Geçen haftaki “Sen hiç Kürt’e benzemiyorsun” yazımı beğenen Bitlisli Kürt bir arkadaşım ama dedi, “Kürt gibi yazıyorsun”. Ne bekliyordun ki, Ciwan Haco dinleyerek yazıyorum yazılarımı, diye cevap verdim. Muhtemelen politik Kürt yazarların yazım tarzına benzetmişti ya da mahkemelerden çokça bahsettiğim için öyle hissetmiş olmalıydı. Sürekli politik konulardan, davalardan konuşmak da Kürtlüğe atanmış bir konu. Sık sık ortamdaki sıkıcı insana dönüşebiliyorum bu sebeplerden, birçok Kürt gibi. “Can sıkan konulardan” bahsettiğim için düşen suratları fark ettiğimde, önce susuyorum, geri çekiliyorum. Sonra bir küçük kırgınlık-kızgınlık karışımı duygu yaşıyorum. Sonra onlara adapte olmaya çalışıp her şeyi politik gündeme bağlamadan tartışmaya konuşmaya çalışıyorum, fakat konu yine politize oluyor. Sonra diyorum ki kardeşim ne yapayım, hayatımızın her anına, her nefes alışımıza sirayet etmiş bir şiddet sarmalında yaşıyoruz. Varoluşumuz politik bir hal, tabii ki her şeyi politikaya bağlayacağım deyip kaldığım yerden devam ediyorum. Fakat zaman içerisinde masadaki insan sayısı azalıyor. Merak edip, duygudaşlık kurmaya çalışanlar hep sayıca az oluyor. Toni Morisson “Ötekilerin Kökeni” kitabında şöyle diyor; “Yabancı olanın halinden anlamak tehlikelidir çünkü yabancıya dönüşme ihtimalini içinde taşır.”
Ama olsun, günün sonunda Kürt gibi yazmışım ya meselemiz tam da budur. Kürtlüğümüzü yaşayabilmek.
Henüz 5-6 yaşlarındayım, sık sık MKM’ye (Mezopotamya Kültür Merkezi) götürüp getiriyordu halam beni. İkimiz de Türkçe bilmiyorduk, o da henüz çok gençti. Çoğu zaman beden diliyle iletişim kurarak, MKM’ye gidebilmek için bineceğimiz otobüsü bulmaya çalışıyorduk. Bir genç kadın, bir kız çocuğu, yaprak gibi titreyerek sora sora bulduğumuz otobüse nihayet binebildiğimizde az da olsa rahatlıyorduk. Bir gün daha başımıza bir şey gelmeden yolumuzu bulabilmiştik.
Unkapanı Köprüsü’nden Tarlabaşı’na doğru tırmanan otobüslerdeki yolculuklarım, benim 90’lar İstanbul’uma dair en sembolik anılarımı barındırıyor sanırım. Köprüyü geçtikten sonra hemen sağda Şişhane’ye doğru dizi dizi, ışıl ışıl kocaman avizeciler ve Tepebaşını geçtikten sonra çoğunlukla sol tarafta kalan, Tarlabaşı’ndaki rengarenk perukçular en çok ilgimi çeken dükkanlardı. MKM de bu dizi dizi perukçular, yıkık dökük cumbalı binalar arasında, caddede cumbalı üç katlı bir binadaydı o zamanlar. Bodrum katında halay derslerimiz olurdu. Her yaştan onlarca çocuk, bir kısmı boşaltılan köylerden zorla İstanbul’a henüz göç etmiş çocuk, bir kısmı biraz daha önce İstanbul’a göç etmiş ve “kendi gibi” var olma mücadelesi vermeyen çalışan çocuk… Herkes kendi en havalı halay figürünü göstermeye çalışıyor, bir yandan da hocaların gösterdikleri figürleri hemen kapmaya çalışma yarışı sürüyor… Derken yakılan köyler, faili meçhuller, işkenceler, korku ve tedirginlik o çocuklar için bir anlığına da olsa kapı dışında kalıyor ve hep beraber halay çekiyoruz, dans ediyoruz.
Sanırım orta katta da müzik dersleri, koro çalışmaları yapılıyordu. Şener hocanın kıvırcık uzun saçları, Rotinda’nın hep gülümseyen gözleri ve heyecanı eşliğinde bağıra bağıra Kürtçe şarkılar söylüyordu onlarca çocuk, genç. Bütün katlardan, sanatın sağaltıcı gücü sayesinde inanılmaz bir coşku ve umut yayılıyordu.
MKM bir kültür sanat merkezinden çok daha fazlasıydı o yıllarda. Köylerinden, evlerinden yüzlerce, binlerce kilometre öteye, daha önce hiç görmedikleri, bilmedikleri bir şehre göç etmek zorunda kalan Kürtlerin adeta çölde bir vaha gibi, buluştukları, nefes aldıkları, kendi dillerini konuşabildikleri, şarkılar söyleyip, halay çektikleri bir iyileşme, dayanışma mekanıydı. Bir okuldu. Değil Kürtçe şarkı söylemek, Kürtçe ismini bile söylemenin tehlikeli olduğu yıllarda, MKM’de başka Kürt çocuklarla buluşmanın mutluluğu, o karanlık yıllarda paha biçilemezdi. Dayatılan kültürel hegemonyaya en güzel cevaplardan biriydi. Giydiğimiz kıyafetlerin, sevdiğimiz renklerin, konuştuğumuz dilin hemen her film, dizi, kitapta aşağılandığı, hor görüldüğü o yıllarda, gerçekten kendimiz olabildiğimiz az sayıdaki mekandan biriydi MKM.
Bu hor görmenin ve aşağılamanın hala en muhalif sinemacıların festival filmlerinde, bol ödüllü dizilerinde, en çok okunan yazarların kitaplarında, televizyon film ve dizilerinde yeniden üretilmeye devam ettiğini görmek ise çok daha acı. Arkadaşlarının birçoğu bir filmi beğenmişken “ama Kürt yine ezik, eğitimsiz, kaba, şiddet uygulayan, çirkin, dilsiz vs. kişi olarak gösterilmiş” diye eleştirince, ortamdaki can sıkan, keyif kaçıran o esmer kız olmak gerçekten çok yorucu. Ortak bir anlatıda ve hikayede hala buluşamadığımızı sosyal ve kültürel yaşamın çok çeşitli anlarında tekrar tekrar görmeye devam ediyoruz ne yazık ki. Kürt hala Kürt olamıyor bütün bu sanatsal üretimlerde. Bir filmde Kürtçe konuşan bir çocuk görmek, halay çeken bir genç görmek, ressam bir Kürt görmek, politik ama radikal olmayan bir Kürt görmek, esmer olmayan bir Kürt görmek, acıklı gözlerle değil de cesur ve kararlı bir ifadeyle bakan bir Kürt görmek, başarılı Kürt kadın bir siyasetçi görmek, işinde iyi bir Kürt gazeteci görmek hala mümkün olmuyor ne yazık ki. Yine Toni Morrison’dan bir alıntıyla; “Peki nasıl oldu da kölelik kurumu işlemeye devam etti? Uluslar bu yoz uygulamayı bünyelerinde barındırabilmek için iki yöntem kullandılar: İlki kaba kuvvete başvurmak, ikincisi ise köleliği romantikleştirmek.”
Bu ikisinin de Kürtler üzerinde bolca ve de sıklıkla uygulandığını, biz Kürtler her an her dakika deneyimliyoruz. Kürt sorununun çözümünde kaba kuvvete başvurulmasının son bulması için politik zeminde mücadeleler veriliyor. Peki sanatın çeşitli üretim alanlarında, Kürt’ün inkarının romantikleştirilerek yeniden üretimi nasıl son bulacak? Ya da buna dair bir düşünsel çaba var mı? Yazılan her suskun Kürt karakterde, itaat eden, itiraz etmeyen, sessizleştirilmiş Kürt’ü görmek ve göstermek isteyen sistemin yoluna nasıl bir taş daha döşediğinizi görüyor musunuz? Kötücül olup, her sanatsal üretim yapanın bütün bunları bilerek ve isteyerek yaptığına inanmak istemiyorum. Ama hiç değilse bir dönüp bakmalarını ve bir düşünsel yolculuğa çıkmalarını bekliyorum, umuyorum.
Ve MKM! Bugün hala var. Bütün zor koşullara rağmen hayatta kalmaya çalışıyor. 17 Aralık’ta İstanbul’da “Em e bejin” (Söyleyeceğiz) başlığıyla konserleri var. Hem dayanışmak hem birbirimizi hem kendimizi bulmak için konserde buluşalım.
Evin Jiyan Kışanak kimdir?
Uluslararası ilişkiler lisans eğitimi aldıktan sonra, insan hakları hukuku yüksek lisans programına devam etmekte. Geçmişle yüzleşme ve adalet alanında çalışmalar yürüten çeşitli sivil toplum kurumlarında projelerde yer aldı. Barış aktivisti ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde barış atölyeleri organize edip yürütücülüğünü yaptı. Mahpus yakını ve hak savunucusu.