“Yaşadığımız bu acı ve yasımız kalemimizin durduğu, kelimelerimizin küstüğü yer. Burası yazmak ya da konuşmakla altından kalkılamayacak, ancak yapmakla hafifleyebilecek bir yer. Değişmek için ne gerekiyorsa yapmakla, üstümüze düşeni yapmakla, üstümüze vazife olanı ve olmayanı yapmakla, yapılması gerekeni yapmakla, erteleneni yapmakla, herkesin geri durduğu yerde yapmakla, herkesin nereden başlayacağını bilmediği yerde yapmakla… Her ne yapıyorsak dayanışmayla, sevgi ve anlayışla yapmakla… Çok üzgünüz ve üzüntümüz alnımızda bir dövme gibi, aynaya her baktığımızda bize yapmamız gerekeni hatırlatacak. Aynaya bakın. Her sabah.”[1]
Küresel iklim krizinin eşiğinde hatta içindeyken, onun pandemi, seller ve yangınlar gibi ilk belirtileriyle yüzleşmeye başladığımız bir zamanda, büyük bir deprem ve ardından sellerin yarattığı ağır kayıplar ile dünyanın başımıza yıkıldığı bu günlerde kelimelerin küstüğü yerde yapmanın, dayanışmanın iyileştirici, onarıcı etkisi o kadar büyük ki…
Yıllardır kötü yönetilen, Gezi’den itibaren ve özellikle son yedi yıldır deyim yerindeyse kötülükle yönetilen bu güzel ülkede yaşamanın ağırlığı artık tahammül sınırlarını aşmış durumda… İktidarların hesap vermek, bilgilendirmek gibi bir anlayışları zaten neredeyse hiç yoktu, tek adam rejimiyle tamamen ortadan kalktı.
TBMM adına kamu kurumlarını denetleyen Sayıştay raporlarıyla tespit edilen çok sayıda yolsuzluk ve usulsüzlüğün bir kısmının hukuksuz bir şekilde raporlardan çıkarıldığı, kalanlar için herhangi bir idari kovuşturma yapılmadığı, yargıya intikal eden hiçbir Sayıştay tespiti olmadığı biliniyor[2]. Hal böyleyken yurttaşlar olarak yalnızca, ‘80 sonrasından bu yana partilerin gündeme dahi almadığı adaletsiz seçim ve partiler yasasıyla yapılan seçimlerde iktidarlardan hesap sormaya çalıştık ya da daha doğru bir deyimle hesap sorabildiğimizi düşündük…
Algı yönetimleriyle gizlenen, siyasi manevralarla üstü örtülen çarpıtılan gerçeklerin, rant uğruna görmezden, duymazdan gelinen kurumsal çürümenin, eğitimden sağlığa, üniversiteden anaokuluna, hukuktan ekonomiye bir ülkeyi ayakta tutan temel direklerdeki çöküşün enkazı, depremin 10 ilde yarattığı büyük yıkımdan çok daha fazlaydı aslında… Depremin ve sonrasındaki selin yarattığı korkunç yıkım ve kayıplar bu durumu tüm açıklığıyla gösteren bir ayna tuttu topluma.
“Bizi kıskanan” ülkelerde böylesi bir yıkıma yol açmayan yağmur ve deprem gibi iki doğa olayının büyük boyutlu bir felakete dönüşmesinin yarattığı ortak acı ilk günden vicdan sahibi herkesi harekete geçirdi. Artık yazmak ve konuşmaktan çok yapmanın önemini ve gerekliliğini gösterdi. Unuttuğumuz, parçalanması için her şey yapılan “Biz” i hatırladık. İktidarın giderek sertleştirdiği kutupların erimeye başlamasıyla yurttaşlar olarak politik, dini ve ırksal kimlikler dışındaki kimliklerimizi, evrensel insan haklarımızı ve anayasal haklarımızı hatırladık.
Bu haklara dayanarak, arama kurtarmada iki günlük gecikmenin, liyakatsız yöneticiler nedeniyle depremin üzerinden neredeyse iki ay geçmiş olmasına rağmen barınma, sağlık, hijyen, tuvalet, gıda gibi en temel ihtiyaçların karşılanmasındaki aksaklıkları telafi etmek ve yanlışların hesabını sorabilmek için dayanışmanın ve birlikte hareket etmenin önemini hatırladık.
Aslı Odman’ın “Emekoloji” panelinde vurguladığı gibi artık bilginin kanatlanarak bir yerlere ulaşmasını beklemek yerine konuşmanın ve yazmanın ötesine geçerek en direngen şekilde bilginin örgütlenmesi gerekiyor. Bu çerçevede entelektüellere, akademisyenlere ve kanaat önderlerine de iş düşüyor.
Yalnızca 50 yıl önce, ikinci dünya savaşı sonrası yerle bir olan şehirlerini milyonlarca ton molozu doğaya ve insana zarar vermeden bertaraf ederek yeniden kuran Almanya örneği[3] ve Japonya’nın benzer veya daha ağır şiddetteki depremleri neredeyse hiç can kaybı olmadan yaşaması deneyimleri depremlerin ve yıkımların bir doğal afete dönüşmesinin önünü alacak bilgi ve teknolojiye sahip olduğumuzu gösteriyor. Diğer yandan 1999 depremi sonrası kağıt üzerinde mükemmel bir şekilde yazılan afet yönetim mekanizmalarının, yönetmeliklerin uygulanmamış olmasını, Anayasal güvence altındaki barınma ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkımızın gereğinin yerine getirilmiyor olmasını ne anlayabilmek ne kabul edebilmek ne de bu bağlamda hakkımızı helal etmek mümkün.