Azad Barış
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik başlattığı askerî harekât girişimi uluslararası ilişkiler başta olmak üzere diplomasi, ekonomi ve siyaset dünyasında büyük değişimlere kapı aralamıştır. Batı dünyası bundan böyle adaletten toplumsal ahlaka, demokrasiden medeniyeti yeniden tanımlamaya kadar birçok temel meseleyi kendi güvenlik perspektifinden yeniden tartışmaya açacaktır. Batı ile Rusya arasında yeni bir egemenlik paylaşımına dönüşen bu savaşın ekonomik yaptırımlarla engellenememesi ve nükleer silah kullanımı seçeneğinin de dile gelmesiyle beraber bambaşka bir boyut kazanmıştır.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hem 22 Şubat’tan önce hem de aradan geçen süreçte sergilediği performans, her yönüyle savaşın Shakespearean sunumunun en güncel örneklerinden birini oluşturmaktadır. Putin’in savaş öncesi yaptığı halka sesleniş konuşması da birçok yönüyle tarihidir. Mekân ve zaman özelliklerinin dışında retoriğin konteksti, söylem performansı ve sahne tasarımı ile 21. Yüzyılın neredeyse en belirgin savaş oyunlarından biri sergilenmiştir. Önceden hazırlanmış olan o oyun ve o “büyülü” sunuş ile olacakların tamamı “dünya sahnesine” sunulmuş ve oyuncu herhangi bir yanılsamaya mahal vermeksizin her sahneyi otantik bir şekilde prezante etmiştir. Putin, düşü gerçekmiş gibi değil gerçeği düşmüş gibi oynamıştır o oversize salonda. Olacakları bir bir dünyanın gözlerine sokarak, savaşın snopsisini perde perde okuyarak ABD’yi, AB’yi ve NATO’yu bu oyunun seyrine davet etmiştir. Putin Ukrayna’nın işgal edilmesi durumunda tahayyül edilen bazı yaptırım ve izolasyonların hayata geçemeyeceğini söylercesine meydan okumuştur bütün Kuzey Atlantik Paktı’na.
Aktör ile yönetmen karışımı bir bileşimle sahneye inen Putin gerçek varsayımlarla temellendirilen kimi olguların bir yanılsama olarak anlaşılmaması gerektiğini daha önce hem Macron’a hem de Scholz’a bizatihi yüz yüzede söylemişti. NATO’nun Ukrayna’dan uzak durmaması, üyelik opsiyonundan feragat etmemesi halinde kumdan bir kaleyi dümdüz edip büyük bir dalgayla bu durumu bertaraf edeceğini yüksek bir retorikle iletmiş ve günün sonunda da söylediği her şeyi eksiksiz bir şekilde yapmıştır. Dolayısıyla 22 Şubat’ta fiili olarak hayata geçirilen operasyonla, gerçekliğin üzerinde asılı duran perde kalkmış ve bugüne kadar söylediklerinin bir blöf ya da yanılsama olmadığı başlayan savaşın çirkin yüzüyle kendini göstermiştir.
Putin, oyunun belli bir plana göre ilerlediğini, oynadığı poker oyununun büyüklüğün farkında olduğunu inandırıcı bir şekilde dünyaya rest çekerek ilk koz olarak nükleer caydırıcılığı da bir seçenek olarak dillendirerek oyunun ilk perdesini kazanmış durumdadır. Perdenin açılmayan kısmında ise ABD’nin sorunlu hale gelen hegemonyasının yeni denklemi gözükmeye başlamıştır. AB başta olmak üzere bütün Kuzey Atlantik ittifak partnerleri sanki bir girdabın içine çekilircesine ABD’ye doğru çekilmiştir. Trump dönemiyle sarsıntıya uğramış olan ABD hegemonyası ve NATO gücü Putin’in bu girişimi ile birlikte yeniden tesis edilmiştir. Böylece Putin itibar kaybı yaşayan Rusya’nın gücünü kanıtlamaya çalışırken, ABD de AB başta olmak üzere dünya üzerindeki hegemonyasını tescillemiştir.
Her ne kadar kaba bir emperyal heves ve Deli Petro ile Stalin’in ruh ikizliğini çağrıştıran stratejik bir hamleyle, Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanımış ve ABD başta olmak üzere bütün dünyayı ters köşe yapmış olsa da, aynı hamlenin sonucunda birden fazla denklem ortaya çıkmıştır. Sadece salt Berlin icadı olan diplomasinin gururu ve umudu olarak gösterilen Minsk Anlaşmasını yerle bir etmekle kalmamış Avrupa Birliği’ni tamamıyla ABD’nin kucağına itmiştir. Dolayısıyla Putin, saldırı emri ve ek önlemlerle ilgili yürürlüğe koyduğu kararnamesiyle Almanya-Rusya politikasının uzun süredir devam eden temel varsayımlarından birini de parçalayarak, ortaya koyduğu “savaşın estetik tasarımını” bambaşka bir düzleme çekmiştir. Batı’nın temsili merkezi ve modern dünya nizamının temel aktörlerinden biri olarak Moskova’yla karmaşık meseleleri bile müzakere ederek bir anlaşmaya vardırabilen Berlin, ilk defa büyük bir diplomatik başarısızlıkla yüz yüze kalmıştır. Oysa Alman dış politikası, onlarca yıl boyunca Rusya ile Avrupa arasında güvenlik ve barış olabileceği inancına dayanan bir strateji izlemiş ve uzun bir süre boyunca da bu politikasında sürdürebilir bir başarı ortaya koymuştur. Ama söz konusu işbirliği her zaman Batı merkezli saikler üzerinden bina edilmiş, karşılıklı bir yüzleşme veya eşitler arası bir diplomasi tercih edilmemiş ve Avrupa-Rusya politikası tam da o temel yanlış anlayıştan hareketle çok büyük zararlar görmüş ve büyük bedeli de hep Rusya ödemiştir.
Bütün bunları göz önüne alarak Rusya’yı yeniden büyütmek isteyen Putin, son birkaç yılda dış politikada uzlaşma ve denge kurmamakta, elinden gelen zoru kullanarak kendine alan açmanın ve hegemonya kurmanın önemli olduğuna inandığını ortaya koyduğu pratikle göstermektedir. Keza NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru hızla genişlemesi, Gürcistan, Ermenistan ve Ukrayna özgünlüğünde müzakere edilen üyelik süreçleri Putin’i tedirgin ettiği kadar bütün Duma’yı endişelendirmektedir. Putin’in bütün meydan okumalarının özellikle söz konusu o endişenin bir ürünü olduğunu ve Sovyetik sistemin yıkılışından sonra değişen Avrupa haritasına bariz bir itiraz niteliği taşıdığı hakikatini de unutmamak gerekmektedir. Dolayısıyla Ukrayna üzerinden şekillenen savaşın hedefinde Rusya’nın kaybettiği uluslararası aktörlük denkleminin yeniden kurulması stratejisi yattığı bilinmelidir.
Putin küresel siyasetin yeniden şekillenmesinde rol almak ve dünya ile ilgili söz söyleyen üç aktörden biri olmak istemektedir. O nedenle Putin Ukrayna savaşına girmeden önce kendi stratejik denklemine göre dünyanın önemli aktörlerinden biri olarak gördüğü Çin’le yakınlaşırken ikinci önemli aktör olan ABD’yi ise mutlak muhatap olarak konumlandırmıştır. Zira savaş öncesi diplomasinin ağırlıklı ekseriyeti Avrupa Birliği merkezi olan Paris ve Berlin olmasına rağmen Putin’in aslında bunları aktör ya da muhatap olarak kabul etmediği görülmektedir. Muhataplık meselesi ile ilgili adres olarak hep ABD’yi göstermiş ve sorunun çözümünün ancak Rusya ile ABD arasında olabileceğine dair vurgularda bulunmuştur. Bu durumu kendisinin de artık küresel hegemonik bir güç olduğu hususuna açık bir gönderme yapması olarak yorumlayabiliriz. Lakin savaş öncesi o teatral sahneleme de bu amacı taşımaktadır. Böylece, Putin sadece Avrupa’yı dizginlemeyi değil küresel siyasette bunalım yaşayan Batı medeniyetinin yeniden inşasında da rol alacağını beyan etmiş olmuştur.
Buradan hareketle arzu edilenin bir yandan zedelenmiş Rus ulus kimliğini yeniden pekiştirmekken, diğer yandan ise oluşacak yeni Rus kimliğini küresel çapta ciddi bir stratejik denkleme oturtmak olduğunu söyleyebiliriz. Rusya’nın tarihten gelen büyüklüğünü hatırlatmanın yanı sıra onun emperyal gücünü Ukrayna müdahalesi üzerinden temsili olarak bütün dünyaya göstermektir.
Putin’in Batılı devlet “adamlarından” farklı bir siyasi alemde yaşadığı uzun zamandır biliniyordu. Son raddede Putin, kendisi için altın köprüler yapmak isteyenleri bile hınzırca yanıltı ama savaşın planlanandan daha uzun sürmesi durumunda o kurulamayan köprülerden ötürü dipsiz bir uçuruma düşeceği ve hatta belirsiz bir kaosa sürükleneceği kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bu savaş Ukrayna-Rusya arasında cereyan eden bir savaş değildir. Bu savaş Ukrayna topraklarında sahnelenen temsili bir NATO-Rusya çatışmasıdır. Zaten Putin de tamamen bu gerçeklik üzerinden savaşa performe etmekte ve bunun tarihsel temellerine gönderme yapmakta da hiçbir beis görmemektedir.
Putin’in bu yeni nesil savaşıyla birlikte Batı başta olmak üzere bütün dünyada yeni bir güç tahkimi, askeri rekabet ve caydırıcılık nizamı başlayacaktır. Bu savın diğer önemli bir yanıysa medeniyet bunalımı olarak tanımlanan mevcut toplumsal formasyonunun çözülüş olasılığı ve Batı merkezli yeni bir çağın ve yeni bir medeniyetin inşa tartışmalarının başlama sorunsalıdır. Özellikle kıta Avrupası, Rusya-Ukrayna ekseninde ortaya çıkan çatışma ile beraber “çok uzun bir süre” bu yeni gerilim hattı üzerinde yaşamak zorunda kalacaktır. Rusya, Avrupa’nın kendi nükleer caydırıcılığının vazgeçilmez olduğunu ilan ederken aynı kültürel hegemonya bağlamında da medeniyetin yeniden tartışmasının vazgeçilmez bir belirleyen olarak kendini tahkim etmeye çalışacaktır. Dolayısıyla bu savaşın gidişatı ve sonuçları bir bütün olarak bu çatışma dinamiğine göre şekillenecektir. Ama sonuç olarak ister Putin ister diğerleri kazançlı çıksın, uzun vadede medeniyetin tamamı kaybedecektir.