Son günlerde ‘silah bırakma’ ve ‘siyasetten silahı dışlama’ üzerine tartışmalar gündemi epeyce meşgul ediyor. Bu meşguliyet ya da tartışmalar, özünde Türkiye demokrasisinin geleceğiyle Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümünün iç içe geçtiği gerçeğine dayanıyor. Yanı sıra Kürt halkının özgürlük mücadelesinin, AKP-MHP iktidarının yıkılışında ve yeni demokratik sürecin inşasındaki belirleyicilik düzeyi, bu tartışmaları canlı tutacak gibi. Bir yönüyle avantajları ve yeni fırsatları, diğer yönüyle de dezavantajları ve tehlikeleri ayıklamak, yerli yerine oturtmak için de bu tartışmaları derinleştirmek zorunlu oluyor. Bıkmadan usanmadan yeni yollar bulmak, yeni yollar açmak; buna çabalamak, bahsedilen zorunluluğun doğal bir gereği. Avantajlar ve fırsatlar, konjonktürü doğru değerlendirmeyi, yaratıcı taktiksel hamleleri işaret ederken; dezavantajlar ve tehlikeler ise her yeni hamlenin ya da ihtiyacın, nesnel durumu bulanıklaştırmamasına, süregelen toplumsal-siyasal-örgütsel hafızanın-birikimin köreltilmemesine işaret eder.
Nesnel durum nedir?
Evet, Kürt sorunu bağlamında silahlardan arınmış bir çözüm konusunda oldukça güçlü bir mutabakat var. Hatta demokratik, barışçıl çözümün coğrafyadaki tüm halklara kazandıracağı; iktidar ve sermaye tekellerine kaybettireceği de hepimizin malumu. Ancak bu çözümün nasıl sağlanacağına dair tartışma da baki. En az çözüm kadar sorunun tarifini yapmak ve bu tarifi güncel tutmak da öncelikli iş. Kürtlerin anavatanının yüz yıl önce Arap, Fars ve Türk ulus devletleri arasında dörde bölünmesi, bu dört ulus devletin yüz yıl boyunca Kürt halkına inkâr, imha ve tebdili dayattığı da bir gerçek. Varlığının inkârına karşı Kürt halkının dört parça Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı değişik tarihlerde isyan etmesi de bir başka hakikat. Dönemin Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in bile PKK olgusunu 29. isyan olarak tanımlaması tam da bu tarihsel hakikatle ilgilidir. PKK’nin kurucu lideri Öcalan’ın daha 80’li yıllarda silahlı mücadeleye dair yaptığı “sözün, siyasetin önünü açmak içindir” vurgusu da bir başka nesnel durum tespiti olarak konumuz bağlamında kayıt altına alınması gerek. Dolayısıyla bugünkü bütün tartışmalar, kendisini inkâr-isyan diyalektiğinde var kılan bir zemin üzerinden cereyan etmektedir. İnkâr-isyan diyalektiği bir kısır döngüdür ve yine Öcalan’ın deyimiyle kimseye kazandırmayacaktır; belki taraflar mutlak yenilgi yaşamayacaktır ancak mutlak zafer de söz konusu olamayacaktır. Buradan hareketle Öcalan, Kürt sorununu, Türkiye içinde devletçi-milliyetçi bir iktidar üretim aracı, bölgesel ve uluslararası zeminde de sermayenin sömürü düzeninin aracısı kılmanın dışına çıkarmanın yollarını on yıllardır aramaktadır. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte “ne inkâr, ne isyan” politikasını derinleştirmeye, toplumsallaştırmaya çalışan Öcalan’ın barış politikaları her defasında uluslararası ya da ulusal komplolarla boşa çıkarılmaya çalışılmıştır. Örneğin PKK’nin 1 Eylül 1998 tarihinde tek taraflı ateşkesine beş ay sonra Öcalan’ın Türkiye’ye teslimiyle sonuçlanan 15 Şubat 1999 uluslararası komplosuyla cevap verilmiştir. Yine son olarak yürütülen İmralı çözüm sürecinin bitirilmesinin gerekçesi olarak gösterilen Ceylanpınar’da iki polis memurunun öldürülmesi davasının beraat kararıyla sonuçlanması, iktidarın siyasi komplosunun çok açık bir göstergesidir. Bu tarihsel tespitlerin ve örneklerin izdüşümünde güncelin nesnel tespiti, komplolarla, savaş ve işgal politikalarıyla, İmralı tecrit ve işkence sistemiyle Kürt sorunu, her zamankinden daha kompleks, çok boyutlu, bölgesel ve küresel bir sorun haline getirilmiştir.
Çözümsüzlüğün sorumluluğunu nerelerde aramalı?
Öcalan’ın2 Ağustos 1999 tarihindeki sınır dışına çekilme çağrısına uyan ve geri çekilme yolunda olan 500’ün üstünde PKK üyesinin öldürülmesi; yine Öcalan’ın çağrısı üzerine 2009 yılında Habur sınır kapısından Türkiye’ye demokratik çözüm niyetiyle gelenlerin bazılarının tutuklanması ve sonrasında resmi Türk siyasetinin verdiği tepkiler, özetle meselenin çok yönlü ağırlaşmasının sorumluluğunun nerelerde daha fazla yüklü olduğunu da göstermektedir. Bu resmi paradigma karşısında meseleyi inkâr-isyan ilişkisinin ötesine taşıracak tavırlı, inisiyatifli, cesur siyasal-toplumsal mücadelenin örgütlendirilememiş olması bir başka sorumluluk alanı olarak tariflenebilir. Özellikle ülkenin batısını devletçi-ırkçı siyasetlerle toplumsal hesaplaşmanın zemini haline getiremediğimiz sürece Batı, Doğunun sömürüsünün rıza üretim merkezi olmaya devam edecektir. Bugün ilerici, devrimci, demokratik muhalefet açısından en elzem sorun budur ve günümüzün sloganı nettir: Kürt sorununun demokratik çözümü için AKP-MHP iktidarıyla sonuna kadar siyasal mücadele, Türkiye halklarıyla sonuna kadar toplumsal müzakere! ‘Siyasal mücadele, toplumsal müzakere’ formülü en gerçekçi formül olarak önümüzde duruyor. Aksi tutum, yani kendi yapabileceklerimiz, ev ödevlerimiz ya da sorumluluklarımızı tarif etmeden, bunları öncelemeden söylenecek her söz ya da talep, kendini işin dışında görmek olur ki seyircisi fazlasıyla mevcut olan bu oyunun sahada oyunculara ihtiyacı olduğunu unutmayalım. Yine demokratik siyasetin, toplumsal muhalefetin öncelikli görevi, ülkenin dört bir tarafında koşullar ve zorluklar ne olursa olsun toplumsal barışın ve özgür siyasetin önünü açacak çalışmalar yürütmek, gelişmeler kaydetmektir. Toplumu, devletin milliyetçi zehriyle baş başa bıraktığımız sürece çözüm önerimiz, aklımız ne olursa olsun çözüm adına çözümsüzlüğe hizmet ettiğimiz tecrübeyle sabittir.
Özeleştiri pozisyonundayız!
Çözüm bağlamında fırsatı kaçırılmış dönemlerden ve olası kaçırılacak fırsatlardan bahsedilecekse rejimin komplolarını zamanında öngörmeyen ve bunlarla yüzleşemeyen demokratik, toplumsal güçlerin bir özeleştiri pozisyonuna çekilmesi gerekmektedir. Dışımızdaki güçlerin ilişkisini, kararlarını doğrudan değiştiremeyebiliriz. Ancak hayatlarımızı ve yaşadığımız mekânları demokratik, özgürlükçü, adil ve barışçıl politikalarla örgütleyebiliriz. Savaş ile ilişkimizde barış lehine, devlet ile ilişkimizde toplum lehine dengeyi kurmak ancak böyle mümkün olacaktır. Güncel bir durum üzerinden bu başlığı derinleştirmeye çalışalım. Özellikle 7 Haziran 2015 seçim sonuçları, Türkiye’deki resmi Kürt politikasının güncellenmesinde önemli bir faktör olmuştur. Çöktürme planı olarak devreye konan bu yeni dönem devlet politikasının okuması şudur: “Diyalog ve müzakere yöntemleri, bir başka deyişle normalleşme, Kürt sorununu demokratik temelde çözerken; çözülen, yüzyıllık tekçi ulus devlet sistemidir. Yine barış ve huzur, Kürt siyasetine ve demokratik-devrimci mücadelelere alan açarken; ayrıştırmadan, kutuplaştırmadan beslenen bütün sistem partilerin alanını daraltmaktadır.”
Dolayısıyla Kürtlerin özgürlük mücadelesi tasfiye edilmeden ulus devletçi, tekçi inşa tamamına erdirilemeyecektir. Tersine Kürtlerin özgürlük mücadelesi kazanırsa Türkiye’de halkların, kültürlerin, ezilenlerin Demokratik Cumhuriyeti mümkün hale gelecektir. Bu halklar lehine kazanma, egemenler aleyhine kaybetme olasılığının en somut tarihsel kırılma anlarından birisidir. 7 Haziran seçim sonuçları ve bu sonuçlar, Türkiye’de ulus devletçi aklı bir bütünen tedirgin etmiştir. Daha açık bir ifadeyle seçim sonuçlarından rahatsız olan tek yapı, iktidardan düşen AKP değildir; bütün resmi-sistem partileridir; sivil-askeri bürokrasisiyle, sermayesiyle devletin kendisidir. İster “devleti ele geçirdi” ister “devlete teslim oldu” deyin, AKP’nin geleneksel devlet politikalarına en fazla başvurduğu ya da devletleştiği dönemin başlangıcıdır da bu dönem. Özetle 7 Haziran seçim sonuçlarıyla birlikte resmi devlet düzeni, Kürt siyasetinin yeni Türkiye’ye hazırlık düzeyi ve siyasallaşma kapasitesinin farkına çarpıcı bir şekilde vardı. O nedenle “müesses nizamın” sonu olarak da görülen bu okumayla birlikte devreye konulan çöktürme planı, salt bir AKP planı değil bir devlet planıdır. Bu planın öncelikli amaçlarından birisi de şudur: “Kürt özgürlük hareketini savaş içinde tut, siyasallaşma, toplumsallaşma kapasitesini minimize et, mümkünse tasfiye et.” O günden günümüze rejimin tüm saldırılarına, baskılarına ve katliamlara rağmen sokaktan çekilmemek, kitlesel mücadeleyi daha fazla esas almak, barışın toplumsal siyasetini dokumak, devletin savaş politikalarını boşa çıkaracak olan ‘politikanın silahsızlandırılması, barışın silahlandırılmasının ’biricik zemini olacaktır.
Ulus devletlerin silahlarını ne yapacağız?
‘Politikayı silahsızlandırmak, barışı silahlandırmak’ derken bir başka gerçeklik alanıyla yüzleşmek de kaçınılmaz oluyor. Evet, bugün sadece ülkemizin değil tüm bölgenin ve dünyanın kapitalist üretim ilişkilerinin ve siyasal hegemonya rekabetinin doğal sonuçlarından olan ‘savaş hali’ ile yüzleşmesi kaçınılmaz. Son olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği tartışmalarında de görüldüğü üzere küresel çapta bütün devletlerin silahlanma kapasitelerini yükselttiğini ve güvenlikçi politikalarını geliştirdiklerini görüyoruz. Örneğin Ukrayna-Rusya savaşında, Fas-İspanya sınırında şiddetin pornografikleşmesiyle karşı karşıyayız. Ölümün, katliamların, savaşların sıradanlaştığı günlerden geçiyoruz. İnsanlık bir kez daha kapitalizmin varoluşsal krizinin yarattığı şiddet, savaş sarmalıyla test ediliyor. Kürtlerin özgürlük mücadelesi de bu küresel kaotik hali, iktidarının ve devletin lehine fırsata çevirmeye çalışan AKP-MHP rejiminin görülmemiş düzeyde siyasi ve askeri saldırılarıyla tasfiye edilmeye çalışılıyor. En güçlü devletlerin bile kendi menfaatleri uğruna askeri teknolojilerini ve yayılımlarını arttırdığı böylesi bir dönemde, şiddetle arasındaki tek ilişkinin varlığını koruma, özsavunma olan halklara dönük silah bırakma eğiliminin öne çıkarılması bile tek başına gelmekte olan büyük tufan karşısında başını kuma gömmekten başka bir anlam ihtiva etmeyecektir. Gerek coğrafyamızda gerekse yerkürede ebedi silahlara veda, hepimizin ortak arzusu ve hedefi. Tartışma konusu bu hedef değil, bu hedefin hangi önceliklerle ya da yöntemlerle gerçekleştirileceği. Günümüzdeki savaşların ana kaynağının emperyalistler arası pazar kavgası ve ulus devletçi rekabetler olduğu gerçeği hepimizin malumu. Buradan hareketle şiddeti, savaşı ortadan kaldırmanın ya da geriletmenin öncelikli yolunun da ilgili ulus devletlerin silahlanma rekabetlerine ve en gelişmiş savaş örgütü olma hallerine dönük ulusal ve uluslararası bir barış hareketini örgütlemek; halkların tepkisini, taleplerini buraya kanalize edecek çabaları öncelemek, en gerçekçi ve sonuç alıcı mücadele yöntemi olacaktır.
Yanı sıra ‘silah bırakma’ tanımının kendisi ve edimin yüklenildiği kesimin tarifi bile nesnel olarak ulus devletlerin politikalarına karşı çıkan halk mücadelelerinin kendisini “suçlu” pozisyonuna sokmaktadır. Her türlü şiddet aracını elinde ve denetiminde tutan, en büyük şiddet tekeli ve örgütü haline gelmiş ulus devletler gerçeğinin eleştirisi yapılmadan, bunlarla yüzleşilmeden, bu kaynağı kurutacak toplumsal, siyasal, ideolojik ve zihinsel mücadele yürütülmeden yapılacak çağrılar beyhudedir. Savaşları bitirecek ve politikayı silahların gölgesinden çıkaracak yegâne tutum da silah bulundurma tekelini elinde tutan ve özünde politikasının temeline zor’u yerleştiren bu kapitalist haydutluk düzenine ve onun ulus devletçi korsanlığına amasız, fakatsız, kaygısız karşı durmaktır. Ulus devletli dünyanın bu gerçeğiyle yüzleşmeyen, yüzleşemeyen her yaklaşım sahibi, halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini itibarsızlaştırma ve kriminalleştirmeye odaklı sermaye düzeninin ve onun güvenlikçi politikasının “terör, terörist” kavramının yerleşik hale gelmesine hizmet eder ki bu da ancak çözümsüzlüğe hizmet olur.
Şiddetten arındırılmış siyaset nasıl mümkün?
Neticede Türkiye’nin kendi başına yalıtık bir ada olmadığından hareketle; Kürt sorunu ve beraberinde demokrasi sorunumuz çözülecekse de bu çağ gerçekliği içerisinde meseleyi belirleyen dinamikleri gözeterek bir okuma yapmak ve hareket tarzını ona göre belirlemek önemli olacaktır. Bu okuma beraberinde sorunun çok boyutlu, çok denklemli yönüne işaret eder ki, bu meseleyi AKP karşıtı mücadeleyle sınırlandırmak ya da sadece olası 2023 seçimlerine içermek oldukça talihsiz olacaktır. “AKP karşıtı” sistem partilerinin ve çevrelerin Kürt sorununun ülke içinde ve bölge genelindeki çözüm programı nedir? AKP ile farklılaştıkları konular nelerdir? Bölgesel Kürt Yönetiminin topraklarında askeri üs kurma ya da Kürtlerin Suriye’deki statüsü hakkında ne düşünüyorlar? Son yıllarda Öcalan önderliğinde geliştirilen ‘Kürt sorununda siyasetin silahsızlandırılması’ çabası olarak da değerlendirilebilecek çözüm çabalarını salt AKP’yi alt etme pragmatizminde boğmaya çalışan sözde silahsız, özde silahlara davetiye çıkaran siyasetlerden vazgeçilecek midir? AKP’yi köşeye sıkıştırma adına ve salt bir seçim kazanma uğruna Öcalan’ın mektubunu bile manipüle etmekten çekinmeyen bir anlayıştan nasıl kurtulacağız? Oysaki mektubunda ne diyordu Öcalan: “Çözüm Sürecine ilişkin daha derinleştirilmiş ve netleşmiş bir tutumdan bahsettim. Mevcut gelişmelere de bu perspektiften baktım. Çözüm süreci sonrasına damgasını vuran ve Türkiye’nin geleneksel ikilemini aşmayan, dolayısıyla sürekli çatışmacı ve kutuplaştırıcı üslubun başta Kürt sorunu olmak üzere tüm toplumsal sorunları ağırlaştırdığı ortaya çıkmış bir sonuçtur.” Çözümün derinleştirilmesi ve netleşmesi tutumundan bahseden, bunun gerçekleşmemesi durumunda çatışmacı ve kutuplaştırıcı üslubun bütün toplumsal sorunları ağırlaştırdığından bahseden Öcalan’ın bu uyarılarına kulak kabartılsaydı ve Kürt sorununun demokratik çözümü, seçim tartışmalarına sıkıştırılıp heba edilmeseydi, belki de Türkiye’nin kaderi başka türlü çizilirdi. O nedenle AKP’nin yenilgisi, Kürt sorununda ve savaş politikalarında AKP’nin yedeğine düşmemek ve oyun alanının dışına çıkma cesaretini gösterebilmekle mümkündür. Buradan hareketle gerek patriarkal söz ve kültürel inşayla gerekse temel sorunlara egemenlikçi yaklaşımlarıyla iktidarından muhalefetine şiddeti üretenlerin şiddetle aralarına mesafe koyacak siyaseti öncelemeleri, halkların, kadınların, emekçilerin, ekolojistlerin, gençlerin ve inançların temel talebidir. Çünkü bilmekteyiz ki sistem partilerinin yıllarca ürettiği şiddet siyasetinin sonucu olan doğa, işçi, kadın ve halklar-inançlar katliamları, en az Kürt sorunundaki savaş politikaları kadar topluma kaybettirmektedir artık. O nedenle meseleye bir bütün felsefi, ideolojik ve politik programatik bakmak ve her türden şiddeti üreten bataklığın kök kurutucusu olmak, demokratik siyasetin önceliklerinden olmalıdır. Kalıcı barışçıl ve demokratik dönüşüm de ancak ve ancak her gün şiddet kültürünü yurttaşlara zehir gibi enjekte eden bu siyasetin toplumsal zeminini daraltmakla mümkün olacaktır. Dolayısıyla meseleyi seçimlerden ve AKP’den ibaret görmeyen toplumu kültürel ve siyasal olarak barışa taraf kılmayı başarabilen irade ve yaratıcı müdahale, silahlara kalıcı vedayı sağlayabilecektir. Çünkü Türkiye’deki toplumsal muhalefetin seçim ve AKP’yi taktiksel hamlelerle zafiyete uğratma, yıkma sıkıntısı yoktur; bu konuda oldukça maharetlidir. Sorun aynı mahareti, toplumsal demokrasiyi, toplumsal barış kültürünü, örgütlü halk gerçeğini bu süreçlerin dışında, öncesinde ve özellikle sonrasında açığa çıkarmakta yaşadığı zayıflıklardır.
Sınırlandırılan, hapsedilen hakikatler…
Dolayısıyla Kürt sorununun barışçıl çözümünü, şiddetin siyasetten dışlanmasını, mevcut iktidara karşı mücadeleyle sınırlı tutan; karşıtlık-destekçilik tavrını buradan belirleyen her yaklaşım, meselenin toplumsal-siyasal derinliğini de daraltmış olacaktır. Geçmişte ve halen günümüzde iktidarla, onun yaptıklarıyla-yapmadıklarıyla yatıp kalktığımız kadar toplumla, savaşın dezavantajlı kıldığı ezilen gruplarla hemhal olduğumuz oranda bahsedilen daralmayı aşacağız. Zaten Kürt sorununun en büyük talihsizliği de çok boyutlu olan yönünün etraflı bir şekilde çözüm-barış masasına yatırılamamış olmasıdır ki, bu konuda en etraflı, nesnel ve kapsayıcı çözüm aklının sahibi Öcalan ise ne “gariptir” ki hem resmi iktidarca hem de resmi muhalefetçe adeta itibar suikastına, özel savaş yönelimlerine maruz bırakılmaktadır. Açmaz da burada gizlidir; ikinizden biri doğruysa yaklaşımınız farklı olmalıdır. Ancak gelin görün ki İmralı’da askıya alınan hukuktan, Öcalan’dan haber alınamamasından kimsenin bahsettiği yok. Adeta bir hukuki ve siyasi karadelik haline getirilmiş ve tecrit, işgal, savaş, siyasi soykırım kıskacına alınmış bir sorun etrafında silahlardan arınmadan bahsedenlerin en azından bu hukuk dışı zemine de itiraz etmeleri asgari demokratlık ölçüsü değil midir? Başka güncel bir güncel örnek de Zaxo katliamı. Zaxo katliamı ve sonrasındaki kitlesel tepkiler, “terörle mücadele” adı altında bir devletin yayılmacı politikalarının tüm bölgeyi bir savaş cenderesine alabilme olasılığını göstermesi açısından son derece can alıcı. Esasında Kürt meselesinde şiddetin nereye, hangi topraklara kaydığını göstermesi açısından da önemli bir durumla karşı karşıyayız. Silah bırakma, ateşkes gibi kavramlar genelde Türkiye içi çatışmalara tekabül ederken bugün savaşın Türkiye sınırlarının dışına taşırılması, gerek meselenin tarifi gerekse taleplerin içeriği bağlamında yeni güncellenmeleri gerekli kılıyor. Tıpkı İmralı’daki hukuksuzluk gibi başka devletlerin sınırlarının ihlal edilmesine dair hukuksuzluğa karşı durmak, söz kurmak da asgari bir demokratik tutumdur. Zaxo katliamı, Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında yapılan geleneksel okumanın iflasının da göstergesidir. Türkiye’de rejim, klasik olarak sınırlarının içinde askeri saldırılar düzenlememektedir. Artık Kürt savaşı, Türkiye sınırları dışında askeri üs kurma, kentleri ele geçirme, köyleri boşaltma ve göç ettirme temelli yürütülmektedir. Fiili olarak sınırların değiştirildiği böylesi bir dönemde meseleyi sadece güncel iç siyasal rekabet alanına sıkıştırmak; yayılmacılığı, işgal siyasetini görmemek, görememek kendi konfor alanlarımızdan ısrarla çıkmak istemediğimizin de bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir.
Doğu, Batının arzularının nesnesi mi?
Bulunduğu yerden başkasını tanımlamaktan vazgeçerek, her mekânın ve zamanın kendi hakikatini anlamaya çalışmak ve tüm bu çabalarda ezilenin yanında saf tutmak gibi bir ilke sahibi olmak, en azından kalıcı çözüme en yakın duruştur. Dolayısıyla özenle kaçınılması gereken yaklaşımlardan birisi Doğu’yu sürekli Batı’dan okuyan ya da Batı’nın ihtiyaçları temelinde Doğu’yu ele alan yaklaşımlardır. Özcesi Doğu’yu, Batı’nın arzularının nesnesi yapmaktan vazgeçtiğimiz oranda gerçek demokrasinin, barışın ve özgürlüğün kapısı aralanacaktır. Barış, son tahlilde yoksulların, yok sayılanların, ezilenlerin ve bedel ödeyenlerin anlam ve zihin dünyasına bağlı kaldığı sürece kalıcı ve savaş karşıtıdır. Aksi durum, beyazların konfor alanına hizmete koşturulmaktır ki, bu durumda ortaya çıkan barış değil savaşın başka argümanlarla devamıdır. İşte coğrafyamızda zenginlerin-beyazların sefahati için sınırların dışına taşırılan savaşta Batı’nın yoksul çocukları, sınırların ötesinde can veriyor ve iktidar bunun üzerinden geliştirdiği “milli birlik politikasıyla” siyaseti arkasına dizmeye, toplumu militarize etmeye çalışıyor. Türkiye’de gerek seçimler bağlamında ve gerekse toplumsal mücadele bağlamında ivedilikli görevimizin, çocuklarını sınır dışına göndermemeyi, açlığın, yoksulluğun zorunlu sonucunun askerlik olmadığını Batıya anlatmak; emek, doğa, kültür, inanç sömürüsüyle ayakta kalmaya çalışan iktidara yönelik olarak toplumsal öfkemizi, bilincimizi ve mücadelemizi yine Batı’da keskinleştirmek olduğunu unutmayalım. Burada yaşanan her zafiyet, hem kendi sorumluluklarından kaçmak hem de Kürt halkının özgürlük mücadelesine büyük bir haksızlık demek olacaktır. Kürt halkının Türkiye’nin demokratlarından, aydınlarından, devrimcilerinden beklediği kendi mahallesini örgütlemesi ve kendi saraylarını yıkmasıdır. Taşı nereye, hangi saikle attığı tartışması bir yana Edvar Said’in o meşhur fotoğrafının hatırlattığı üzere; ilk taşı nereye ve neden attığınız çok önemli. Korkmayın, çekinmeyin atın taşı. Ne de olsa ahvalimiz Hemingway’in ‘Silahlara Veda’ romanında bahsettiği gibidir: “Ülkeyi yöneten bir sınıf var, akılsız bir sınıf. Hiçbirinin bir b….. anladığı yok. Bu savaş bu yüzden çıktı işte”…