Ana SayfaManşetPandeminin ilk zamanları

Pandeminin ilk zamanları


Onur Hamzaoğlu


Yazımızın başlığıyla iktidarların, sermaye sahiplerinin ve COVID-19’un yaşanmaya başlandığı ülke halklarının “şaşkınlık” içinde oldukları bir dönem olarak da tanımlayabileceğimiz Ocak-Nisan 2020 dönemini ifade etmek istediğimizi öncelikle belirtmek isteriz. Ardından dünya geneli için kısa bir “dönem-koşullar” saptamasıyla devam ediyoruz.

Neoliberalizmin ideolojik temelini oluşturan postmodernizm, neredeyse yarım asırdır, bilim ve felsefenin toplumsal yaşantıya yön vericiliğinin alternatifi haline getirildi. Postmodernizmin ideolojik alandaki hakimiyetiyle geniş toplum kesimleri örgütsüzleştirildi, siyasetin dışına itildi, muhalif sendika ve demokratik kitle örgütleri hem örgütlenme hem de eylem becerilerinden yoksun bırakıldı. Devlet, güvenlik, savaş ve istihbarat gibi sosyal kimliği dışındaki ödevlerine daraltılmasına paralel olarak, egemen ideolojinin üretimindeki rolü daha da arttı. Bu süreçte, ülkelerin ekonomik düzey, coğrafi koşullar, sosyal, kültürel ve demografik farklılıkları dikkate alınmaksızın üst yapı kurumları (sağlık, eğitim sistemleri vb.) ana hatlarıyla aynılaştırıldı. Bu uygulamalar sonucunda insan ve toplum, özne olmaktan çıktı, kendisi için eylemsizleşti.

Toplum, en önemli varlık nedeni olan yaşamı mümkün kılmak, korumak ve geliştirmek görevini yerine getiremez oldu. Hatta tersine, kaderciliği temel alan siyaset aracılığıyla çaresiz, yaşamın akışı ve örgütlenişini oluruna-kadere bırakan hale geldi. Pandeminin oldukça kısa bir sürede, tek tek ülkelere ulaşmasıyla birlikte, sınıf, kimlik vb. farklılık gözetmeksizin, insanların son 50 yılda oluşan dünya algısı, yaşam bilinci ve inanç dünyası sarsıldı, değişmeye başladı.

Yıllardır, “toplum” algısının yerini “bireyin ve onun “biricikliğinin” alması ve bu “yeni” insanın üretilebilmesi için yoğun çaba harcanmasına karşın, insanlar, COVID-19 pandemisinin ilk zamanlarında toplumsal düzeyde yarattığı nesnel ve zihinsel sonuçlarıyla birlikte, kendisini insanlığın bir üyesi olarak algılamaya, düşünmeye başladı. Bu sürecin, “müdahalesiz” devam etmesi durumunda, insanın bir yandan kendine
dair bilincinin gelişebilmesi öte yandan insanı özünden uzaklaştıran dinci, ulusçu, milliyetçi vb. anlayışlara aidiyetinin nitelik ve nicelik olarak zayıflaması görünür olabilirdi.

İnsanı ve doğayı merkeze koyan, evrensel değerleri önceleyen ve geliştirme çabası içindeki düşünce ve
görüşler yeniden yaygınlaşabilirdi. Aşkın öznenin kabulü ve ona atfedilen/tanınan “inisiyatif” zayıflayabilirdi. Yaşamın öznesinin insan ve insanlık olabilmesinin hayata geçebilmesinin önündeki engeller zayıflardı.

Bugünden bakıldığında, kısa bir dönem zarfında da olsa bütün bunları yaşayabildiğimizi söyleyebiliriz. Ocak-Nisan 2020 döneminde dünya genelinde alınmaya çalışılan önlemlerin ve etkenle mücadele için atılan adımların neredeyse tamamının nedenselliğe dayalı olduğunu görüyoruz. Örneğin, Türkiye’de son 30 yılda yaşanan deprem, sel vb. olağandışı doğa olaylarında kaderci bir yaklaşımla, yaşanan felaketin nedeni ya da büyüklüğü insanın aşkın özneyle ilişkisi üzerinden açıklanır ve toplum genelinde neredeyse başka bir ilişkilendirmeye yer verilmezdi. Oysa, pandeminin ilk zamanlarında, dünya genelinde neredeyse hiçbir inanç grubu üyesi hastalıktan ve ölümden korunmayı aşkın özneye devredemedi, etmedi. Aksine,
yaşananların doğada nedenselliğe dayalı olarak ortaya çıktığı yaygın bir biçimde kabul edilerek, hem sağlık hizmetlerinden yararlanılması hem de alınması gereken kişisel ve kamusal önlemlerin bilimsel bilgiye dayalı olarak hayata geçirilmesi insanlar tarafından talep edildi, önlemler için tutum alındı. Bu dönemde insan, bilerek ya da bilmeden, özne olduğunun farkındalığını yaşayabildi.

Doğa’nın, insanın kökeni ve yaşamın kaynağı olmasına karşın, özellikle kapitalizmin son 40 yıllık döneminde, yalnızca meta üretimi için gerekli bir kaynak olarak ele alındığını biliyoruz. Tarihi boyunca insan, hemen her zaman doğanın sınırlarını zorlamış, zaman zaman da bu sınıra çarpmıştır. Bu durum insanın doğayla ilişkisinden kaynaklanır. İnsan karşılaştığı bu sınırı bir zamanlar geçmiş deneyimlerine dayanarak geçmeye çabalarken, zaman içinde buna ek ve temelinde bilimsel bilgiye dayalı olarak aşabilmektedir.

Söz konusu sınırla karşı karşıya geliş ve onu aşma çabası özünde insanın ve toplumun özgürlüğünü, özgürlük alanını genişletme anlamı taşımaktadır. İnsan eliyle ulaşılan yaşamın krizinin bir sonucu olarak COVID-19 pandemisi ve onunla birlikte yaşananlar, insanlığın, bir defa daha doğanın sınırının varlığını topluca algılamasına vesile olurken, beraberinde özgürlüğünü genişletme olanağını da sağladığını söyleyebiliriz.

Pandeminin ilk zamanlarında herkes tarafından yaşanan ölüm korkusunun özellikle ayrıcalıklı olanlarda yarattığı “insan olabilme hali” kısa sürede kayboldu. Ve vahşi kapitalizmin sınıfsal gerçekliğine dönüldü. Bununla birlikte, “insanın” kısa süreli de olsa yaşadıkları ve algıladıkları, varlığını koruyabilmek amacıyla bugüne kadar gerçekleştirdiklerinde bir farklılaşma zorunluluğunu hissettirmiş olmasını mümkün görüyoruz. Ancak, insanlığın, bu durumun neden olabileceği farklılaşmanın kendiliğinden, kalıcı ve ilerleyici olabileceği algısına kapılması büyük bir hata olacaktır.

Çevrimiçi olarak, 26 Mart 2020 tarihinde gerçekleştirilen G-20 toplantısına katılan devlet ve hükümet başkanlarına yönelik bir çağrı olarak, ulusal ve uluslararası sağlık örgütlerinin öncülüğünde hazırlanan, “ekonomiye zarar verdiği için salgınların önlenmesinin önemine” özel vurgu yapan “rica dilekçesi” bu tehlikeli adımının önemli bir örneğidir.

Benzer nedenli yeni pandemileri engelleyebilmenin yolunun tüm dünyada eşitlikçi toplumsal yaşantının varlığı olduğunu savunanlar ve bu hedefle yaşayanlar, eşitsizliklerin kaynağı olup, varlıkları bunun devam etmesine bağımlı olanlardan ricacı olmamalıdır. Tarih benzer girişimde bulunanların beyhude kayıpları ve hayal kırıklıklarıyla dolu. Eğer bir metin kaleme alınacaksa, bu karşıya değil, içimize yönelik olmalıdır. İyiden, güzelden, gerçekten, eşitlikten ve değişimden yana olanları koşulsuz dayanışmaya çağıran bir bağlamda, insanlığın pandemisiz yarınları ve dünyayı yaratabilmesi hedefiyle olmalıdır.

Pandemilerin sıklaşarak devam etmemesinin yolu insanın doğayla kurduğu ilişkisini yeniden düzenleyebilmesinden, üretim ilişkisini, toplum biçimini değiştirebilmesinden geçiyor. Tarih, bunun da sınıf mücadelesine mahkûm olduğunun bilgisi sunuyor.




Önceki Haber
Gazeteci Erk Acarer'e bıçaklı saldırı
Sonraki Haber
Haiti Devlet Başkanı suikastinde 4 şüpheli öldürüldü