Donmuş, dondurulmuş, bloke edilmiş yaşamlarımız, bedenlerimiz ve geleceğimiz.
Çoğumuz tüm farkındalıklarımızla Orta Çağ karanlığını geride bırakan dipsiz bir yüzyılın kollarına kendimizi bırakmış akıp gidiyoruz. Olması gerekene hayal dediğimiz, dünü olduğu gibi, bugünü ve geleceğimizi de en yakınımızdan en uzaktaki “yabancıya” ipotek ettiren, rüşt sahibi “hukuki” birer kişi ve topluluk olarak kayıtlarda var mıyız varız… Aynen donmuş, dondurulmuş, dondurulmuşuz gibi… Aynen Jean Hilliard’ın donmuş ama hayata döndürülmemiş bedenleri gibi…
Hatırlanacağı üzere 19 yaşındaki Jean Hilliard, 20 Aralık 1980 tarihinde, havanın -30 derece olduğu bir gece, karlı bir yolda arabasıyla evine ulaşmaya çalışırken kontrolünü kaybeder ve arabası bir çukura saplanır. Arabasını çalıştıramayan Hilliard yakınlarda oturan bir tanıdığından yardım almak üzere aracından çıkıp yürümeye başlar. Arkadaşının evine ulaşır ama soğuk nedeniyle daha fazla dayanamaz kapısında soğuktan donup kalır. Ulaşmaya çalıştığı arkadaşı, genç kadını kapısının önünde vücudu bir kütük gibi katı, donmuş halde bulur. Hemen polise ve ambulansa haber verir ve onlar da çok hızlı bir şekilde olay yerine gelir. Acil durum sağlık çalışanı genç kadının nabzınızı kontrol eder ama kadın öylesine donmuştur ki bir damar bulamaz. Bir cihaz yardımıyla nabzını ölçer ve “mucize” olarak nitelendireceği bir şeyle karşılaşır. 6 saat boyunca -30 derecede donmuş halde kalmış olmasına rağmen, Hilliard’ın kalbi dakikada 6 defa attığını (ki normalde dakikada yaklaşık 80 defa atmalıdır) ve dakikada 2-3 defa da nefes alıp verdiğini tespit eder. Yani Hillard henüz ölmemiştir!
Vücut sıcaklığını ölçmeye çalıştıklarında, termometrede bir değer okuyamaz, çünkü insanlar için üretilen o cihaz o kadar düşük bir sıcaklığı ölçebilecek kadar hassas değildir. Yani vücut sıcaklığı, 26 derecenin altına düşmüş olmalı ki, çünkü normalde vücut sıcaklığı 36.5 derece civarındadır. Hemen ısıtıcılar yardımıyla vücut sıcaklığını arttırmaya başlarlar, vücuda sıvı girişi sağlanır ve metabolizmasının eski haline dönmesi için ambulansta her türlü müdahalede bulunulur. Hilliard, hastanede birkaç gün yattıktan sonra, tamamen iyileşmiş bir şekilde çıkmayı başarır. Ölümden dönmeye ne kadar yaklaşılabilirse, o kadar yaklaşmış, ama ölmemiş ve olayı, hiçbir iz kalmaksızın atlatır. Buz veya buzlu su vücudu bir tür askıya alınmış animasyon hâline sokmuş, metabolizmalarını ve beyin fonksiyonlarını neredeyse hiç oksijene ihtiyaç duymadıkları bir noktaya kadar yavaşlatmıştır.
Bizler de yaşıyoruz ama bir nevi donmuş Hillard gibi yaşıyoruz. Çoğumuzun gerçek yaşama dönmeye ise hiç niyeti yok. Var mıyız işte varız!
Hatta bazılarımız bu donma durumunu belki ileride uyandırıldığında her şey çok güzel olacakmış gibi uzattıkça uzatmak istiyor. Aynen Kriyojenik beden dondurma veya “Cryonics” denilen bedenlerini gelecekte bir gün yeniden canlandırmak umuduyla aşırı düşük sıcaklıklarda koruma uygulamasına başvuranlar gibi. Bilindiği üzere Cryonics, günümüzde tedavisi olmayan bir hastalıktan mustarip olan, ölen kişilerin “dondurulması” ve gelecekte, bu hastalıklara tedavi bulunduğunda o kişilerin yeniden “canlandırılması” amacıyla başvurdukları bir işlemdir. Bu işlem soğuk bir havada donakalanı diriltmekten farklı olduğu için önce “yasal” olarak ölmeyi göze alanlarımız bile var, yani kalplerini atmayı bırakmış olanlarımız. Fakat tam ölmüyoruz, yani tüm beyin fonksiyonlarını durdurmuyoruz. Kalp atımını bırakıp “yasal ölümü” gerçekleştirip, geride bazı hücresel beyin işlevlerimizi bırakıyoruz ki böylece teorik olarak gelecekte diriltilebilme umudu taşıyorlar.
Böylece bugüne kadar yüzlerce dondurulmuş bedenin yanına katılmak için dondurulmayı bekleyen diğer yüzlerce kişinin arasına eklemleniyorlar. Bunu son çare iyilikleri için düşünüyorlar, daha doğrusu düşündürülüyorlar. Sonuç ise Gogol’un Ölü Canlar’daki Çiçikovlar gibi, o ölü canların rantından yararlanmaya dönüşüyorlar. Hani köleliğin kaldırılmadığı zamanlarda toprak sahiplerinin, ölü canları yani ölmüş köylüleri (köleleri) varmış, yaşıyorlarmış gibi göstererek devleti dolandırmaya kalktıkları gibi, yasal ölü hallerimiz birileri için de, birer var olma ve rantiyeye dönüşüyor. İktidarlarını ve soylarının ikamesi ve devamı için…
Kayıtlardan düşmemiş, düşürülmemiş, üzerinden her türlü yararlanılan Ölü Canlar…
Yalnız ülkemiz insanının bir kısmı değil, yaşamsal kurumları da kalp fişini çekip “yasal ölüm” havuzuna yatmayı tercih etmişlerdir.
Başta yargısal kurumlar olmak üzere, meclisi, bürokratik idari yapıları ne yazık ki işlevlerini dondurmuş, görüntüleri ile varmış gibiler. En son 5 Ocak 2023’te Anayasa Mahkemesi’nin HDP’ye kapatma davası kapsamında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP’nin Hazine yardımı bulunan hesaplarına tedbiren bloke konulması talebini kabul edip, HDP’nin hesaplarına 6 karşı 9 oyla bloke koyması gibi. Nihai kararlar arasında en az 2/3 çoğunlukla alınarak, verilecek bir olası yaptırımlar arasında yer alan bu cezalandırıcı kararla, zaten usul ve hukuka aykırı açılmış bir kapatma davasının, olabildiğince usulsüz biçimde nasıl bitireceğini de göstermiş oldu. Bu bloke kararıyla kendisinin de, hukukun da nasıl bloke edildiğini, dondurulduğunu göstermiş oldu. Önceki kararları gibi, kendisini hukuken dondurarak hem de…
1990’lardan bugüne HEP’ten HDP’ye kadar Kürt siyasi hareketinin taşıyıcısı olan tüm partiler neredeyse aynı Anayasa Mahkemesi’nce aynı “hukuksal” kaderi yaşadı. Bu kaderde yalnızca partilerin kapatılması ve yaptırımlarla da sınırlı kalınmıyor. Kürt siyasetçilerin tutuklanmaları, sürgünleri, katledilmeleri bir rutinmiş gibi hep tekrarlandı.
1990’da Halkın Emek Partisi’yle (HEP) başlayıp, Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP), Demokrasi Partisi (DEP), Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), Demokratik Halk Partisi (DEHAP), Özgür Parti’den Demokratik Toplum Partisi’ne (DTP) uzanan bu hukuki linç ve cinayetler, bugünlerde Halkların Demokratik Partisi (HDP) için hayata geçmiş durumda. Yargı, hukuk yalnızca dondurulmuyor; düşünce, ifade ve örgütlenmenin hak ve özgürlüğü de dondurulmuş, yasal olarak öldürülmüş oluyor. Ve haberlerden alt yazı olarak Adana esnafından Mehmet Şirin Akın’ın serzenişi geçiyor. “Kefen bezinin alış fiyatının 10 liradan 27’ye yükseldiğini belirterek, zamlar nedeniyle satış yapamadıklarını” söylüyor. Bunlar olup biterken halkın nabzını milliyetçi ve dini propaganda ile tutmaya çalışan siyasetçilerin mikrofonlardan Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’ndan okudukları “Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı. Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı. Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı” dizeleri ortamda dolaşmaya devam ediyor.
Ve bizlerden bir çoğumuz kefensiz “yasal ölümlü” olmaya devam ediyor…
Erdal Doğan kimdir?
1973 Erzurum doğumludur. 1991 yılı İstanbul Haydarpaşa Anadolu Teknik Lisesi (Elektronik Bölümü), 1998 yılı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur, 2003-2005 yıllarında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde insan hakları hukuku alanında yüksek lisans yapmıştır.
İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat olarak 23 yıldır yoğunluklu olarak yaşam hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, azınlık hakları, işkence mağdurları, kadının insan hakları ve çocuk hakları ihlalleri alanında serbest avukatlık yapmaktadır.
17 yıl İstanbul Barosu meslek içi ve staj eğitim merkezlerinde Avrupa Hukuku, Ceza Hukuku, Ceza Usul Hukuku, Uygulamada Ceza Avukatlığı ve Sanık Hakları alanlarında dersler vermiştir.
Hukukçu ve insan hakları aktivisti olarak: Geçmiş tarihte işlenmiş ve halen işlenmekte olan insanlığa karşı suçlarla cezai, sosyolojik, tarihsel ve hukuki bakımlardan yüzleşilmesi için farkındalık yaratma temalı ulusal ve uluslararası çeşitli etkinliklerin katılımcısı ve organizatörüdür.
“Hitit Hukuku- Belleklerdeki “Kayıp”, “Sanık Hakları ve Uygulamada Müdafilik”, “Vukuatlı Resmi Kimlik “Sözlüğü” ve 8 hukukçu ile birlikte kaleme aldıkları “Parçalanmış Adalet” adlı kitapları bulunmaktadır.
Gündemdeki insan hakları ihlalleri, güncel siyaset ve hukuk uygulamalarını ele alan, çeşitli dergi, günlük gazete ve sitelerde yayınlanmış çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.