar. Daha Türkler bu coğrafyaya gelmeden batıda Bizans doğuda Sasanilerin arasındaki Mezopotamya ve kuzey ve kuzey doğusundaki bölgelerde yaşıyordular. Dönemin iki büyük gücü olan Sasaniler ile Bizans uzun süre çatıştığı için ikisi de zamanla güç kaybetti zayıfladı, aradan İslam yükseldi. Doğu zayıfladıkça Batı buraları işgal etti, Batı zayıfladığında ise Doğu oraya aktı. Selçuklular bundan yararlandı, İslam’ı, fetih ve işgalin meşrulaştırıcı ideolojisi olarak kullanarak yayıldılar. Selçuklunun ortadan kalkması ile Osmanlı ortaya çıktı.

Kürtler Selçuklulardan çok önce bu topraklarda vardı, Osmanlı da ise özerk hükümetler biçiminde yaşamlarını idame ettirdiler. Bazı araştırmalar bu konuda 28 bağımız emirlik ve devlet, 4 bin civarında büyük aile ve aşiretten bahseder. Bu hem Kürtlüğü yaşatan bir unsur olmuş, hem de kimsenin diğerinin yönetimini ve liderliğini kabul etmemesi nedeniyle Kürtlerin kalıcı olarak devletleşmesinin önünü tıkamıştır.

Selçuklular zamanında bölgede Kürtlerin devletleri vardı. Anadolu’nun kapılarını Malazgirt’te Kürtler Selçuklulara açtı. Bu birbirinin varlığını kabul eden beraberlik devam etti. Kürtler, Osmanlı ile Çaldıran Savaşı sonrası yaptıkları Amasya Anlaşması ile bağımsız beylikler şeklinde yaşamlarına devam ettiler. İp, Tanzimat’ın merkezi politikaları sonucu Kürt beylerine verilen ayrıcalıkların ortadan kalmaması ile koptu. Baban ve Bedirhan İsyanları ile kopan bu ip bir daha da dikiş tutmadı. Abdülhamid sadakat politikası ve Hamidiye alayları ile bunu onarmak ve Kürtleri kendine bağlamak istedi, kısmen başardı da. Hamidiyelerle hem Kürtleri kullandı hem de uluslaşma çağında devletleşmelerini önledi. Bu politika sonrasında da devam etti.

İttihat Terakki’nin Türkçü ve Turancı politikaları farklılıkları teke indirgemenin peşinden koştu. Bu anlayış birliktelik iklimini zehirledi hala zehirlemeye devam ediyor. Osmanlı’nın dağılması sonrası da Türkiye Cumhuriyeti kurulunca Kürtler beklenti içine girdi ama kısa zaman sonra bu beklenti boş çıkınca direndiler. Fakat cumhuriyet döneminde daha ileri kazanımlar elde etmelerini beklerken, yapılan baskılar ve bastırmalar sonucu Selçuklu ve Osmanlı zamanındaki özerkliklerinin gerisine düştüler, ellerindekini de kaybettiler. Devlet ne Kürtlerin ayrılmasına müsaade etti ne de eşit yurttaşlık ilkesini kabul etti. Eritme, ret ve inkâra dayalı politikalar sürüp gitti. Hep üvey evlat muamelesi gördüler; daha da ötesine geçilerek yok sayıldılar.

İktidarlar çözümü, bir devlet politikası olarak İttihat Terakkiden devraldıkları “Kürtleri Türkleştirmek” politikası olarak gördü. Bazen ideolojik araçlarla eritme bazen de kanlı bastırmalarla sorunu çözme yoluna gitti ama çözemedi. Sorun büyük bir fay hattı olarak büyüyerek günümüze kadar geldi. Farklılıkları teke indirgemenin mümkün olmadığı bu çağda artık başka bir çözüm yolunu hayata geçirmenin zamanı geldi geçiyor bile.

Kürt sorunu ve egemenin çözüm biçimi

Türkiye’nin kırmamaya, aksine onarmaya, düzletmeye dikkat etmesi gereken dört fay hattı var: Bunlar 1)Türk-Kürt 2)Alevi-Sünni 3) Kadın-Erkek 4)Yoksul- Zengin fay hatlarıdır bunlar. Bunları görmezden gelmek, yokmuş gibi davranmak, gündeme getirenleri suçlamak sorunları ağırlaştırmaktan başka işe yaramaz. Levra gündüz gerçeğe gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar. Gerçek orada durmaya ve yaşamaya devam eder.

Önce Kürt sorunundan başlayalım. Egemen zihniyet önce Kürtlüğü ret ve inkara tabi tuttu. Sonra mızrak çuvala sığmayınca kendince çözüm yollarına gitti ve Kürt sorununu üç şekilde çözmeye çalıştı: 1) Bastırarak işi bitirmek istedi; bu başarılamadı. Çünkü bu sorun bastırılarak çözülecek bir sorun değildi.2) Entegre etme, devşirme, asimile etme yoluna gitti. Asimilasyon ve self kolonizasyon kısmen başarıldı. Kürtlerin önemli bir kısmı asimilasyona uğradı. Göçler, yer değiştirmeler, nüfus mühendislikleri bu süreci hızlandırdı. Fakat bu da sonuç alıcı olmadı, çoğu yerde bu silah ters tepti. 3)Kendini oluruna/akıntıya bırakma, sorunu görmezden gelme kurnazlığı. Bastırma ile başaramayınca zaman zaman bu taktiğe başvurdu. Bu süreç entegrasyon ve asimilasyonla birlikte yürüdü, kimi zaman da rıza üreterek yapılanlar meşrulaştırılmaya çalışıldı. Ama her üç biçim de sonuçta bu sorunu çözmedi, sorun büyüyerek devam etti.

Çözüm: Eşit temelde bir arda yaşamak

Oysa baştan beri denenmesi gereken bir yol vardı bir türlü bu yol denenmedi. O yol zihniyet değişimi ile birlikte yasal temele oturtulmuş “eşit temelde bir arada yaşamak”tır. Eşit temelde bir arada yaşamak için atılması gereken adımlar bellidir. Bunun için basit üç adım atmak yeterliydi:

1)Herkesin anadilinde eğitim görmesi

2) Vatandaşlık tanımının değiştirilmesi

3) Merkezi devlet ile yerel devlet ilişkisinin âdemi merkeziyetçi bir anlayışla yeniden düzenlenmesi olarak özetlenebilir. Diğer bir deyişle bu konuda sonuç almak için, devletin yıllardır uyguladığı “dil ve idare siyasetini” değiştirmesi gerekir.

Kürtlerin çözme iradesi

Bu arada bir özne olarak Kürtlerin de yapması gereken hususlar var. Bu sorunu kökten çözmek için üç şeye ihtiyaçları var:

1) Kurucu bir akla ihtiyaçları var; bunu bir türlü oluşturamadılar.

2) Bir güncel ve tarihsel bilince ihtiyaç var. Kürt sorunu ve Kürtlük bilinci bilgisayarda uykuya bırakılmış bir dosya gibidir. Bilgisayardaki bu dosyayı tıklayıp açacak girişim ve vizyona ihtiyaç var. Diğer bir deyişle uyuyanı uyandıracak doğru dürüst bir öncülüğe ihtiyaç var. Ve tabi

3) Birlik oluşturmaya ihtiyaç var. Birlik olmadan hiçbir şey olmaz. Birlik çözümün anahtarıdır.

Ne yazık ki bu üç adım da çeşitli nedenlerden ötürü henüz ortada yok.

1) Bir kere bütün Kürtlerin ortak bir hedefleri yok. Bu acı bir gerçek.

2) Kimsenin bir diğerinin liderliğini kabul etmemesi gibi bir durum var. Ne yazık ki bu geçmişten gelen başarısızlığın temel kaynaklarından biridir ve bir hastalık gibi devam etmektedir. Buna siyasetlerin, ideolojilerin, partilerin, aşiretlerin ve kimi büyük ailelerin arasındaki çekememezlik ve çekişmenin sürüp gitmesi de denebilir. Ve tabi

3) Aşiretten milletleşmeyebir türlü evirilmemiş olması gereceği var. Bunlar sosyolojik bir araştırmanın konusu elbette. Ama biz bu yazı çerçevesinde daha güncel olana geri dönelim.

Sorunun çözümünde dört önemli kavram

Peki, nasıl olacak, nasıl çözülecek bu iş. Bana göre çözümün iki boyutu var: Bunlardan biri ve birincisi psikolojik alt yapı inşasıdır. Diğeri de bunun üzerinden atılacak somut adımlardır. Bilinmeli kisosyo-psikolojik alt yapı oluşturulmadan somut adımlar atılsa bile(geçmişte örnekleri olduğu gibi) başarılı olma şansı yoktur. O yüzden önce bu psikolojik altyapı oluşturulmalıdır .Psikolojik altyapı için bugüne değin hayata geçirilmeyen dört kavaramın hayata geçirilmesi gerekir. Bunlar, niyet, empati, barış dili ve bölünme paranoyasının aşılmasıdır. Sırasıyla bakalım:

1-Niyet yapmanın yarısıdır

Demirel’den Erdoğan’a başbakanlar Diyarbakır’a gidip bu sorunu tanıdıklarını ve çözeceklerini söylediler, fakat samimi değillerdi. Çünkü samimi olsalardı bu söylemlerinin ardını getirilerdi, oysa hiçbiri söylemlerinin arkasını getirmedi. Çözüm olmadı, sorun hep orta yerde kaldı.

Demirel 1991 yılında iktidar olduğunda ortağı Erdal İnönü ile Diyarbakır’a gidip Kürt realitesini tanıdıklarını söyledi. Sonra bir daha da bu sözü ağzına almadı ve gereğini yapmadı. Acaba gerçekten böyle bir niyetleri var mıydı yoksa aslında bir kandırmaca politikası ile “..mış gibi” mi yapıldı. Yani mesele onlar için Kürt sorununu çözme sorunu değildi, mesele onlar için daha çok Kürt oyları sorunuydu. Onun ardından 1994 yılında Çiller Bask Modelinden bahsetti, sonra halefleri gibi çark etti. Mesut Yılmaz 1998 yılında “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” dedi. Bunu söyledikten sonra bir şey yapmadı, bir daha Diyarbakır ayak basmadı. Mehmet Ağar bile PKK için “Dağ yerine düz ovada politika yapsınlar” dedi, sonra siyasetten silindi gitti. Ecevit, “Öcalan’ın ABD tarafından neden yakalanıp kendilerine teslim edildiğini bir türlü anlamadığını” ileri sürdü. Sonra Erdoğan geldi. 2005 yılında Diyarbakır’a gidip İstasyon Meydanında halka “Kürt Sorunu var ve bu sorun herkes gibi benim de sorunum, onu hukuk ve demokrasi yoluyla çözeceğim” dedi. Şimdi ise “böyle bir sorun yok” diyor.

Burada iki şey dikkat çekiyor ya da akla geliyor: Ya bu liderler samimi değildi söylediklerinde ya da bunları dile getirdikten sonra bir el, belki de derin devlet, devreye girerek çözümü her seferinde engelledi. O halde artık bu sorunun çözümü için ihtiyaç duyulan en önemli şey gerçekten iyi niyet göstermek ve çözümde gerçekten samimi olmaktır. Halkın artık oyalamaya ve kandırılmaya tahammülü kalmadı.

2-Empati zayıflık değil çözüme giden yolun en etkili unsurudur

Bir düşünün Kürtlerin yaşadığı coğrafyada nerdeyse her iki evden birinde ya bir ölü ya da hapis yatmış bir kimse var bu meseleden dolayı. Bunların hepsi akıllarını mı oynattı, yoksa bir düşünceleri bir fikriyatları var ve bunun uğruna bütün bunlara katlanıyorlar, anlamak gerekmez mi? Peki bu neden anlamaya çalışılmıyor. Bir düşünün toplamda nerdeyse 100 bine varan ölüden ve yaralıdan bahsediliyor. Bugün Rusya Ukrayna savaşında bile bu kadar insan ölmedi. Devletin resmi rakamlarına ve müfettiş raporlarına göre 17 bin faili meçhul gerçekleşti. 4 bin köy ve mezra boşaltıldı ve 3,5 milyon insan göç ettirildi. Bütün bunlar görmezden gelinerek, bunlarla yüzleşilmeden bu sorun çözülebilir mi? İşte bu noktada en etkili kavram empatidir. Empati yapılmadan bu mesele çözülemez. Tabi empati çift taraflı işlemeli. Batıda yaşayanlar Kürtlerin yaşadığı acıları içselleştirmeli, Kürtler de Türklerin kimi hassasiyetlerini dikkate alarak hareket etmelidir. Ancak o zaman gerçek empati kurulabilir ve çözüm için birbirine yaklaşılabilir.

3-Barış dili çözümün anahtarıdır

Bir sorunu çözmek için önce o konudaki dili değiştirmek gerekir. Dilin değişmesi için zihniyetin değişmesi gerekir. Çünkü dil zihnin dışavurumudur, insanı gösteren dilidir, o yüzden, konuş ki seni göreyim denmiştir. Zihniyet ötekileştirici ise düşmanca ise onun dili de barışçıl olamaz tam tersine barışı zehirleyen bir dil olur; tıpkı şimdi yapıldığı gibi. Bu nevi bir dil barışa hizmet etmez, barışı sabote eder. Bu politika bilerek yapılıyorsa yanlıştır, kimseye fayda getirmez. Bilmeden yapılıyorsa terkedilmelidir.

Sürekli, “beka sorunu var, her yan düşmanla dolu, hem içeriden hem dışardan düşmanlar saldırıya geçmiş demek” doğru olmadığı gibi bu sorunları çözmede bir işe ve işleve de sahip değil. Tersine sorunu büyütme işlevine sahiptir. Bazıları bunu zaten bilerek yapıyor, “bize biat edin rahat edin” diyerek toplumu sürekli korkutuyorlar. Korkularla toplumu yönlendiriyor ve yönetiyorlar. Her gün “şu kadar terörist öldürdük, her bahar kökünü kazıdık” diyorlar ama bir türlü kökü kazınmıyor, arkası gelmiyor bu sözlerin. O halde ölüm, öldürme sözleri ile sonuç alınamıyor. Alınsaydı eğer 40 yıldır, hatta 100 yıldır alınırdı. Yazık, günah değil mi? Olan yoksul halk çocuklarına oluyor.

O halde artık bu düşmanlaştırıcı, kutuplara ayıran ve toplumsal barışı zedeleyen ve zehirleyen dil terk edilmeli yerine barış dili kullanılmalıdır. Çünkü kimse sıkılı bir yumrukla tokalaşamaz. Beka söyleminin arkasına sığınarak güvenlik politikalarıyla, ölü sayıcılıkla bir yere varılamaz. Sürekli terör, düşman, vurma, kırma ile sonuç alınamadığı yapılanlardan hala belli değil mi? Bu yolla sonuç alınsaydı, 1925’te, 30’da, 38’de sonuç alınırdı. Alındımı, alınmadı. O halde artık yöntem değişmeli ve kullanılan dili değiştirerek işe başlanmalıdır.

4-Bölünme paranoyası artık aşılmalı

Osmanlıdan bugüne bölünme paranoyası var. Bunun sebebi sadece bugüne ilişkin değil, bu işin bir tarihsel arka planı var. O da toprak kaybı paranoyasıdır. Osmanlının toprak kayıpları, Osmanlı içindeki ulusların ayrılarak devletlerini kurmaları. Rus işgali, Hatay meselesi, Boğazlar meselesi, Kars Ardahan’ın gidip gelmesi vb. tarihsel süreçler bir kopma ürkme belleği yaratmıştır ve bu da bölünme paranoyasına yol açmıştır.

Oysa Kürtler biz ayrılmak istemiyoruz, biz eşit temelde bir arada yaşamak istiyoruz diyor. Buna karşılık, “yok siz böleceksiniz” deniyor sürekli. Aslında bu da iktidarlarını daim ettirmenin bir yolu olarak bir politik manevra olarak kullanılıyor. Oysa evlilikler var, büyük göçler gerçekleşmiş, Pazar birliği oluşmuş, din birliği var… Bu vb. unsurlar zaten sosyolojik olarak bölünmeyi güçleştiren unsurlar. Bunları görmeyip sürekli bölünmeden bahsetmek bölücülüğün ta kendisidir.

Demokrasiyi güçlendirmek varken, hakkı hukuku, adaleti ihya etmek varken, özgürlük ve eşitliği sağlamak varken, bunları yapmayıp, bunların yerine baskıya başvurmak, ayrışmaya zemin hazırlamak asıl bölünmeye yol açmaz mı? Sormak lazım; Türkiye üniter bir devlettir diyenler neden batıda ayrı doğuda ayrı hukuk uyguluyorlar? Batıda uygulanmayan kayyum doğuda uygulanıyor mesela. Batıda olmayan OHAL yıllarca sürüp gitti. Bu mu birlik beraberlik, bu mu bölünmeyi engelleyen politikanız? Bu baskılar, iki hukuklu yapılar tam tersine bölünmeye hizmet eden unsurlardır. Bütün bunlarla sıradan yoksul halk bir sürü yalanla kandırılıyor. Böylece Kürt sorununda giderek bir Türk sorunu yaratılıyor. (Somut adımlar ve Türk sorunu başka bir yazıda).

The post Kürt sorunu ve çözüm yollarına sosyolojik bir yaklaşım first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yaşamın hikmeti üzerine bazı düşünceler https://gazetekarinca.com/yasamin-hikmeti-uzerine-bazi-dusunceler/ Tue, 19 Apr 2022 07:55:40 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=207392 Giriş Pandeminin artık sonuna geliniyor gibi. Bu süreç başlayalı beri düzenli yapmaya çalıştığım bazı şeyler var. Onu madem artık bitiriyoruz bu noktada bazı duygu ve düşüncelerimi hatta yaptığım bazı pratikleri paylaşmanın zamanı diye düşünüyorum. 1)Bir kere bazı musibetler bazı şeylere de yol açabiliyor. Örneğin bu süreçte çokça sıkıntılar çektik ama bazı yaptıklarımız da oldu. Bu […]

The post Yaşamın hikmeti üzerine bazı düşünceler first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Giriş

Pandeminin artık sonuna geliniyor gibi. Bu süreç başlayalı beri düzenli yapmaya çalıştığım bazı şeyler var. Onu madem artık bitiriyoruz bu noktada bazı duygu ve düşüncelerimi hatta yaptığım bazı pratikleri paylaşmanın zamanı diye düşünüyorum.

1)Bir kere bazı musibetler bazı şeylere de yol açabiliyor. Örneğin bu süreçte çokça sıkıntılar çektik ama bazı yaptıklarımız da oldu. Bu noktada okuma ve yazma işini her zaman yaptığım bir etkinlik olduğu için saymıyorum. Ancak uzunca bir süre Korona süreci ve Covid-19 virüsü ile ilgili düzenli yazılar yazdım. Daha sonra bu yazıları geliştirerek “Korona Günlükleri/Pandeminin Bugünü ve Yarını” adı altında yeniden düzenledim, PANDEMİNİN SOSYOLOJİSİ adıyla kitap olarak yayımlandı.

2)Akşamları okuyup yazmadığım zamanlar TV’leri işgal eden bir avuç vasat (çoğu borazanlık yapan) adamın abuk sabuk tartışmalarına (ki bu çoğu ağız dalaşıyla birbirine hakaret ve küfürden oluşan konuşmalara) tanık olmamak için bir “dizi” izliyorum. Adını söylemeyim hem inanmazsınız hem de reklama girer. Bu arada az yemek, bol su (günde 2,5 -3 litre kadar) tüketmeyi de ihmal etmediğimi belirteyim, bu aynı zamanda dostlarıma önerimdir…

3) Pandemi boyunca düzenli spor yapmaya çalıştım. Daha önce de spor yapıyordum, genellikle gittiğim bir iki spor salonu vardı ama bu kez farklı, dışarı çıkmadığım günler evde, diğer günler sitenin bahçesinde akşamları 45 dakika civarında yürüyorum. Spor insanı hem zinde tutuyor hem de bağışıklık sistemini besliyor.

İşte asıl size anlatmak istediğim bu yürüyüşlerde edindiğim bir alışkanlık. Kulaklıktan telefon marifeti ile Youtube’den izlemediğim konferansları dinliyorum, okumadığım kitapları dinleyerek okumuş oluyorum. İlginç, ufuk açıcı videolar izliyorum. Önceleri insan biraz zorlanıyor sonra alışıyor hem keyifli hem de spor yaparken sıkılmıyorsunuz. En son biyolog Ali Demirsoy’un “Ustaca Yaşamak” adlı bir konferansını dinledim, ondan bahsetmek ve konuya dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Ali Demirsoy’u Hacettepe Üniversitesinden tanıyorum, ben öğrenciyken o biyoloji bölümünde hocaydı ama o zaman o kadar ünlü değildi. Sonraları “evrim” konusunda yaptığı çalışmalar ona haklı bir ün kazandırdı. Kendine has bir üslubu ve yaklaşımı var, ailesini geçmişte bir trafik kazasında kaybetmiş, şimdilerde saçı sakalı bembeyaz olmuş, ama hala ayakta bir çınar gibi, durmadan düşüncelerini yaymaya çalışan bir bilim insanı.

Kişi ne zamana kadar özgür değil

İnsanın macerasına baktığımızda şunu görüyoruz: İnsan fatal (daha embriyonken) doğuyor, bu doğum bir çeşit erken doğumdur. Bu yüzden bebek içerde tamamlaması gereken süreci ve tekâmülünü dışarda tamamlıyor. Bu durum yirmili yaşlara kadar devam ediyor diyebiliriz.

Bu yaşlara kadar biyolojinin gelişimin egemenliği altında insan. Yani insan 20-25 yaşına kadar bir çeşit özgür değil, böyle olunca ve dolayısıyla hiçbir şey(inden) sorumlu değildir, diyebiliriz. Doğduğunda anasını, babasını, kalıtsal yapısını, ırkını, milliyetini, cinsiyetini seçme özgürlüğüne sahip olmadığı için bunlardan dolayı sorumlu tutulamaz, eleştirilemez. Dediğim gibi bir çeşit erken doğmuştur, tekâmülünü ebeveynleri yardımıyla dış dünyada tamamlar. Bütün varlıklar içinde tekâmülünü dışarda tamamlayan, bu nedenle doğduktan sonra uzun süre anneye bağlı ve bağımlı yaşayan tek varlık insandır. Nitekim doğduktan sonra itinayla beslenip büyütülmeye muhtaçtır.

Sonra onun için seçilmiş bir okula gönderilir, ona uygun görülmüş bir eğitimden geçirilir, büyüklerin empozesi ile bir dine mensup olur, hatta bazı yerlerde ona uygun görülen bir evlilik yapar. Erkekse askere gider kadınsa ona göre davranır. Yani kendini özgürce gerçekleştiremez, birileri tarafından biçimlendirilmeye çalışılır, inşa edilir. İşte bu yüzden bu yaşlarda iken insanın bunları dert edinerek yaşaması doğru değil. Bu özelliklerinden dolayı birini yermek, suçlamak da doğru değil. Eğer bu özelliklerimizden herhangi birinden yakınıyorsak, yakınma defterini belli bir yaştan sonra kapatmalıyız. Bu yaklaşık olarak 20-25 yaşlarına kadar süren bir süreçtir diyebiliriz.

O yüzden bu özelliklerimizi ister istemez benimseyip kendimize yeni bir yol seçmeliyiz. Seçtiğimiz o yol her neyse artık o yol bizim yolumuzdur. Lakin bu yolculuk ve varılacak hedeflerin belirlenmesinde geçmişin de azımsanmayacak payı olduğunu unutmamak lazım. Birtakım sıkıntılar, sorunlar baş gösterdiğinde üstesinden gelmeye çalışmak gerekir. Ancak ustaca bir yaşam bunların üstesinden gelebilir, kişi kendini an be an, adım be adım gerçekleştirebilir. Bunun için her şeyden evvel gayret, cesaret, irade lazım ve en önemlisi de bilgi tabi…

Bilginin gücü

Ünlü düşünür Francis Bacon, bilgi kuvvettir, der. Şimdi şuna bir bakalım: İnsan başlangıçta hayvanlarla iç içe avlanarak yaşamını idame ettirmeye çalışan ve çok kısa ömürlü olan bir varlıktı. Avlanmak için genç, güçlü kuvvetli olmak önemliydi. Tarihi süreç içinde yaşadığı yerde ve doğada saçı beyazlamış, enerjisi azalmış, cinsi aktiviteleri yok olmuş bütün canlılar önemsizleşir, ölüme bırakılırdı. Ta ki 2,5 milyon yıl önce saçı sakalı beyazlamış bir yaşlının tecrübeleri sayesinde iki çubuğu birbirine sürterek ateşi bulduğu güne kadar. O güne kadar ateşin ortaya çıkması için şimşeklerin bir yerde yangın çıkarmasını bekleyen insanoğlu ondan sonra “bilmeye” önem vermeye ve tecrübeyle gelen bilgiyi önemsemeye başladı. Çünkü artık etlerini pişirmek için şimşeğin çakmasını beklemeyeceklerdi.

Bu süreçle beraber giderek artan ölçüde güç ve kuvvet(kas) yanında ilkel de olsa biraz av iş bilgisi olanlar daha öne çıkıyordu. Bilgi söz konusu olunca ister istemez beyin söz konusu oluyor ve tabi bilgilerin beyine girişi söz konusu. Lakin sorun da burada başlıyor.

Beyinle ilgili ilk aktaracaklarım şu: Hepimiz beyni öğrenmeye programlı bir organ olarak biliriz. Oysa durum tam tersi. Beyin öğrenmeye çok meyilli değil. Bilmek yeni bilgiler depolamak için enerji harcaması gerekiyor. Oysa beyin son derce cimri bir organ ve bu yüzden de enerji harcamak istemiyor. Ne kadar az enerji harcarsa o kadar rahatı iyi olacak. Hâlbuki beyne yeni bilgilerin girmesi enerji harcamayı gerektiriyor. Yeni bilgileri alıp enerji harcamak yerine enerji harcamadığı ya da çok az harcadığı işlere yöneliyor. O yüzden beyin, bilinen ezberlerin yenilenmesini ister ve kendine yapılan övgülere daha çok iltifat eder. anımsayın insan kendini eleştiren değil kendini övenle arkadaşlık eder daha çok.

Beyin her zaman kestirme yolu benimser. Bu bir handikaptır, çünkü her şeyin bir bedeli olduğu gibi bilgiyi elde etmenin de bir bedeli vardır. Beyinse bedel ödemek istemez. Yeni bir şey söz konusu olduğunda önce direnç gösterir. O yüzden ikame sorunu yaşar insan. Yani çabayla, emekle elde etmek yerine başka bir şeyi ikame etmek. Şu olmasaydı şu olurdu.

Ne ki yeni bir şey yaratmak ve elde etmek yerine bahane üretmek beyni iflasa götürür. Beyin her ne kadar bu oyunu bize oynasa da kendisi de bundan pay alır, çünkü tıpkı bir değirmen gibidir, içine yeni bilgiler atmadığınız taktirde kendi kendini öğütür durur. Bir şey öğrenmeden, emek sarf etmeden bir şey olmaya çalışmak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi…

Kendimizle hesaplaşmak

Ayrıca beyin acıları, sıkıntıları, hastalıkları, ölümü pek sevmez, beyinde, alt tarafta bir bölge var (amidare bölümü) sürekli bunları hasır altı etmeye çalışır, sanki acı, hastalık ve ölüm yokmuş gibi, hep ölümsüzmüş gibi. Bir çeşit görmezden gelmek de denebilir buna. O şey ortaya çıktığında ise panikleyip ürkmemiz bundan…

Oysa yaşam düz bir çizgide ilerlemez. Düşme kalkma olabilir, sıkıntılar mutluluklar da… Hızla gelip geçen bir ömür düşünün. Belli bir dönemde ayağınızı gazdan çekin, biraz yavaşlayın ve bir muhasebe yapın. Nasıl bir ömür geçirdiğinize bakın, bir çeşit çetele çıkarın ve görün olan biteni. Tıpkı bir gelir gider hesabı yapar gibi yapın işlemi.

Beynin sol tarafı gelirler sağ tarafı giderler olsun. İyi ki ben şunu yaptım, iyi ki ben şununla evlendim, iyi ki şu mesleği seçtim, iyi ki sevgimi yakınlarıma verdim vs. bunları çoğaltabilirsiniz. Bu taraf “iyi kiler” tarafı… Beynin sağ tarafına bakın, burası ise keşke’ler tarafı olsun…

Eğer aşka zaman yeterince ayırmamışsanız, çocuklarınıza ve ailenize zaman ayırmamışsanız, sevginizi yeterince göstermemişseniz, destek olmanız gereken birine destek olmamışsanız, yapmamınız gereken bir şeyi yapmamışsanız, şunu yapmamışsanız, bunu yapmamışsanız… Bütün bunlar KEŞKEler hanesine yazılır. Eğer yaptığınız (“İyi ki”lerle “keşke”ler) karşılaştırmasında keşkeler fazla çıkarsa berbat bir yaşam yaşamışsınızdır demektir. Eğer İyi ki’ler ağır basarsa o zaman sürdüğünüz yaşam iyi bir yaşamdır.

Zamanda ve zamanında yaşamak!

Her şey zamanında güzel ve geçerlidir. Şunu unutmayın eğer zamanında sevgi göstermiyorsanız, onu bir tarafa atıp bir gün nasıl olsa oradan çıkarırım diyorsanız geçmiş ola. O bir gün geldiğinde, o sözcükleri attığınız yerden çıkardığınızda bir de bakmışsanız ki artık bir işe yaramıyorlar… Tıpkı şairin dediği gibi, sarı bir lira gibidir ömrümüz, sandığın en değerli yerinde saklarız, gün gelip de oradan çıkardığımızda, bir de bakmışsanız tedavülden kalkmış.

Yaşam size sunulmuş bir armağandır, onun kıymetini bilerek yaşayın. Yaşamda acı da var mutluluk da. Eğer bir elinle mutluluğu istiyorsan öbüründe acıyı tutacaksın. Nietzsche beni öldürmeyen acı güçlendirir diyor. Ve tabi bir şeye ulaşmak için illaki emek ve çaba gerekir. Cesaret, feragat ve irade gerekir. Kendinden daha büyük bir mamaca adanmak gerekir.

Unutmayalım ki her kes şu ya da bu şekilde yaşar önemli olan sana sunulmuş ömrü nasıl geçirdiğindir. Önemli olan hiç düşmemek değil, düştükten sonra ayağa kalkıp yola devam edebilmektir ve yolu gidilecek yere kurban etmemektir. Yolun kendisi gidilecek hedef kadar değerlidir çünkü.

The post Yaşamın hikmeti üzerine bazı düşünceler first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Korku toplumunu aşmak ve yeni bir yola doğru https://gazetekarinca.com/korku-toplumunu-asmak-ve-yeni-bir-yola-dogru/ Wed, 06 Apr 2022 09:21:55 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=205907 Olağandışı koşullarda, yönetimlerin baskısı sonucunda toplumlarda genellikle “korkunun”  yarattığı “suskunluk sarmalı” ile birlikte “tercih çarpıtması” yaşanır ve sonuçta bir “toplumsal felç” durumu meydana gelir. Bugün tam da böyle bir süreçten geçiyor ülke. Bu üç anahtar kavramı çözümlediğimiz takdirde içinde bulunduğumuz durumu anlamamız, her birinin ne anlama geldiğine ve birbirleri ile olan ilişki ve çelişkilerini yaşadıklarımız bağlamında kavramamız daha mümkün olacaktır. Suskunluk […]

The post Korku toplumunu aşmak ve yeni bir yola doğru first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Olağandışı koşullarda, yönetimlerin baskısı sonucunda toplumlarda genellikle “korkunun”  yarattığı “suskunluk sarmalı” ile birlikte “tercih çarpıtması” yaşanır ve sonuçta bir “toplumsal felç” durumu meydana gelir.

Bugün tam da böyle bir süreçten geçiyor ülke. Bu üç anahtar kavramı çözümlediğimiz takdirde içinde bulunduğumuz durumu anlamamız, her birinin ne anlama geldiğine ve birbirleri ile olan ilişki ve çelişkilerini yaşadıklarımız bağlamında kavramamız daha mümkün olacaktır.

Suskunluk sarmalı

Suskunluk sarmalı, fikirlerinizin toplumun genelinde kabul görmemesi veya baskı altında olması durumunda, onlardan vazgeçme pahasına susmaktır.

Çünkü sıradan kişi içinde yaşadığı toplumdan dışlanmaktansa, onunla uyum içinde yaşamaya meyleder.

Eğer fikirleri içinde bulunduğu gruptan ya da toplumdan onay görmüyorsa, hatta bu fikirleri açıkladığı takdirde dışlanacağını, baskı göreceğini düşünüyorsa, o zaman bir çeşit kişisel tedbir olarak susar.

Böylece bir fikir sahibi olarak dışlanmaktansa susmayı ve kabuğuna çekilmeyi tercih eder.

Bu durum, o kişiyi zamanla genel geçer görüşe uyum göstermeye, teslimiyetçiliğe kadar götürebilir.

Haksızlıklara artık eskisi gibi ses çıkarmaz, onları görmezden gelmeye başlar, sonunda bu davranışı bir alışkanlığa dönüşür, alışkanlık da zaman içinde kişinin bir nevi karakteri haline gelir.

Sayı çoğalır ve bu giderek bir hastalık gibi topluma sirayet eder, insanlar korktukları için susar ve giderek bir çeşit yabancılaşma yaşanmaya başlar.

Baskı ve adaletsizlik karşısında korkudan ötürü meydana gelen bu suskunluk sarmalının yol açtığı yabancılaşmadır ve bu yabancılaşma aslında insani bir trajedidir.

Tercih çarpıtması

Ancak iş burada bitmez, bir müddet sonra kişi susmakla kalmaz, toplumsal onay alabilmek için, giderek yaygın görüşün yanında saf tutmaya başlar.

İşte burada ikinci anahtar kavram olan “tercih çarpıtması” devreye girer.

Tercih çarpıtması, görüşü ve/veya tercihi öyle olmadığı halde sırf bulunduğu ortamdan dışlanmamak için ve onlardan onay görmek ve hatta onlar gibi görünmek için asıl tercihini saklayıp, baskın tercih yanında yer almak davranışıdır.

Diğer bir deyişle asıl görüşünün hilafına baskın görüşü dillendirme durumu ve davranışıdır. Bir çeşit “sureti haktan görünmek” veya takkiye yapmak da denebilir buna.

Dolaysıyla böyle zamanlarda yapılan kamuoyu araştırmaları gerçeği yansıtmaz, bu çalışmaların standart sapmaları her zamankinin çok çok üstünde gerçekleşir.

(İktidar partisi AKP’nin oylarının gerçeğinden yüksek, siyasal linçle karşı karşıya olan HDP’nin oylarının anketlerde düşük çıkması buna örnek gösterilebilir.)

Bu bir parti, bir görüş, bir duruş için olduğu gibi bir liderin yanında sıkça gösterilen (dalkavukça) bir davranış ve söylem biçimi olarak da göze çarpar.

Kişi burada ilkelerden ziyade konjonktüre göre tavır alır; böylece suskunluk sarmalı giderek tercih çarpıtmasını boyutlandırır o da sosyolojik olarak toplumsal felce yol açar.

Tutuklamalar, haksız ve uzun yargılamalar, baskılar giderek toplumu felç etmeye başlar.

Toplumsal felç durumu

“Suskunluk sarmalı” ile “tercih çarpıtması” nın fonksiyonel etkileşimi sonucunda toplumsal felç durumu meydana gelir.

Diğer bir deyişle, bu halin toplumu sarması durumunda, toplum haksızlıklara reflekssiz kalır, tepki gösteremez hale gelir.

Toplumsal felç toplumun olan bitene (ne olursa olsun) tepki göstermeme halidir.

Şöyle ki; insanın bacağı felçli olduğunda nasıl ki hareket edemezse, felçli hale gelmiş bir toplum da tıpkı felçli bir bacak gibi hiçbir olay karşısında tepki göster(e)mez.

Sanki o olay yokmuş ya da hiç meydana gelmemiş gibi davranır. Bu onun için bir çeşit kendini koruma davranışıdır. Bu da egemenin işine yarar, onun işini iyice kolaylaştırır.

Zamanla toplum öyle bir hal alır ki hiçbir baskı, sindirme, zülüm karşısında korkusundan tepki göstermez, hareket etmez, susar, pısar kalır (ya da öyleymiş gibi görünür.)

Bu durumda korkudan susmak bütün toplumu bir kanser gibi sarar, toplumu felç eder. (Otokratik iktidarların istediği de budur zaten.)

Sonuç olarak şöyle özetleyebiliriz; toplumda oluşan suskunluk sarmalı büyüyünce, o da sonunda kişilerde bir çeşit tercih çarpıtmasının oluşmasına yol açar, iş korkuyla hareket etmeye kadar gider, korkuyla hareket edip “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” anlayışı toplumu esir alır, böylece neticede bulaşıcı hale gelen korku toplumsal felç durumunu oluşturur.

Oysa asıl gerçek başlangıçta bu değildir; bu dinamiğe dönmek için korkunun panzehri olan cesur bir liderlik gerekir.

Burada görev muhalefet partileri ve onun öncülerine düşer.

Einstein, “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses çıkarmayanlar yüzündendir” der.

Yukarıda korkunun yarattığı suskunluk sarmalının bir kanser gibi toplumu nasıl sarıp çürüteceğini ortaya koyduk.

Sadece bu da değil; bu durumu yaratanlar, işi burada bırakmaz, bu olguyu sürekli hale getirmek isterler, bunun için de bir şok gerekir.

Şokun sürdürülmesi ve çıkış yolu

Egemen çoğu zaman bu durumu kalıcılaştırmak ister. Bütün bu durumu ancak “bir şok” kalıcılaştırabilir.

Şok politikası, gerçekten şok edici bir olayın yarattığı şaşkınlık, korku ve çaresizlik duygusunu fırsat bilerek, bunun etkisini canlı tutacak hamleleri art arda devreye sokmaya, sersemleme halini sürekli kılmaya dayanır.

Bu sayede, gücü elinde bulunduranın arzuladığı değişimler dirençle karşılaşmadan gerçekleştirilir.

Darbe girişimi buna örnek olarak verilebilir. Bu kalkışma toplumda bir şok yarattı, ama bu şok iktidar tarafından sürekli kullanılarak kalıcılaştırıldı.

(En son AKP Genel başkanının ‘Sokağa çıraksanız sizi FETÖ’deki gibi süpürürüz’ sözünü hatırlayın.)

Buradaki benzetmenin garabeti bir yana, sokağa çıkmak hak aramak bir anayasal haktır, devlete düşen de hakkını arayan vatandaşı korumaktır.

Muhalefet bunu demek yerine, “Bizim öyle bir düşüncemiz yok” diyerek aslında korkutulanalar kervanına bilerek ya da bilmeyerek kendini katmış oluyor.

Sosyolog F NaomiKlein, bu olguyu “şok kuramı” ile açıklıyor. Bazen şok edici bir şey yoksa algı organizasyonu ile medya kullanılarak böyle bir şey varmış gibi yaratılır ve devam ettirilir.

Olağanüstü durum

Şok politikası, siyasal ve hukuki alanda uygulandığında genellikle olağanüstü görünüm altında sürdürülür.

Bunun temel niteliklerinden biri, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki ayrımın başlangıçta geçici olarak kaldırılması ama bunu kalıcı kılacak yönetim uygulamalarının hayata geçirilmesidir.

Uygulandıktan sonra da yasama yargı ve yürütme aynı elde toplanır. (Bugün ülkenin katı merkeziyetçi bir sistemle yönetiliyor olması buna örnek olarak gösterilebilir.)

Hukuk düzeninde kurmaca bir boşluk yaratılıp zorunluluk hali gerekçe gösterilerek bütün güçlerin yürütme erkinde toplanması sağlanır.

Yaşanan şok etkisi canlı tutulmaya çalışılarak düzen sürdürülmeye çalışılır.

Burada artık korku ve endişe ilkelerin önüne ve yerine geçer. Yaşatılan örneklerle bu iyice pekiştirilir.

“Bana değmeyen yılan bin yaşasın” anlayışı egemen hale gelir. Susmak ya da tercih çarpıtmak hükmünü sürdürür, “Sakın ha, ya bir duyan olursa, ya beni onlardan sanırlarsa” şeklinde büyüyen korku topluma kangrenli bir hücre gibi sarar.

Bu bütün uzuvları/organları/kurumları sarar. İnsanlar korkar. Herkes bu durumda ancak korku temelinde eşittir.

Bu da toplumu iyice felç eder, çürütür. (Kılıçdaroğlu’nun bürokrasiye çağrısı bu manada anlamlıdır.)

Sürü toplumu

Kimse ses çıkaramaz, itiraz edemez hale gelince hâkim görüş egemenliğini sürdürür.

Sonunda toplum sürü haline gelir ama yaşanacak kötü akıbetten kurtulamaz Nazi Almanya’sındaki Papaz Martin Niemöller başına gelen hikâyedeki gibi.

Hitler, İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Yahudi’yi ölüm kamplarına göndermeden önce provasını, iktidara geldiği 1933 yılında komünistler, sosyal demokratlar, sendika başkanları, eşcinseller, Yahova Şahitleri üyeleri ve adi suçlular üzerinde yaptı.

Papaz Niemöller, başına gelenleri şöyle anlatır:

Naziler önce gelip komünistleri götürdüler sesimi çıkarmadım, evet, ben bir komünist değildim. Sosyal demokratları hapsettiklerinde gene sesimi çıkarmadım, çünkü ben bir sosyal demokrat da değildim. Sendikacıları almaya geldiklerinde sustum, nasıl olsa ben bir sendikacı da değildim. Benim için geldiklerinde ise, etrafımda buna karşı çıkabilecek kimseler kalmamıştı…

Çıkış yolu

Bu gayrı insani cendereden nasıl çıkılır?

Soru budur. Cevap; haksızlığa boyun eğmeme bilinci ve cesaretle itiraz etmekten geçer.

Haksızlık karşısında susarak dilsiz bir şeytana dönüşmemek için itiraz etmenin yüceliğini insanlara göstermek gerekir.

Kim gösterecek; elbette halkın öncülüğüne soyunanlar… Bunun için güven veren, samimi ve cesaretli bir liderliğe ihtiyaç vardır.

Bu liderlik korku ile zehirlenmiş iklimi cesaretin oksijeni ile dağıtarak topluma nefes aldırmaya çalışmalıdır. İşte o zaman değişim başlar.

Nitekim herkesin bir düzenden memnun olmama hakkı vardır. Ama bu (memnun olmama) tek başına yetmez.

Bu hak aynı zamanda kötü düzeni değiştirme görevini yükler insana. Çünkü felçli toplum birilerinin işine geldiği için sürdürülmek istenir.

Buna “dur” demek sadece siyasi bir talep değil, aynı zamanda insani ve vicdani bir taleptir.

Sonuç 

Geldiğin noktada ya doğrudan yana itiraz edeceksin; ya boyun eğeceksin.

Boyun eğersen, özgürlük, eşitlik ve adaletten uzaklaşırsın; kendine ve insanlığına yabancılaşırsın.

2500 yıl önce, Platon boşuna, “Her toplum layık olduğu şekliyle yönetilir” dememişti.

Biz içinde bulunduğumuz düzene layık görmüyorsak itiraz hakkımızı kullanmalı, karşı çıkmalıyız.

Bizim layık olduğumuz düzen, bireyin özgür, toplumun sorumluluklarını yerine getirdiği, devlettin ise demokratik olduğu bir düzendir.

Unutma;

Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerse kötüler yüzünden değil, kötülüğe ses çıkarmayanlar yüzündendir.

The post Korku toplumunu aşmak ve yeni bir yola doğru first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hatırla(n)mak ve unut(ul)mak üzerine bir irdeleme ve bazı düşünceler https://gazetekarinca.com/hatirlanmak-ve-unutulmak-uzerine-bir-irdeleme-ve-bazi-dusunceler/ Tue, 29 Mar 2022 09:20:33 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=205009 “…çünkü hafızamızda her çeşit şey bulunur; hafızamız, bir tür eczane, bir tür kimya laboratuvarıdır, elimize tesadüfen sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, tehlikeli bir zehir de.” (Proust) Üç önemli maharet İnsan üç büyük haslete sahip bir varlıktır. Bunlar, yaşama arzusu, hatırlamak ve unutmaktır. Ölümden korkan bir varlık olarak yaşama sıkı sıkıya bağlanır insan. Lewra, ölüm bilincinin […]

The post Hatırla(n)mak ve unut(ul)mak üzerine bir irdeleme ve bazı düşünceler first appeared on Gazete Karınca.

]]>
“…çünkü hafızamızda her çeşit şey bulunur; hafızamız, bir tür eczane, bir tür kimya laboratuvarıdır,

elimize tesadüfen sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, tehlikeli bir zehir de.”
(Proust)

Üç önemli maharet

İnsan üç büyük haslete sahip bir varlıktır. Bunlar, yaşama arzusu, hatırlamak ve unutmaktır. Ölümden korkan bir varlık olarak yaşama sıkı sıkıya bağlanır insan. Lewra, ölüm bilincinin olduğu tek varlık kendisidir.  Sadece yaşamla ölüm değil, iyilik ile kötülük, nefret ile sevgi, fedakârlıkla kıskançlık, korku ile cesaret gibi bir birine zıt birçok hasletin birlikte içine tıkıştırıldığı yeğene varlık da odur.

Peki, bunlar nerde nasıl yer alır onda, henüz tam olarak açığa çıkarılmış değil. İnsan kendi dışındaki dünyayı (bilim sayesinde) çözdüğü halde tamamıyla çözemediği tek varlık  gene kendisidir ve kendisinin ancak üçte ikisini çözmüş, diğer üçte biri hala karanlıkta çalkalanıp duruyor.

Ne ki, sosyo psikoloji bu membaın en önemlilerinden biri olarak hafızayı işaret eder. Stefan Zweig’a göre, hafıza bir şeyi tesadüfen saklayan, diğerini ise tesadüfen kaybeden bir şey değil, olayları bilinçli olarak düzene sokan ya da bilgece unutan bir güçtür. Kendi hayatlarımız hakkında unuttuğumuz her şey, uzun zaman önce bir içgüdü tarafından unutulmaya mahkûm edilmiştir aslında. Bu da unutmak ve hatırlamanın karmaşıklığını gösterir bize. Çünkü bu karmaşanın en yoğun yaşandığı varlık da gene o dur, insandır.

Ölüm ve unutulmak korkusu

Korku en temel duygusudur insanın, korkularının en büyüğü ise ölüm korkusudur. Ancak tek ölüm şekli fizikken ölmek değildir, onu hatırlayan son insanın ölmesiyle tamamen unutulmaktır. Çünkü ölümlü bir varlık olan insanın aynı zamanda sonsuz yaşama arzusu var. Bunu da iki şekilde yapmaya çalışır:

Bir; neslini devam ederek sonsuz yaşayacağı zehabına kapılır, yani üremeyle bunu yapmaya çalışır. İki; eser bırakarak, yani öldükten sonra hatırlanmak suretiyle yapmaya çalışır. Ne ki, her insanın azmi, istenci, yeteneği, cesareti ve de iradesi buna yetmez. Evet, bu babda yaşmak hatırlanmaktır diyebiliriz. Sadece fizikken yaşamak ise hayvani bir biçimdir. Birinci söylemek istediğim budur.

İkincisi ise bilmenin hatırlama üzerine yaptığı negatif ya da pozitif etkidir. Sanırım burada en büyük etken insanın ölüm tarihini bilmemesidir. Bu yüzden sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Zaten başka türlüsü de çekilmezdi. Hele ölüm tarihinizi bildiğinizi bir düşününün…!Sürekli ölümü düşünerek ve onun korkusuyla yaşamı sürdürmek ne büyük çile olurdu değil mi? Evet, çok zor olurdu, o yaşam insana zindan olur, zehir olurdu.

Fakat ölüm tarihini bilmemesi ölümü yoksamaz. Aynı zamanda kurnaz bir varlık olan insan bildiği bir şeyi bilmezlikten gelerek, yokmuş gibi yaşar. İşte bu da unutmanın maharetidir. Ne ki bir yerinde gizli bir bomba taşır gibi ölümü taşır. Kendine itiraf etmese de o bombanın ne zaman infilak edeceğini bilmese de bir gün mutlaka infilak edeceğini bilir. Kendinden gizlediği bu korku ince bir sızı gibi içinde dolanıp durur hep. Yaş ilerledikçe bu daha da belirgin bir hal alır.

Derinden bakın. Yaşamın bütün pratiklerini, ama bütün pratiklerini şu ya da bu şekilde belirleyen bu gizil duygudur, yani ölümün yarattığı bu görünmez korkutucu esintinin insan üzerinde yarattığı önlenemez etkidir. Farkında olsak da olmasak da bu etki yaşamı şekillendiren en baskın etkidir. Bu bizim yaşama dört elle sarılmamıza neden olur.

İşte bu nedenle eğer ölüm olmasa idi yaşama içgüdüsü de bu kadar güçlü olmazdı. Ve bu yüzden yaşamın güzelliği ölümdendir, diyorum.

Unutmanın dayanılmaz hafifliği

Üçüncü önemli husus da unutmaktır: Hatırlamak gibi unutmak da insana sunulmuş bir büyük ödül bir maharettir. Nasıl ki; hatırlamasaydı uygarlık yaratamazdıysa unutmasaydı da yaşamın yükünü çekemezdi. O yüzden insan hep unutmak ister aynı zamanda.

Diyeceksiniz ki; biraz önce hatırlamak ve hatırlanmak ister dediniz şimdi de unutmak ister diyorsunuz. Evet ve zaten insanın sofistike bir varlık olması buradan gelir. Hatırlamak ve unutmak bir madalyonun iki yüzü gibi onda yer alır. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Bu iki maharet de diğerleri gibi birlikte tıkıştırılmıştır içine. Fakat bir farkları var. İnsan aynı zamanda bencil ve daima kendine yontan bir varlıktır. İyi şeyleri hatırlamak isterken kötü şeyleri de (acı ile yoğrulmuş anıları) unutmak ister. Çünkü onca acıyı çekecek kudrete sahip olmayan bir varlıktır aynı zamanda. Bir taraftan kendini çok güçlü görür, öte yandan dünyanın en zayıf varlığı gene insandır.  Ve bu yüzden daima unutmak ister.

Hafıza en çok acı verici şeyleri muhafaza etmede ustadır ama anlatırken insan en çok güldüklerini hatırlar. Sevdiğimiz her sanat eserini, hafızamızın bir yerinde saklanmış bir hatıramızı tetiklediği için severiz mesela.

Unutmak sadece ölüm korkusu için var olan bir şey değil. İnsan yaşarken çok büyük acılar çeker, sıkıntılardan geçer, asla bir daha yaşamak istemediği olaylar yaşar. İşte bu noktada, yani bu onun için dayanılması güç olan güçlükler vuku bulduğunda zamanın teskin edici ruhuna sığınır, bu ruh unutmaktan başka bir şey değildir. Teskin edici ruh bazen toptan yok sayar bazen de onarır iyileştirir yeni bir haleti ruhiyeye sahip kılar insanı. Yoksa sadece bu acılardan biri ile bile yaşamak zor iken onlarcası birikip üst üste bindiğinde insan bu yükü nasıl çekerdi? Çekemezdi. Altında yığılıp kalırdı ki bu da başka bir çeşit ölüm olurdu.  O yüzden pek farkında değiliz ama unutmak büyük bir nimet. Ama ve tabi ki unutulmak değil. Biraz sonra değineceğim gibi unutulmak ise ölümün başka bir biçimidir hattı zatında.

Hatırla(n)manın mahareti

Madalyonun öbür yüzü olan hatırlamak ise bu günü yarına taşıyan yegâne mekanizmadır. Hatırlamak olmasaydı tarih, bilim ve uygarlık olmazdı. Hatırlamak insanı diğer canlılardan (üstün demeyeceğim ama) farklı kılan en önemli özelliktir. Yoksa bilinenin aksine akıl değildir bu özellik. Eğer hatırlamak olmasaydı aktarmak da olmazdı. O zamanda insanın diğer canlılardan ve özellikle de hayvandan farkı kalmazdı.

Hatırlamanın en büyük taşıyıcı gücü dildir; insanı insan eden, insanı farklı kılan dil… Dilin hikmeti gerek sözlü gerek yazılı tarih bilinciyle oluşur ve mahareti gelecek hülyası oluşturmakta yatar. Çünkü insan hem geçmişe dair şuuru ve hem geleceğe dair umudu olan tek varlıktır. Bu iki kavramın ortasında ise hatırla(n)mak durur.

İşte bundan dolayıdır ki kişi yaşarken ve özellikle de öldükten sonra hatırlanmak ister. Çünkü geçmiş ve gelecek tahayyülü ona aynı zamanda bir ölümsüzlük istenci zerk etmiştir.

Değer yaratmanın erdemi

Peki, bu nasıl yapılabilir? Elbette değer yaratarak. Lewra insan değer yaratır, yarattığı değerlerle kültüre ve o arada yaratılarının niteliğine göre uygarlığa katkıda bulunur. O halde burada soru şudur: Kendini nasıl geleceğe taşıyabilir; diğer bir deyişle nasıl ölümsüz olabilir? Tabi ki, yaşama değer katarak ve eser yaratarak. Çünkü ölümsüz insan yoktur, ölümsüz eser(ler) vardır. Ölümsüz eser bırakmanın en etkili yollarından biri yazmaktır, bu yüzden yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır.

Yazarak yaşa(t)mak

Evet, burada (eser yaratmanın en etkili yollarından biri olan) yazmak devreye girer. O yüzden diyorum yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır. Çünkü yaşam son tahlilde anlar ve anılardan ibarettir. Buna bilmek ve bilgi de dâhildir. Şu an yaşadığımız bir şey bir süre sonra bir anıya dönüşür ve yaşam hep böyle sürüp gider.

Eğer o anları (ve bilgileri) hatırlamazsanız ölüp giderler. Çünkü yaşarken, yaşanan anılar/bilgiler derin karanlık bir kuyuda birikirler. Anılar için ölüm burada unutulmaya terkedilmektir. Yukarıda unutmanın “kötü anılar“ için  “iyi yönünden” bahsetmiştim. Şimdi bu noktada “iyi anıları” unutmanın ise kötü bir şey olduğunu söylüyorum. Bu da hatırlamanın bize karmaşık lütfunu gösteriyor. Çünkü bir insanın ölümü fiziki ölümden ziyade hatırlanmamaktır. Bilge bir söz der ki, asıl ölmen fizikken öldüğün zaman değildir, seni hatırlayan son fert öldüğünde asıl o zaman ölürsün. Bu yüzden anılmanın kıymeti büyüktür.

Nasıl ki unutulmak ölümse anıları o kuyudan çıkarmak ise onları yaşatmaktır. Bu da iki biçimde olur: Onları anlatarak. Onları yazarak. Anıları anlatırsan ömürleri senin ömrün kadar olur. Sen öldüğünde ve onları anlatacak kimse kalmadığında onlar da ölüp giderler.

Esas olan ise yazmaktır, yazarak onları yaşatmak. Ne yazmalı, nasıl yazmalı? Bir kere orijinal olmalı yazdıkların ve söz konusu literatüre katkı sunmalı. O yüzden işin  bu şekli hem maharet ister hem biraz çileli tabi. O oranda da kıymetli. Bahsettiğimiz şey günümüz kapitalist ortamında parayı bastırıp adına kitap bastırmak değil tabi. Bir bilim jürisi gibi gerçek editörlerin elinden geçerek onay alan telifli eserlerdir bahse konu. Bunlar kültüre, bilime ve yaşama bir şeyler katan eserlerdir. Ötesi malumu yeniden ilan etmekten, bilgi karmaşası yaratmaktan, zihni kirletmekten öteye gidemez zaten.

Aslaolan ölmemesi gerekenleri yaşatmaktır. Demiştik ya yazmanın ölümün elinden bir şeyler kurtarmak olduğunu. Çünkü anıları (ve taahüllerini) yazdığın  takdirde sen ölsen de onlar yaşamaya devam eder, yani ömürleri senin ömründen daha uzun olur. Bu uzunluk yazdıklarının yani yarattığın eserlerin niteliğine bağlıdır, yani  zamana karşı direncine… Bir eser ne kadar anmaya ve anılmaya değerse o kadar sahibini ölümsüz kılar.

Kimse seni malın mülkünle hatırlamaz

Eğer ki anılmaya değer bir şey yaratmamışsan önce mahalle unutur seni, sonra sokak, sonra apartman ve nihayetinde ailen. Onlar da zamanla yok olup gittiklerinde senin son kırıntıların da  silinip gider dünya yüzünden. Bir büyük kara deliğin kapanması gibi sonunda sen de milyonlarcası gibi o sonsuzluğa akıp gider yok olursun. Çünkü kimse seni yediğin kebaplar, bindiğin araba ve oturduğun evle hatırlamaz. Topluma ne kattığınla hatırlar. Bu da çizdiğin yola bağlıdır. Aksi takdirde kısa sürede o kara delikte yok olur gidersin. İmin timin belirsiz olur.

Kurtuluş kendinden büyük bir amaca bağlanmaktır bu mevzuda

Bunun olmasını istemiyorsan  o zaman yaşamında, yaşamından daha büyük ve daha değerli bir amaca bağlanman gerekir. Ancak zamana karşı böyle direnebilirsin.  Evet, ancak böyle olur. Karanlıkta ışık yakmak gibi. Bu da cesaret ister tabi. Çünkü ışığın düşmanı çoktur. İşte fark yaratan insanlık için gerekirse bedel ödemeyi göze alıp buna katlanmaktır.

The post Hatırla(n)mak ve unut(ul)mak üzerine bir irdeleme ve bazı düşünceler first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yeni seçim yasasının hedeflediği nedir? https://gazetekarinca.com/yeni-secim-yasasinin-hedefledigi-nedir/ Tue, 22 Mar 2022 09:30:26 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=204323 Ahmet Özer * Giriş Türkiye gibi rejimler görünürde demokrasilerdeki gibi unsurlar içerir. Muhalefet yer yer seçim kazanır ya da kazanmaya yakınlaşır; sıkı bir siyasi rekabet ortamı vardır gibi görünür; basında farklı fikirlere, gerçeklere, muhalefete yer bulunabilir; sokak protestoları vb. eylemler gözlemlenebilir. Ancak yaşananlara daha yakından bakıldığında işin rengi değişir. Seçim rekabeti vardır ama seçimler adil […]

The post Yeni seçim yasasının hedeflediği nedir? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ahmet Özer *

Giriş

Türkiye gibi rejimler görünürde demokrasilerdeki gibi unsurlar içerir. Muhalefet yer yer seçim kazanır ya da kazanmaya yakınlaşır; sıkı bir siyasi rekabet ortamı vardır gibi görünür; basında farklı fikirlere, gerçeklere, muhalefete yer bulunabilir; sokak protestoları vb. eylemler gözlemlenebilir. Ancak yaşananlara daha yakından bakıldığında işin rengi değişir. Seçim rekabeti vardır ama seçimler adil ve eşit şartlarda gerçekleşmez. Muhalifler yasal ve yasadışı yollarla baskılanır. Bağımsız yargı organları hükümet taraftarları ile doldurulabilir, seçim kampanyalarında devlet harcamaları hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan kullanılabilir. Seçimin kuralları sürekli olarak iktidar lehine değişir, hatta seçim sonuçlarında hile yapılır; basın ve ifade özgürlüğü baskılanır. Bunlar sonuçsuz kalınca, daha da ilerisine gidilip muhalefete mensup kişilerin şiddete uğraması, hapis cezası alması mümkündür.

Oysa demokratik devletlerde yasalar şahıslara, iktidardaki siyasi partilere ya da özel gruplara göre yapılmaz. Yasalar; a) toplumun ihtiyaçlarına, b) sosyolojisine, c) çağın gereklerine, d) hukukun üstünlüğüne, e) hedeflediği konuya göre yapılırlar. Bunu yaparken de yapılması gerekeni en demokratik şekilde uyulması gereken norm haline getirir. Öyle ki bu normlar toplumun vicdanını incitmez, sosyolojik ihtiyaçlara cevap verir, üst norm ve evrensel hukuk kaideleri ile çelişmez.

Fakat görüldüğü gibi bu seçim yasası önerisi ile yapılmaya çalışılan bunun tam tersidir. Bütün bunlar esas alınarak değil cumhur iktidarı AKP ve küçük ortağı MHP’nin amaç ve çıkarları gözetilerek düzenlemiş bir öneri söz konusudur. Adil, serbest ve eşitlikçi değildir. Ancak daha önceki tecrübeler göstermiştir ki seçim yasalarını kendi çıkarlarını düşünerek yapan iktidarlar kendi kazdıkları kuyuya düşmüşlerdir. Kendilerine göre düzenledikleri yasalar sonunda bumerang gibi dönüp kendilerini vurmuştur.

Amaç nedir?

Peki, bu yasayla iktidar ve onun küçük ortağının amaçladığı nedir?

1- Birinci amaç Millet İttifakını dağıtmaktır. Çünkü Millet İttifakı altı partiden oluşacak gibi görünüyordu. Bunlardan ikisi barajı geçiyor, ikisi (Saadet, DP) geçmiyor, ikisini de (Deva ve Gelecek) ilk defa seçime girecek. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre onların da barajı geçmediği söylenebilir. Bu durumda iki yol kalıyor, ya bu partiler iktidarın oyuna gelemeyip politik tutum alarak birlikte mücadele edecek ya da başka formüller arayacak.

Büyük partilerin listesinden seçime girmek ise reel politik açısında her iki taraf için de geçerli görünmüyor. Çünkü varsayalım ki Deva, Saadet ya da Gelecek Partisi CHP listelerinden seçime girdi; bu hem onların seçmenini ürkütecek hem de CHP seçmenine hoş gelmeyecektir. Bu durumda kaş yapalım derken göz çıkabilir. Deva ve Gelecek yeni kurulmuş partiler oldukları için daha ilk seçimde kendi kimlikleri ile seçime girmemeleri bir parti kimliğini oluşturmalarını güçleştireceği gibi, AKP’den koparacak bu partilere oy vermeyi düşünen seçmen de CHP amblemine mührü vurmayı istemeyebilir. O yüzden seçim stratejisi açısından fizibil olmayan bu alternatif devre dışı gibi görünüyor.

2- İkinci amaç HDP kapatıldığı takdirde, dışarda kalan milletvekillerinin grup kurmak yoluyla seçime girmesini engellemektir. MHP baştan beri HDP’nin kapatılmasını bağıra çağıra istiyor. İktidar partisi güya parti kapatmaya karşıydı ama o da sonunda diğer hususlarda olduğu gibi bu konuda da MHP ile aynı noktaya gelmiş gözüküyor. Bu durumda partisiz kalan seçmenin sandığa gidemeyeceği hesaplanmış olmalı.

Fakat bu hesap da tutmaz. Öyle ya kendi partisini kapatan AKP’ye oy verecek değil ya. Çünkü HDP seçmeni çok bilinçli bir seçmendir. Ayrıca HDP parti olarak mutlaka bir çıkış yolu bulacaktır. İkinci olarak en kötü senaryoda bile seçmen iktidarın gedişini hızlandırmak için tutum alacaktır. Hatta AKP içinde çok az kalmış olan muhafazakâr Kürt seçmen bu son rauntla partilerinden tamamen kopabilirler. Dolaysıyla AKP Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilir.

3-Üçüncü amaç AKP’nin daha fazla milletvekili çıkarmasını sağlamaktır. Bu öneri ile (ülke barajını aşmanın dışında) ittifakların matematiksel olarak bir fonksiyonu kalmamıştır. Bu sistem daha ziyade il bazında birinci gelen partilerin yararına işleyen bir sistem. AKP hızla erimesine rağmen hala iç Anadolu’da, Karadeniz’de birinci geldiği çok sayıda il var. Bu durumda bu madde kısmen AKP lehine çalışabilse bile maksadı hasıl edecek ölçülere varamayacağı bilinmelidir.

4- Dördüncü amaç devletin olanaklarını ve kamu kaynaklarını seçimde cumhurbaşkanlığı örtüsü altında seçimi kazanmak için kullanmaktır. Oysa demokrasilerde yetki ve sorumluluk bir madalyonun iki yüzü gibidir. Yetkili olanın sorumlu, sorumlu kılınan da yetkili olması lazım. Birine yetki verip sorumluluk vermezseniz kral, sorumluluk yükleyip yetkisiz kılarsanız köle yaparsınız.

Dünyada eşi benzeri olamayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bizi tek adam rejimine götürdü. Tek adamlığın ve popülizmin ne kadar tehlikeli olduğuyanı başımızda süren savaşta Putin ile bir kez daha gün yüzüne çıktı. O halde bu sistem sırf bu yüzden bile olsa değişmeli.

Ancak bu seçim yasası tek adamlığı dahada pekiştirerek değişime direnmeye çalışıyor. Kişiye özel yapılmış bu sistemi bu kez tek tek yasalara uygulayarak iyice belirginleştiriyor. Yasa önerisi, serbest, özgür ve eşit seçime aykırılığı daha da görünür kıldığı için sandıkta ters tepecektir. Devletin uçakları, arabaları ve olanaklarıyla cumhurbaşkanlığı kisvesi altında parti başkanı olarak yapılacak işler ve propagandalar ters teper diye düşünüyorum.

Meşru mu?

Bir seçimin meşru ve geçerli olması için üç koşulu yerine getirilmesi lazım. Bu koşullar seçimin serbest, özgür ve eşit olmasıdır. Bir seçim özgür ve eşit koşullarda gerçekleşmiyorsa o seçim sadece hukuken değil siyaseten de meşru değildir. Serbest koşullar hem siyasi partiler hem seçmen için oluşmuyorsa orada da bir meşruiyet problemi var demektir.

Seçimin özgür olması demek propagandanın özgür olması demek. Örgütlenmenin özgür olması demek. Seçmenin korkmadan sandık başına gitmesi, hiç bir etki altında kalmadan kişisel iradesi ile özgürce oyunu kullanabilmesi demektir.

Seçimin eşit olmadı demek ise bütün partilerin eşit koşullarda yarışması ve seçime gitmesi demek. Kamu kaynaklarının dağıtılmasında eşitlik ilkesine uyulması ve bu eşitliğin akçal açıdan teyidi anlamına gelir. Ayrıca seçim ortam ve olanaklarının bütün siyasi partilere ve bağımsız adaylara eşit sağlanması gerekir.

O yüzden seçim yasasının rötuşlarla iktidar koalisyonun çıkarları doğrultunda değil, temsilde adaleti sağlayacak özgürlük ve eşitliği sağlayacak şekilde değiştirilmesi gerekir. Bu da ya yasanın toptan değişmesini ya da seçim yasasındaki anti demokratik maddelerin tamamen ayıklanmasını gerektirir. Ve seçim yasası Türkiye’nin seçim ihtiyacı, evrensel kurallar ve gelecek vizyonu ile yapılmalıdır.

İki yıldır üstünde çalışarak bula bula buldukları düzenleme bir sorunlu yapının yerine daha beterini koymaktan başka işe yaramaz.

Yeniden yaratılan sorunlar

1- % 7’lik baraj yüksektir ve dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde uygulanmamaktadır. Bu madde ileri sürüldüğü gibi temsilde adaleti sağlamak için değil küçük ortak MHP’nin isteği üzerine konulmuştur. Son kamuoyu yoklamalarında MHP’nin barajı geçmeyeceği anlaşılıyor. Bu yüzde baraj bu orana çekilmiş ama temsilde adaleti zedelemeye devam etmektedir. Yüzde 7’lik bariyer 3-4 milyon insanın temsil edilmemesi anlamına gelir ki bu da temsilde adaleti zedeler. İdeal olanı barajsız bir sistemdir. Bu olmuyorsa bile baraj daha aşağıya çekilebilir. Sözgelimi baraj % 3 olabilir. Barajın % 3’e ya da 5’e çekilmemesi AKP’den ayrılan Deva ve Gelecek ve AKP ile hareket etmeyen Saadet gibi partileri cezalandırmak içindir.

2- İkinci sorunlu madde partili cumhurbaşkanına tanınan olanakların eşitlik ilkesini kökten zedelemesidir. Cumhurbaşkanı kendi istemi ile parti genel başkanı olmayı seçtiği halde seçim zamanı değilmiş gibi davranıyor olması büyük bir çelişkidir. Bu oyun sürerken kural değiştirmek ve üstelik kendi koyduğu kurala uymamak, ihlal etmek demektir.

3- Hesaplama siteminde değişiklik ittifakları aritmetik açısından anlamsız hale getiriyor olsa bile politik açıdan önemini azaltmıyor. Aritmetik açıdan ülke barajı dışında partilerin birlikte seçime girmesinin bir etkisi kalmamıştır. Bu düzelme AKP’nin işine yarar. Eğer kapatılmazsa bundan HDP de kazançlı çıkabilir. Kapatılmazsa diyoruz çünkü grup kurarak seçime girmeyi ortadan kaldıran madde doğrudan HDP’yi hedef alıyor.

4- İl ilçe seçim kurullarına hakim seçimi de sorunlu. İl ilçe seçim kurulları kura ile gelecek. En kıdemli hâkim şartı kalkıyor birinci sınıf olmuş 15 yıllık hakimler arasında kura ile belirlenecek. Bu da AKP’nin son yıllarda atadığı hâkimlerin kurul başkanı olması demek.

Bütün bunlarla birlikte serbest seçimler için bir güvence de yok.

Sonuç

AKP 20 yıldır ülkeyi yönetiyor. İktidar nimetlerinden en yüksek düzeyde istifade etmek onlarda adeta tiryakilik derecesinde bir bağımlılık yaratmış. Bırakmak istemiyorlar. Çünkü 20 yıl gerçekten uzun bir zaman. Bu hegemonyal bir durum meydana getirdiği gibi kerameti kendinden menkul bir alışkanlık, kibir ve güç zehirlemesi de yaratmış. O nedenle bir takım olayları iktidarlarını sürdürmek için Allah’ın lütfu olarak görürken kendilerini de toplum için adeta alternatifi olmayan bulunmaz bir lütuf olarak sunuyorlar. Ne yazıl ki hala buna inanan epeyce bir insan söz konusu.

Bütün bunlar bir araya gelince (iktidarın nimetleri -kendilerini lütuf görme- buna inanan bir kitlenin varlığı, iktidarı kendi malı gibi görme ve onu bırakmayacak gibi davranma alışkanlığı) bizi getirip otokrasi duvarına dayadı. Ne ki son yıllardaki güvenlikçi politikalar, ekonomik krizle birleşip rüzgâr tersten esmeye başlayınca panik de başladı. Bu seçim yasası da bu paniğin bir tezahürü olarak okunabilir.

Türkiye’nin ihtiyacı olan şahsa ve partiye göre dizayn edilmiş bir seçim yasası hatta siyasi partiler yasası değil. Türkiye’nin ihtiyacı olan eşit, adil, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerine dayanan bir seçim yasası. AKP iktidarı ve küçük ortağı MHP seçim yasası ile oynayarak Türkiye’den ziyade kendilerini kurtarmanın peşinde. Ne ki bir yandan hala çok yükseklerden konuşurken öte yandan en diplerde oy yürütme tam bir çelişki sergiliyor.

Ama bir şeyi de unutmamak lazım. Türkiye bu cingözlüklere ziyadesiyle alışkındır. 1987’de üç, 1991’de bir, 1994’te bir, 1995’te üç ve Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında altı defa Seçim Kanunu değiştirildi. Kanun yapma gücü ve yetkisini, iktidarlarını sürdürmeye yönelik bir silaha dönüştürmeye kalkışanların siyasi akıbetleri ise herkesin malumudur. Toplumu yönetmek için kendilerine tevdi edilen gücü bir silah olarak gören ve kullananlar hiçbir zaman iflah olmadı.

Ne yapmalı

İktidar nasıl seçimli otoriter rejimlerin kitabına uyarak hareket ediyorsa muhalefet de bu rejimlerdeki başarının kilidi olan “bir arada durma” meselesine odaklanmalı. İttifak denklemleri değişebilir ama muhalefet etkin bir işbirliği halinde cumhurbaşkanı seçimi ve parlamento çoğunluğunu sağlayacak bir modelle seçime gitmeli. Aritmetik ile birlikte politik duruşu öncelemeli. Bunun için de ayrı ayrı çalışmalar yerine, ortak çalışma zeminleri oyuna gelmeden sürdürülmelidir.

Yanı sıra muhalefetin bu süreçte seçim kazanmak için gereken formüller kadar ülkenin birikmiş sorunları, özellikle de ekonomik ajandasındaki ortak vaatleri daha yüksek sesle dile getirmesi gerekir. Ekonomide kısa vadeli ferahlama olmayınca, savaşla birlikte turizm geliri beklentisi de ortadan kalkınca sonbaharda bir erken seçim olasılığı da rafa kalkmış görünüyor. Seçim kanunu önerisi de bunu gösteriyor.

İktidarın elindeki koz artık seçim yasası ve başka adımlarla önümüzdeki süreçte muhalefeti bölmek. Ayrıca Rusya-Ukrayna savaşında arabulucu rol üstlenip Türkiye dışında kendine manevra alanı açarken içeride muhalefeti baskılayıp, bölmek için her türlü mühendislik ve söylemi kullanmak.

İktidarın oyunları seçim gününe kadar bitmeyecek. Muhalefetin seçimi kazanmak, seçim güvenliğini sağlamak ve seçim günü oyların doğru sayımı için gerekli önlemleri almak konusunda boşluğa yer bırakmayarak farklı senaryolar üzerinde çalışması gerekiyor. Türkiye nasıl ki demokratikleşmeye muhtaçsa muhalefet de bu yolda başarılı olması için birbirine muhtaç.

* Prof. Dr., Sosyolog ve Siyaset Bilimci

The post Yeni seçim yasasının hedeflediği nedir? first appeared on Gazete Karınca.

]]>