Nazım Hikmet 1955 yılında bir tiyatro oyununun radyoya uyarlanması çalışmaları nedeniyle Macaristan’a gelir. O yıllarda Sovyetler Birliği’nde yaşayan büyük şair, Demir Perde’nin doğu yakasındaki ülkeleri sık sık ziyaret etmekte ve soğuk savaşın dondurucu ortamında büyük törenlerle karşılanmaktadır. Macaristan’da da durum aynıdır. Şair ilk kez gelmediği Budapeşte’de en önemli şahsiyetlere tanınan ayrıcalıklarla karşılanır.
İkinci dünya savaşının ardından ortasından ikiye ayrılan sadece Avrupa değil, tüm dünya olmuştur, ve bu iki kamp yaşamın her alanında kıyasıya bir kavga içindedir.
Daha sonraları, 1962 yılında Türkiye’ye Amerikan füzelerinin, Küba’ya da Sovyet füzelerinin yerleştirilmesi ertesinde tırmanan krizde, 3. dünya savaşının eşiğine de gelecek olan büyük kavgada Nazım Hikmet, Doğu Avrupa ülkelerinde basın tarafından bir propaganda malzemesi olarak da kullanılır.
Bu ülkelerde devlet tarafından kontrol edilen basın ve propaganda mekanizmaları tarafından ’emperyalist Batı ülkelerinin’ değerini bilmediği, yok yere hapislerde çürütülen, ülkesinden kaçmak zorunda kalan bir şair olarak göklere çıkarılsa da, aslında bu gerçeklerin gerisinde yatan temel çaba, Nazım üzerinden Batı’ya ve kapitalizme darbe indirebilme gayretidir.
Nazım Hikmet ise bu çabaları elbette tekzip etmez, vurgulananlar gerçekleri yansıtmaktadır. Ancak bir sanatçı olarak artık başka bir evreye ulaşmıştır. Yeni dönemde ajitasyon dozu azalan, insani derinliği artan şiirleriyle, tiyatro oyunlarıyla, röportajlarıyla daha farklı bir şair, düşünsel ve felsefi derinliği daha çok boyutlu bir sanatçı izlenimi yaratır. 1950’li yıllarda Macar Radyosunun Türkçe yayınlarına verdiği röportajlar da (bunlara artık youtube üzerinden ulaşmak mümkündür) ele aldığı konular da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
İşte 1955 yılının başlarındaki Budapeşte ziyareti ve bu ziyaret esnasında kendisiyle yapılan ve 11 Şubatta Budapeşte’de yayınlanan ‘Szinhaz ve Mozi” dergisinde yer alan röportaj da, Nazım Hikmet’in Türkiye’de çok bilinmeyen bu yüzünü göstermek açısından güzel bir örnektir:
“Nazım Hikmet “Bayramın İlk Günü” oyununu anlatıyor [1]
Nazım Hikmet, şair, Türk halkının büyük evladı yine Macaristan’a geldi. Her zaman olduğu gibi, yine genç, yine dinamik ve yine ışıltılı gözlerle, kafasında birbirinden parlak düşüncelerle anlatıyor. Macar radyosunda, bir radyo tiyatrosu olarak yayına hazırlanan ‘Bayramın ilk günü’ oyunu için burada.
-Shakespeare, dramın büyük ustası, diye sözlerine başlıyor ozan, – bir oyun yazarının hayatın gerçeğini, yaşamın kendi çelişkileri içinde, yani hem komik ve hem de trajik yanlarıyla birlikte göstermesi gerektiğini vurgular. Öte yandan tiyatronun hem sözlerin ve hem de hareketin sentezi olduğunun altını çizer. Ben işte en azından bu iki önemli ilkeye sadık kalmaya çalışıyorum. Bayramın İlk Günü oyunumda büyük ustanın bu ilkelerini hayata geçirmeye gayret ettim. Bunda ne kadar başarılı olabildiğime seyirciler, dinleyiciler karar verecek. Bayramın İlk Günü oyunu aslında özel mülkiyetin yarattığı ve hiç sona ermeyen karışıklıkları ele alıyor. Biliyorum, bu konuda benden önce de çok roman ve tiyatro eseri yazıldı. Ama ben miras olgusundan yola çıkarak ölüm ve yaşamın Marksist açıdan nasıl göründüğünü anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Yani hayat açısından önemli olan ölüm değil, yaşam ve yaşamı bağrında simgeleyen de halkın kendisi.”
Daha önceki ajitasyon yüklü kavga şiirleri yerine insanı, ellili yılların ortalarında, sonlarında insan hayatının çok boyutlu derinliğini şiirlerinde, roman ve öykülerinde ve de tiyatro oyunlarında dile getiren Nazım Hikmet Stalin’in ölümün ardından epey sonra da olsa, 1961’de şu şiiri de kaleme alarak, bir zamanlar yücelttiği kişiye karşı aslında en ciddi hesaplaşmasını dile getirmişti.
taştandı tunçtandı alçıdandı kâattandı iki santimden yedi metreye kadar
taştan tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gölgesi
taştan tunçtan alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik
yok oldu bir sabah
yok oldu çizmesi meydanlardan
gölgesi ağaçlarımızın üstünden
çorbamızdan bıyığı
odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın.
Şu soruyu kendime sormadan edemiyorum: Biraz daha uzun ömre sahip olabilseydi Nazım, acaba gelecek kuşaklara daha neler anlatırdı?
[1] Şairin “Bir Ölü Evi” oyunu Sovyetler Birliği’nde ve diğer doğu Avrupa ülkelerinde bu adla sahnelenmiştir.
Tarık Demirkan kimdir?
Gazeteci, yazar, çevirmen. Budapeşte Karl Marx Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler okudu, dünya ekonomisi üzerine doktora yaptı. Yazılı ve görsel basında araştırmacı gazetecilik alanında çalıştı. Kitaplar yazdı, Türkçeye ve Macarcaya roman, masal, araştırma ve şiir kitapları çevirdi. Serbest gazetecilik yapıyor, kurucusu ve başkanı olduğu Budapeşte merkezli Türkinfo Vakfı aracılığıyla uluslararası kurumsal kültürel iletişim faaliyetleri sürdürüyor.