Ana SayfaManşetSosyolog Güllistan Yarkın: Egemenliğin tesis edilmesi için ırkçı şiddete ihtiyaç vardır

Sosyolog Güllistan Yarkın: Egemenliğin tesis edilmesi için ırkçı şiddete ihtiyaç vardır

HABER MERKEZİ – Türkiye’de ırkçılık ve ırkçı şiddet son günlerde yeniden tırmanışta. Konya’da Kürt bir aile katledildi, son haftalarda birçok kentte ırkçı saldırı haberleri geliyor. Sosyolog Güllistan Yargın, artan ırkçı saldırıları şöyle yorumluyor: “Mikro ve makro alanda gerçekleştirilen saldırılarla kimin egemen olduğu hatırlatılıyor ve egemenlik tekrar tekrar tesis edilmiş oluyor. Söylediğim gibi egemenliğin tesis edilmesi için ırkçılığa ve ırkçı şiddete ihtiyaç vardır.”


Söyleşi: Mehmet Elma


Yapı Kredi Yayınları tarafından çıkarılan Cogito dergisinin Irkçılığı Görmek konulu 101. sayısında yayımlanan ve ve büyük ilgi gören “Irksallaştırılmış Toplumsal Rejim, Sömürgesellik ve Kürtler” başlıklı makalenin yazarı Güllistan Yargın ile son dönemde artan ırkçılığı ve ırkçı salırıları konuştuk.

“Irksallaştırılmış Toplumsal Rejim, Sömürgesellik ve Kürtler” adlı çalışmanız yayınlanır yayınlanmaz büyük bir yankı uyandırdı. Son dönemde Türkiye’de yaşanan gelişmeleri de göz önünde bulundurursak çalışmada bahsettiğiniz ırkçılık türleri yeni bir form kazanmış mıdır yoksa Amerika, Avrupa veya Avrupa’nın eski sömürgelerinde ortaya çıkan ırkçılık literatürünün tezahürü müdür?

Sorulara geçmeden önce Konya’da 7 kişilik Kürt ailenin katledilmesinden dolayı çok üzgün olduğumu belirtmek istiyorum. Gerçekten çok zor günlerden geçiyoruz. Son dönemde arka arkaya birçok ırkçı saldırı haberi aldık. Konya’daki son saldırıdan önce Hakim Dal’ı kaybettik. Ardından da Dedeoğulları ailesinin fertlerini kaybettik. Deniz Poyraz’ı ve nicelerini kaybettik. Bu saldırılar ve ölümler devam edecek diye düşünüyorum. Dolayısıyla ırkçılık her zaman gündemde tutmamız gereken çok önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor.

Irkçılık tıpkı kapitalizm gibi ataerki-patriyarka gibi modern dünyanın her yerinde ortaya çıkan toplumsal bir mesele. Tıpkı kapitalizm ve ataerki gibi Türkiye resmi sınırlarında ortaya çıkan ırkçılık, dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan ırkçılık biçimlerine hem benziyor hem de onlardan farklılaşıyor. Modern anlamıyla ırkçılık ve ırksallaştırılmış toplumsal rejimler Avrupa’da modernizmin yükselişi ve Afrika, Asya, Amerika gibi kıtalarda Avrupalıların sömürgeci egemenliklerine paralel olarak ortaya çıkıyor. Bu dönemden önce de farklı etnik gruplara karşı örneğin Avrupa’da Yahudilere karşı egemen grupların ötekileştirmesi ve aşağılaması söz konusu. Fakat, modern Avrupa sömürgeciliğine paralel olarak biyolojik göstergelere göre tanımlanan ırkçılık dünyada ilk defa 18. yüzyıldan başlayarak özellikle 19. yüzyılda bir toplumsal sistem haline getiriliyor. Egemen etnik gruplar hem ulus devlet egemenliği altında hem de sömürgelerdeki egemen olmayan etnik gruplar ve yerliler üzerinde iktidarlarını tesis ederken ırkçı ideolojilere, ırkçılığa dayalı kurumsal yapıya, bilime, ekonomik, hukuki, toplumsal bir sisteme ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinde egemenlik kurulan gruplar ten rengi üzerinden beyaz, siyah ve sarı ırk tanımlanıyor ve beyaz ırk üstün, zeki, ahlaklı, insan, medeni, iyi olarak inşa edilirken siyah ırk geri, ahlaksız, vahşi, ilkel, medeniyetsiz olarak inşa ediliyor. Sarı ırk ise ne beyaz kadar üstün ne de siyah kadar aşağılık olan bir biyolojik ırk olarak tanımlanıyor. Bu tip beyaz üstünlükçü, Avrupa merkezci bilgi üretimine dayalı olarak sömürgelerde toplumsal rejim inşa ediliyor. Bütün kültürel, ekonomik, politik kaynaklar eşitsiz olarak paylaştırılıyor. Bazı etnik gruplar tamamen soykırımdan geçiriliyor, açlığa terkediliyor. Bu yolla beyaz Avrupalılar hayata geçirdikleri soykırımları, katliamlarını, işkence, köleleştirme, hırsızlık, talan, hırsızlık gibi gayri-ahlaki vahşi zulüm politikalarını meşrulaştırıyorlar. Özellikle antropoloji disiplini bu meşrulaştırmada çok önemli bir rol oynuyor. Irkçılık olmasaydı bu kadar zulmü, soykırımları ve katliamları asla meşrulaştıramazlardı. Dolayısıyla ırkçılık asla küçümsenmemesi gereken, tıpkı kapitalizm gibi tıpkı sömürgecilik ve patriyarka gibi önemli bir toplumsal rejimdir. Bütün bu süreçler ilişkisel olarak artiküle oluyorlar.

Osmanlı/Türkiye tarihine baktığımızda aslında Osmanlı’nın da modernite öncesinde “millet sistemi” aracılığı ile dinsel grupları hiyerarşik bir perspektifle üçe ayırdığını görüyoruz. Millet-i Hakime olarak tanımlanan Sünni Müslümanlar, Millet-i Mahkume olarak tanımlanan Hristiyan ve Yahudiler ve kafir olarak adlandırılan insandan bile sayılmayarak “kitapsız” olarak kategorize edilen sürekli katliamlara maruz kalan Ezidi, Alevi (Kızılbaş) gibi gruplar. Bugün günümüzde devam eden Sünni-Müslümanların etnik hiyerarşide egemen grup olmalarının tarihi Osmanlı dönemine kadar gidiyor. Modernizm ve modern ırkçılıkla beraber Türklük modern ırkçı rejimin inşasında birincil gösterge halini alıyor. Yazımda da değindiğim gibi 19. yüzyıldan başlayarak ve özellikle 20. yüzyılda hem Osmanlı’nın hem de modern Türkiye’nin, Avrupa’nın sömürgeci ve soykırımcı politikalarından etkilenerek Türk olmayan etnik gruplara karşı çok sert ırkçı politikalar uyguladığını görüyoruz. 20. yüzyılda Türk üstünlükçü modern bir rejimin inşa edildiğini, Türklüğün ve özellikle Sünni Türklüğün egemen etnik grup olarak tanımlandığını ve her bir farklı etnik grubun farklı bir biçimde rejime entegre edildiğini görüyoruz. Modern ırkçı rejimin inşasında Ermeni ve Süryaniler 1915’te soykırımdan geçirilirken ve zorla yerinden etme politikalarına maruz kalırken, bu coğrafyanın kadim etnik gruplarından Rumlar ise hem katliamlara hem de yerinden etme politikalarına maruz kalıyorlar. Aynı şekilde Yahudiler de pogromlar yaşıyorlar. Yazımda da söylediğim gibi Kuzey Kürdistan (Batı Ermenistan) coğrafyası da modern sömürgeci politikalara maruz kalıyor. Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya hiçbir zaman “sömürge” statüsü verilmiyor ama 1990’larda açığa çıkan gizli devlet belgelerinde bölgenin “müstemleke” yani sömürge olarak tanımlandığını görüyoruz. Devletin en üst yetkilileri burayı sömürge olarak tanımlıyorlar. Bu aynı zamanda bölgede ırksallaştırılmış bir toplumsal rejimin kurulması anlamına geliyor. Konuyla ilgili kişiler bu konuda yazıya bakabilirler.

Kürtler üzerindeki modern Türk iktidarı Cumhuriyet’in ilk döneminde meşrulaştırılırken Kürtler, Türkler tarafından “medeniyetsizler”, “geriler”, “yobazlar”, “ilkeller”, “şakiler”, “kuyruklu Kürtler”, “kıllı Kürtler”, “dağ ayıları” olarak adlandırıldılar. Kürtler böyle oldukları için üstün Türk medeniyetine ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla Kürtlerin ekonomisi, siyaseti, kültürü, coğrafyası üzerinde Türk iktidarı hem gerekliydi hem de meşruydu. Bu iddialarla tıpkı Avrupa’nın sömürgelerinde olduğu gibi katliamlar meşrulaştırılıyor. Bütün bunlar gerçekleşirken kamusal alanda paylaşılan resmi ideoloji ve Türk hukuku Kürt diye bir şeyin olmadığını, Kürtçe diye bir dilin olmadığını, Türkiye sınırlarında yaşayan herkesin Türk olduğunu, “doğulu”ların da Türk olduğunu iddia ediyor. Bir taraftan asimilasyon politikaları uygulanıyor. Tıpkı birçok yerleşimci sömürgecilik örneğinde olduğu gibi, tıpkı ABD, Kanada veya Avusturalya örneklerinde olduğu gibi soykırımcı ve ırkçı politikalar ile asimilasyoncu ve Türkleştirici/Türkiyelileştirici politikalar aynı anda yürütülüyor. Yerleşimci sömürgecilik konusunda daha fazla araştırma yapmamız ve yazılar yayımlamamız gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan geçen 100 yılın ardından Kuzey Kürdistan coğrafyasının hala tam olarak Türkiyelileştirilemediğini görüyoruz. 1930’larda kolonyal umumi müfettişliklerin yerini bugün gene kolonyal bir yönetim biçimi olan kayyımlar alıyor.

1980’ler öncesinde yaygın olan “dağ ayıları”, “kuyruklu Kürtler”, “şakiler” gibi ifadelerin yerini özellikle 1980 sonrasında “En iyi Kürt ölü Kürttür”, “teröristler”, “hainler”, “k*rolar”, (Kürtçe kuro kelimesinden türetilen ırkçı bir ifade olduğu için bu kelimeyi kullanmaktan imtina ediyorum) “kekolar”, “nereden geldiyseniz oraya gidin” gibi ırkçı ifadeler alıyor. Türk imgesindeki cahil ve medeniyetsiz Kürt algısının devam ediyor. Örneğin Kürtçenin medeniyet dili olmadığı algısı Kürt şehirlerindeki üniversitelerde 2009 yılından itibaren Kürtçe lisans, yüksek lisans ve doktora bölümleri açılmış olmasına rağmen Türkler arasında yaygın olarak devam ediyor. Kürtçeyi dilden bile saymamak yaygın bir eğilimdir. Bunun dışında “En iyi Kürt ölü Kürttür” ifadesi soykırımı meşrulaştıran çok tehlikeli ırkçı bir ifade olarak karşımıza çıkıyor. İlginç bir şekilde Amerikalı yerlilerin soykırımdan geçirildiği ABD’de de şöyle bir ifade bulunuyor: “The only good Indian is a dead Indian” yani “tek iyi yerli, ölü yerlidir” ifadesi. ABD gibi yerlilerin soykırımı ve Afrikalıların köleleştirilmesi üzerine kurulan “yerleşimci sömürgecilik” olarak tanımlanan bir Avrupa sömürgesinde böyle bir ifadenin olması yerlilerin soykırımdan geçirilmesinin onaylandığının açık bir örneğidir. Aynı şekilde “En iyi Kürt ölü Kürttür” ifadesi de Kürtlerin uğradığı katliamları, Dersim Soykırımı’nı meşrulaştıran ve yeni soykırımlara çağrı yapan bir ifadedir. Bu da ırkçılığın sömürgeci iktidarla, egemenlik ile olan ilişkisini ortaya koyan örneklerden sadece biri. Bir etnik grubun diğer bir etnik grubu domine etmesi sürecinde hem bir ideoloji hem de toplumsal bir sistem olarak ırkçılığa ihtiyacı vardır ve ırkçılık bu nedenle bugün çok yaygındır. Dolayısıyla ırkçılığı açıklamadan Türk tarihini de, Kürt tarihini de, Ermeni ve Süryani tarihini de açıklayamayız.

Türkiye’de ırkçılık literatürünün görece milliyetçilik literatürüne oranla daha basık bir noktada durduğunu söylüyorsunuz. Bunun sebebi “milliyetçiliğin bir başarısı” mıdır yoksa “Türkiye’de ırkçılık yoktur” düşüncesinin muhalifler dahil büyük bir kesim tarafından kanıksanması mıdır?

Evet, Türkiye’de ırkçılık literatürü milliyetçilik literatürüne göre çok zayıf. Örneğin bu röportaja konu olan yazımın yayımlandığı Cogito’nun 101. sayısı alanında özel bir sayıdır. Türk milliyetçiliği üzerine onlarca makale, onlarca tez ve kitap yayımlandı ama Türk ırkçılığı üzerine literatür çok zayıftır. Türk ırkçılığı ifadesi “marjinal” bir ifade olarak karşımıza çıkıyor ve bu ifade Türkleri inciten kaba bir ifade olarak algılanabiliyor.

Bu coğrafyada ırkçılıkla ilgili literatürün bu kadar zayıf olmasının en önemli nedenlerinden biri Türk milliyetçiliğinin başarısı kesinlikle. Türk milliyetçiliği asimilasyoncu olduğu için diğer etnik gruplara ayrımcılık yapılmadığını, Türklüğün bir üst kimlik olduğunu, herkesin Türk olarak bu coğrafyada kendini eşit vatandaş olarak kurabileceğini öne sürer. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği ayrımcı değil kapsayıcıdır ve Türk milliyetçiliğinde ırkçılık yoktur denir. Temel argümanlardan biri bu. Bu argüman egemen Türk epistemesi tarafından da uzun süreler içselleştirilmiş bir argümandır. Tam da bu nedenle uzun yıllar boyunca Türk solu Kürt siyasetlerine “etnikçi”, “kimlikçi” diyerek hakaret etmiştir ve hala bazı kesimler bu söylemlere devam etmektedir. Türk milliyetçiliği Türklüğü evrensel ve tarihsiz bir kimlik ve ulus olarak kurduğu için, Türkler Türkiye sınırları içinde Türklükleri ile ilgili bir sorun yaşamadıkları için başka bir etnik grubun kendi kimliği veya etnisitesi nedeniyle uğradığı haksızlıkları öne çıkarması ırkçılık olarak bile algılanabiliyor. Dolayısıyla ırkçılık literatürünün zayıflığı Türk milliyetçiliğinin başarısı ile alakalıdır.

Yazıda pek bahsetmediğim diğer bir neden ise ırkçılığın “beyaz”, “siyah” meselesi veya ten rengi meselesi olarak algılanması. Yaşadığımız coğrafyada çok fazla siyah olmadığı için, ırkçı rejim beyaz-siyah ikilemi üzerinden tesis edilmediği için ve farklı etnik grupların dış görünüşleri birçok örnekte birbirine benzediği için Türkiye’de beyaz-siyah örneğindeki gibi ırkçılık olmadığı düşünülüyor. Irkçılık hala “beyaz ırk”, “siyah ırk” meselesi olarak algılanabiliyor ve “ırk” diye bir şeyin olmadığının kanıtlandığı pek bilinmiyor. Genetik bilimi insanlar arasında ırk diye bir farklılığın olmadığını, sadece ten rengi vs. gibi farklılıklar olduğunu öne sürdü. Dolayısıyla artık ırk diye bir şeyin olmadığı kanıtlanmıştır. Fakat ırkçılık devam ediyor. Buna İngilizce literatürde “racism without race” diyorlar. “Irksız ırkçılık.” Yani ırk diye bir şey yok ama ırkçılık hala var. Diğer bir deyişle ırk diye bir şey yok ama insanların bedenlerinin insan-dışılaştırılması, bedenlerinin öldürülebilir görülmesi, tarihlerinin ve kültürlerinin reddedilmesi veya aşağılanması, farklı etnik gruplara karşı katliamlar, özcüleştirici hakaretler ve ulusal varlıklarının inkârı devam etmektedir. Örneğin Fanon yerli grupların ulus olmalarının engellenmesini ırkçılık olarak tanımlar. Çünkü sömürgeci, yerliyi kendisiyle aynı statüye sahip olabilecek, ulus devlet kurabilecek, kendi bedenin üzerinde hak iddia edebilecek “insan” olarak görmez, onu ve yaşadığı toprakları iktidar kuracağı ve yararlanacağı bir alan olarak görür.

Türkiye’de hali hazırda işlenen bir “ırksallaştırılmış toplumsal rejim” söz konusu. Bu sistemi anlayabilmek, bu sisteme bir karşı çıkış sergilemek için nasıl metodlar izlenilmeli. Bu rejimin okuması nasıl yapılmalı? Siyasi, ekonomik ve kültürel kaynaklara erişmenin halklara/ azınlıklara göre kolaylığı bu sistemi anlamamızda yardımcı olur mu?

Dünya tarihine baktığımızda toplumsal hareketler, ulusal kurtuluş hareketlerinin ırkçı rejimlerin dönüşmesinde çok büyük bir rol oynadığını görüyoruz. Tabii ki uluslararası alanda kurulan ittifaklar, uluslararası konjonktür de önemli rol oynuyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’nın savaştan yenik çıkması dünya tarihi için çok olumlu bir gelişme olmuştur. Hitler faşizmi Avrupa’da 6 milyon Yahudi’yi katletti. Bu korkunç bir suçtur. Bu büyük suç, Yahudi Soykırımı lanetlenmiştir. Bu soykırımın lanetlenmesi Avrupa için çok önemlidir çünkü Avrupa bu soykırımdan ders çıkarmaya çalışmış ve bununla kısmi de olsa yüzleşmiştir. Irkçılık ilk defa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra lanetlenen bir şeye dönüşüyor. Bugünkü negatif anlamını ilk defa 20.yüzyılın ikinci yarısında kazanıyor. Bu da insanlık tarihi açısından korkunç bir durumdur. Bu önemli gelişmenin dışında 20.yüzyılın ortasında ırksallaştırılmış sömürgeleştirilmiş grupların bağımsızlıklarını ilan ederek kendi ulus-devletlerini inşa ederek Avrupa merkezli ırkçı ve soykırımcı uygulamaları kendi topraklarında önemli oranda ortadan kaldırdıklarını görüyoruz. Irkçılık bir iktidar kurma aracı ve biçimidir. Başka bir etnik grubun iktidarını ortadan kaldırırsanız o iktidarın ırkçı rejimi de yara almış olur. Irkçılığa maruz kalan grupların birçoğu ırkçı iktidarlara karşı hem silahlı hem silahsız direniş örgütleri kurdular. Örneğin Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesinin ardından bağımsızlık ilan edildiğinde Fransız sömürgeci kurumlar, ırkçı Fransız askerler Cezayir’i terk ediyor. Dolayısıyla ırkçı rejimin kurumları dağıtlıyor. Cezayir’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 1 milyondan fazla sayıda Fransız sömürgesel yerleşimci Cezayir topraklarını terk etmek zorunda kalıyor. Bunlar ırkçılığın özneleri, ırkçı rejimden üstün grup olarak faydalanan gruplardır. Cezayir’in ulusal bağımsızlığını ilan etmesi ekonomik, siyasal, kültürel kaynaklarını ve hukuk rejimlerini Fransızların değil kendilerinin yönetmesi anlamına gelir. Bu da Cezayir topraklarındaki Fransız üstünlüğüne vurulan bir darbedir. ABD’deki ırkçı Jim Crow rejiminin de 1960’lı yıllarda dünyada ulusal bağımsızlık hareketleri güçlüyken ve ABD’de de güçlü bir siyah direnişi ortaya çıktıktan sonra yıkıldığını görüyoruz. Jim Crow rejiminin yıkılmasıyla siyahlar beyazların sahip olduğu birçok vatandaşlık hakkına kavuşmuştur. Öte yandan siyahların üzerlerindeki beyaz iktidarı kısmen dönüştürdüklerimi ama yok edemediklerini görüyoruz. ABD’deki siyahlar yazılı hukukta eşit vatandaşlık haklarına kavuşmalarına rağmen pratikte beyazlarla eşit olarak ekonomik, kültürel ve siyasi kaynaklara ulaşamıyorlar. Yaşadıkları yerlerde öz-yönetim inşa edemiyorlar. Siyah direnişi sürecinde birçok siyah lider Martin Luther King, Malcolm X, Fred Hampton derin devlet güçleri tarafından katlediliyor ve bu liderlerinin katledilmesinin ardından gerçek suçlular cezalandırılmıyor. Örgütlü siyah hareketi FBI tarafından dağıtılıyor. FBI örgütlerin içine ajanlar yerleştiriyor. Siyah gettolara ucuzu uyuşturucu sokuluyor. Politize olmaya hazır olan çok sayıda öfkeli siyah genç uyuşturucu bağımlısı veya uyuşturucu çetesi üyesi haline geliyor. Siyahlar daha fazla suça bulaştırılıyor ve cezaevi sayısı gün geçtikçe arttırılıyor. Cezaevleri fabrikalara dönüştürülüyor. Bunlar siyah toplumu için çok ama çok büyük travmalardır. Bütün bu acılara ve zulüm politikalarına rağmen beyazlarla beraber yaşamaya devam ediyorlar. ABD’de ırkçı Jim Crow rejiminin yıkılması çok önemli bir gelişme. Ama beyazlar hem ekonomiyi, hem de devleti yöneten her türlü kaynaktan daha fazla yararlanan egemen etnik gruptur. Azınlık bir orta sınıf siyahı saymazsak siyahların çoğunluğu hala en yoksul mahallelerde, suça sürüklenmiş olarak, polis şiddetiyle, ölümle, hapishaneler ile yüz yüze bir yaşam sürdürüyorlar. Şu an ise siyah cinayetlerine, siyahlara dönük polis zulmüne karşı büyük protesto eylemleri düzenleniyor. Beyaz toplum içinde siyahların yaşadığı şiddete dair daha fazla farkındalık yaratarak beyazlar içinde de anti-ırkçı söylem ve protestoların yükseldiğini de görüyoruz. Siyah tarihi Kürtler için çok önemli olmalı diye düşünüyorum. Çünkü siyah tarihi bizler için birçok açıdan ufuk açıcı.

Türkiye-Kürdistan coğrafyasında 40 yılı aşkın bir savaş durumu oldu. 1920’ler 30’ları da sayarsak kesintilerle devam eden hiç bitmeyen bir şiddet ortamı içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu, dayanılması çok güç olan korkunç bir durumdur. Bütün bu süreçlerin ardından ulusal bilinci güçlü olan bir Kürt öznesi ortaya çıksa da, güçlü bir Kürt legal siyasi hareketi ortaya çıksa da Kürtler öz-yönetim inşa edememiştir ve ırkçı ve sömürgesel rejim kat be kat güçlenmiştir denilebilir. Gelinen aşamada ırkçılığa karşı verilecek mücadelede Türkler arasında da anti-ırkçı bilincin, anti-ırkçı protestoların güçlenmesi gerektiğini düşünüyorum. En başta Ermeni Soykırım inkarcılığının sona ermesi ve bu hakikatle yüzleşilmesi büyük bir anti-ırkçı dönüşüm yaratacaktır diye düşünüyorum.

Çalışmanızda dünyadaki ırkçılığı belli bölgelere göre farklı argümanlarla ele alıyorsunuz. Türkiye’de hangi tür ırkçılığın daha ağır bastığını söyleyebiliriz? Burada zuhur bulmuş ırkçılık için nasıl bir tanımlamaya gidilmeli?

Türkiye’deki ırkçılık her etnik grup için biraz farklı işliyor. Her etnik grup farklı bir şekilde ırksallaştırılmış rejime entegre edildi veya dışlandı. Kürtlere karşı ırkçılığa odaklandığım için gene ona dair cevap vereceğim. Türkiye’de Kürtlere karşı hem biyolojik ırkçılık hem de kültürel ırkçılık söz konusu. “En iyi Kürt ölü Kürttür” sözü Kürtlerin biyolojik olarak ortadan kaldırılmasını hedefliyor. Aynı şekilde uzun bir süre yaygın olarak kullanılan son dönemlerde artık ortadan kalktığını düşündüğüm “kuyruklu Kürt” imgesi ya da Kürtlere kuyruklarının olup olmadığının sorulması gene Kürtleri insanlıktan çıkarmaya çalışan ve onları hayvani olarak kuran biyolojik ırkçılıktır. “K*ro”, “keko”, “hain”, “terörist Kürt” streotipleri ise gene Kürtleri ahlaki ve kültürel olarak aşağılayan ve kültürlerini reddeden bir ırkçı yaklaşımdır. Buna kültürel ırkçılık deniyor ırkçılık literatüründe. Bütün bunların yanında “benim Kürt arkadaşım da var” ya da “Kürtlerle kız aldık kız verdik”, “etle tırnak gibiyiz” söylemleri de dolaşımdadır. Bu zıt söylemlerle “iyi Kürt”, “kötü Kürt” ikiliği de yaratılmaya çalışılıyor. Buna göre “iyi Kürtler” bayrağa, devlete, Türklere sadık ve itaatkâr Kürtler iken “kötü Kürtler” ise bayrağa, devlete ve Türk milletine sadık olmayan, itaatkâr olmayan Kürtler olarak inşa edilmektedir. Gündelik yaşamda Kürtlerden sürekli olarak “iyi Kürt” olduklarını kanıtlamaları beklenir. Kürtler sürekli olarak sadakatlerini sözlerle, Kürtlüklerini fazla öne çıkarmayarak, Kürtçe konuşmayarak, oy verdikleri parti ile veya evlerine veya işyerlerine astıkları bayrakla Türklüğe olan sadakatlerini performe etmek zorundadırlar. Bu da aslında bir ırkçılık formudur. Burada her Kürt “olağan şüpheli” olarak kurulur ve Türkler tarafından koyulmuş kurallara uyduklarını, sürekli olarak performe etmek zorunda olduklarını kendilerinden bunun beklendiğini bilirler. Bunlar gündelik yaşama dair pratikler. Makro alanda ise vekillerin, belediye başkanlarının, HDP çalışanlarının cezaevinde olması, HDP’ye yapılan saldırılar, polis zulmü bunlar çok sert ırkçılık biçimleridir. Kürt şehirlerinin kayyımlarla yönetilmesi, ırkçı saldırılarda saldırganların cezasızlık politikası ile karşılaşması, onurlu bir barışın inşa edilmemesi, Kürt işçilerin Türk işçilere göre daha az ücretli güvencesiz işlerde çalışmaları, cezaevlerindeki yoğun Kürt sayısı ırkçılığın kurumsal düzeyde nasıl devam ettirildiğini gösterir.

Son dönemlerde Afyon, Ankara, Konya başta olmak üzere birçok noktada Kürt işçilere dönük ırkçı saldırılar gündemde. Türkiye’nin batı illerinde Kürtlere dönük bu saldırılar, “ırksallaştırılmış rejim” sorunu mu yoksa Irkçılığının Bunun dışında göremediğimiz toplumsal bir form kazanmasının sonucu mudur?

Bunlar tabii ki ırksallaştırılmış rejimin sonuçlarıdır. Burada saldırganlar Türk üstünlüğünü, Türk iktidarını tesis etmeye çalışırlar. Makro eşitsizlikleri, makro iktidarı, mikro alanda uygulamak istiyorlar. Burada saldırganlar bir biçimde saldırıda bulundukları Kürtleri “kötü Kürt” olarak kategorize ediyor ve onları ortadan kaldırmak ya da ya da kimin bu topraklarda egemen olduğunu göstererek had bildirmek istiyorlar. Örneğin Sakarya’daki iki ırkçı cinayeti ele alalım. Kadir Sakçı ve Şirin Tosun cinayetleri. Kadir Sakçı oğlu ile konuşurken katil onları duyuyor ve “Siz Suriyeli Kürt falan mısınız?’diye soruyor ve Kadir Sakçı ” Kürdüm” cevabını verince katil önce yanlarından ayrılıyor, ardından gelip baba ve oğulu orada kurşunluyor. Kadir Sakçı olayda hayatını kaybederken, oğlu ağır yaralanıyor. Şirin Tosun cinayetinde ise katil cinayet öncesi arkadaşları ile içki içiyor. Şirin Tosun arkadaşıyla yolda yürürken Şirin’i ve arkadaşını görüyorlar. Şirin oradan geçen 21 plaka otobüse el sallıyor. Katil bunun üzerine tabancasını çıkarıp önlerinden geçip gidecek olan Şirin Tosun’u öldürüyor. İki olayda da katiller Kürtleri öldürülebilir bedenler olarak görüyorlar. “En iyi Kürt ölü Kürttür” fantezisi veya ırkçı ifadesi bu eylemlerle hayata geçirilmiş oluyor. Soykırımcı pratikler mikro gündelik alanda tekrar hayata geçirilmiş oluyor. İşçilere saldırılarda da genelde Kürtçe konuştukları için ya da Kürt olduklarını söyledikleri için veya HDP’ye oy verdikleri anlaşıldığı için ve buna benzer gerekçelerle oluyor. Burada saldırganlar Kürtlere ırkçı sistemdeki ikincil/alt pozisyonlarını hatırlatıyor, aşağılıyor, şiddet uyguluyor veya basitçe onları yok ediyorlar. Bu saldırılar Kürtlere dönük polis zulmü ile veya hukuki zulüm politikaları ile paralel olarak gerçekleşen saldırılardır. Mikro ve makro alanda gerçekleştirilen saldırılarla kimin egemen olduğu hatırlatılıyor ve egemenlik tekrar tekrar tesis edilmiş oluyor. Söylediğim gibi egemenliğin tesis edilmesi için ırkçılığa ve ırkçı şiddete ihtiyaç vardır.




Önceki Haber
AKP'li Başkan: 'Keşke bizim de evimiz yansaydı' diyecekler
Sonraki Haber
Ne getireceği belli olmayan yarınlara: Göç ve Göçmenler-1