Mehmet Nuri Özdemir
1. bölüm: Kapitalist modernitenin temel fıdası olan savaş ve şiddet bağlamı
Michael Hard ve Antonio Negri “Meclis”[1] adlı son çalışmalarında “egemenlik” kavramını, fetihler ve sömürge faaliyetlerinin ideolojik kılıflarından biri olarak tanımlıyor. Yazarlar kavramın kolonyal zihniyetin içinden çıktığına vurgu yaparlar. Onlara göre egemenler, toplumların bir kısmının kendi kendilerini yönetemediklerini ve yönetemeyenleri yönetmek zorunda olduklarını düşünüyor; sömürü düzeni ve işgaller de bu şekilde meşrulaştırılıyordu.
Bu nedenle aniden çıkıyormuş gibi hissettiğimiz tüm savaşlar nur topu gibi havadan falan düşmüyor; istisnasız her savaş egemenlerin sömürgeci zihniyetinden bir parça yutmuştur. Zira savaş, onların eliyle yönetilen ve süregelen dünya düzeninin, hem güvenlik mimarisinin hem de ekonomik rantın en istikrarlı kolonudur. Egemen düzenin güncel ve kapsayıcı adı ise kapitalist modernitedir. Bu tanımı yaparken, amaç, kolay yoldan rastgele faili seçmek değil kapitalist modernitenin dünyamızda işlenen politik, ekolojik, ekonomik ve sosyo-kültürel suçların objektif faili olduğundan şüphe duymadığımız için başvuruyoruz.
Modern düzeninin çoklu suçlarının ilk sırasında, yeni kurulan düzenli ordular ve askeri sanayinin orantısız gelişmesiyle akabinde milyonlarca insanın katledilmesine neden olan savaşlar geliyor. Kapitalist modernitenin iki temel dinamiği olan sermaye grupları ve askeri bürokrasi, modern devleti ayakta tutan siyaset, hukuk ve ekonomi alanına çökerek sınırsız imtiyazlar elde ettiler. İmtiyazların korunması için savaşların normalleştirilmesi gerekiyordu. Zira modern teorilerin temel amaçlarından birisi, savaşa son vermek ve onu “istisnai” durumlarla sınırlayarak nihai olarak sönümlendirmekti: “Savaş istisna, barış ise norm” olacaktı.[2]
Modern iddia şiddeti devlet tekeline alarak bertaraf etmek iken modernitenin güvenlik mimarisi tam aksine tüm toplum üzerinde görülmemiş düzeyde genelleştirilmiş bir şiddete dönüştü. Tarihsel kin, öfke ve nefret gibi duygular kaşınarak yeni ideolojiler (Etnik ve dini milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, Nazizim) üretildi. Modernite sağıyla-soluyla çoğu zaman aynı kaplardan beslenerek barış toplumu “ütopyası” yerine kapitalistleştikçe “distopya” yaratmaktan öteye gidemedi. Birinci ve ikinci dünya savaşları, toplama kampları, tehcirler ve günümüze kadar hala devam eden etnik ve dini temizlik pratikleri modern devleti sürekli sorgulamayı zorunlu kılıyor.
Sözüm ona Batı iktidarları, birbirlerini boğazladıkları Otuz Yıl, Yüz Yıl ve İngiliz İç Savaşlarından dersler çıkarmıştı. Kant’ın “sürekli barış” mefhumu başta olmak üzere, Cemiyeti Akvam ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kurumlar modern teorinin savaşı istisna haline getirme fikriyatının uzantısıydı. Günümüze kadar yaşanan ve genişleyen savaş rejimi modernitenin barış ütopyasının nasıl çarpıtıldığını aleni bir şekilde gösteriyor.
Haklı savaş
Batının “tanrı yerine insanı, kilise yerine devleti” ikame ettikten sonra bu ilahi rolünün toplumda karşılık bulması için kendi pratiklerine meşru kılıflar uyduran argümanlara başvurması gerekiyordu. Argümanların başında ‘haklı savaş” mefhumu gelmekte. Modern muktedirler bu motivasyonla dünyayı mülkiyetleri, yurttaşları kendi köleleri, savaşı ise bu kutsal amaçları gerçekleştirmenin ritüeli gibi görmeye başladı. Deyim yerindeyse modern savaşlar, ilk çağda olduğu gibi, büyük bir insan kitlesinin kurban edildiği dini ayinlerin yerini aldı. Büyük kurban ayinlerinin yerini devasa “haklı savaşlar” aldı; popüler deyimle modern oligarklar, (sanki daha önce yoktular; ve sadece Rus oligarkları varmış gibi) yeni suçlular, yeni günahkarlar ilan ettiler; ve nihayetinde savaş ve ölüm biçimleri ilk çağların kurban törenleri gibi meşru görülmeye başlandı. İnsanın kanı, istikrarlı bir biçimde feda edilmeliydi ve insanlık buna “haklı savaş” diyerek kanın akışına onay vermeliydi. Nihayet günün sonunda modernitenin “savaş istisna, barış kuraldır” iddiası ters işlemeye başladı..
Savaşın sınırları belirsizleşiyor
Savaş rejimi olan kapitalist modernite tüm nüfusa boyun eğdirmenin en kısa yolunu keşfetmişti: Haklı savaş! Dolayısıyla bu yoldan beslenmeye devam edecek. Soğuk savaş sonrası yeniden bir haklı savaşa ihtiyaç duyulurken 11 Eylül saldırısı bu amaç için büyük fırsat sunmuştu. 11 Eylül saldırısından sonra başlayan gerilim ve şiddet ikliminde en önemli değişim, savaş ve barış ilişkisinin muğlak hale gelmesi ve dünyanın sürekli savaş rejimine teslim olmasıdır. 11 Eylül hadisesinden sonra, bırakalım savaş ve barış arasındaki ayrımı, gerçek bir barış hayalini bile kurmamızı engelleyen, zamana ve mekana yayılmış genel bir küresel savaş hali ile karşı karşıya kaldık. Bu belirsizlik “terörizme karşı savaş” mottosuyla yaklaşık yirmi yıldır sürüyor; vekalet savaşlarından sonra şimdi de dünya sisteminin merkezi aktörlerinden birinin (Rusya) direk dahil olduğu devletler arası bir savaşa doğru sürükleniyoruz.
‘Çokluk’ adlı çalışmalarında[3] M. Hardt & A. Negri savaşlarda yaşanan değişimi 3 temel noktada değerlendiriyor. Birincisi, savaşın sınırları zamansal ve mekânsal olarak genişlemiş ve belirsizleşmiştir. Yeni savaş rejimi iktidarın ve şiddetin sürekli ve kesintisiz bir biçimde uygulanmasını gerektirir. Yazarlara göre toplumsal düzeni oluşturmayı ve sürdürmeyi hedefleyen bir savaşın sonu olamaz. Dolayısı ile bu savaş kazanılamaz, daha doğrusu her gün kazanılması gerekir. Musul’un üç kez özgürleştirilmesi yazarların öngörüsünü doğrulamaktadır. İkincisi, uluslararası ilişkilerin ve iç siyasetin giderek birbirine benzemesi ve iç içe geçmesi gerçeğidir. Devletlerin pratikleri ulusal çıkarlara göre değil, yeni doğan küresel iktidara göre şekilleniyor. Üçüncü ise sürekli savaş halinde ‘düşman’ kavrayışının yeniden tanımlanmasıdır.
Düşman genellikle liderler şahsında sembolize edilir. 2000’lerin başında Saddam ve Bin Ladin, hemen sonrasında Esat ve Bağdadi düşman-terörist ilan edilmiş iken yarın Putin veya bir başka devlet başkanının düşman-terörist ilan edilemeyeceği yönünde kimse bir garanti veremez. Çünkü yeni savaş rejiminde herkes, her an “potansiyel düşman-terörist” olma riski taşıyor.
Yeni savaş rejiminde düşman ilanından sonraki aşama meşruiyet savaşlarıdır. Ukrayna savaşında olduğu gibi küresel savaşta gerektiğinde tüm insanlık ortak bir düşmana karşı birleştirilir; ve hemen devamında “haklı savaş” kavramı siyasetçilerin, gazetecilerin ve akademisyenlerin söyleminde meşrulaştırılır. Böylece toplum, herkesin ortak çıkarına olan haklı bir savaş etrafında homojen bir forma sokulur.
2. bölüm: Yeni savaş rejiminin son durağı Ukrayna Savaşı
Savaşın ve barışın, şiddetin ve siyasetin iç içe geçtiği zamanlardan geçiyoruz. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız anlatının tüm detaylarını 12 gündür süren Ukrayna savaşında görebilirsiniz. Ukrayna savaşı ya modern dünyanın yeni bir Pirus Zaferi olacak ya da olası kıyametin fragmanı ile sınırlı kalacak. Şimdilik fragmana razıyız.
Dünya toplumu açısından “egemenin korkusundan” daha tehlikeli bir şey olamaz. Egemenin sembolik meşruiyet dayanağı olan uygarlık, tam da bu korkuyu bertaraf etme üzerine bina edildi. Uygarlığın en kurnaz taşıyıcısı olan modern devletin korkuyla savaşan ve güvenlik fenomeninden beslenen bir organizasyon olduğunu biliyoruz. Güvenlik odaklı devlet icadının kurucu babası diyebileceğimiz Hobbes’un korkusu (güvenlik kaygısı), bugün NATO’nun ve Rusya’nın lideri Putin’in vücudunda nükleer zehre dönüşmüş durumda. Onların güvenlik korkusu tüm dünyayı etkileyebilecek büyük bir dehşete neden olabilir. Ve ne trajik bir durumdur ki bu iki kutbun yayılmacılığı ve tehditlerinin (özellikle nükleer tehditler) blöf sanılması savaşın belki de en tehlikeli aşamasıdır; başka bir deyimle bu tehdidin ciddiye alınmamasından daha tehlikeli bir eşik olamaz.
Her iki kanadın oligarkları birçok savaşta olduğu gibi Ukrayna savaşında da birbirlerini değil bizleri, dünya halklarını tehdit ediyor. Bu açıdan bakıldığında Avrupa devletlerinin ve Türkiye’nin Ukrayna’ya silah desteği ve Rusya’nın nükleer hazırlığını sonuna kadar ciddiye almak ve tepki göstermek gerekiyor. Türkiye başta olmak üzere Avrupa ve ABD, barış konusunda samimi iseler ve savaşın derinleşmesini istemiyorlarsa öncelikle Ukrayna’yı silah deposuna çevirmekten vazgeçmeleri ve tarafları ateşkes ve müzakereye davet etmeleri gerekiyor. Putin’in NATO’nun yayılmacı politikalarına dair iddialarını dünya kamuoyu önünde çürütmeleri gerekir. Ama beklenenin aksine bir taraftan silah takviyesi yapılırken diğer taraftan Rusya ve Ruslar tüm dünyanın düşmanı ilan ediliyor ve Putin tahrik edilerek daha büyük hatalara zorlanıyor. Bu strateji önü alınamayacak büyük risklere gebe. Batı Rusya’nın limitlerini görmek istiyor. Ancak tüm savaşlarda hesapta olmayan ve kontrol edilemeyen sayısız risk var.
NATO’cuların, Putin’in 2015’te Suriye’ye yaptığı sert dalışla başlattığı psikolojik ve meşru üstünlüğüne son vermek için Ukrayna savaşını büyük bir fırsat olarak gördükleri çok açık. Efrin, Rusya için büyük bir stratejik hataydı ve meşruiyeti darbelenmişti; 2. stratejik hata ise Ukrayna işgali. Ukrayna savaşı Putin’in Suriye’deki kazandığı üstünlüğü ve meşruluğu kaybetmesine ve artık kurtarıcı değil işgalci konumuna sürüklenmesine neden oldu, olacak. Bunu kendi dostlarından bile alamadığı destekten anlayabiliyoruz.
Her iki ülkede faşizmi içerden hortlatmaya yönelik bir damarın olması savaşı tetikleyen temel risklerin başında geliyor.[4]Aleni bir ikiyüzlülükle de olsa tüm dünyada savaş karşıtı seslerin yükselmesi ise her şeye rağmen çok da kötü bir tepki değil; savaş karşıtlığı eylem ve tepkileri çeşitli eleştirilerle daha da güçlendirilebilir. Bunun yanında dünya edebiyatına, kültür ve sanatına büyük katkılar sunmuş Rus patentli kimi eserlere ve yazarlara yönelik yaptırımlar ise iyi niyetli adımlar değil. Tam da dikkat çekmeye çalıştığımız riski kaşıyan bir yerden bu tuşlara basılıyor. Rusların Sanat ve edebiyat dünyasını cezalandırmaya kalkmak Rus halkının saflarını sıklaştırmaya yönelik bir kontra harekettir. Kaldı ki Putin zorbasına rağmen hala Rusya halkı sokağa çıkıp “savaşa hayır” diyebiliyor. Bu cezalandırma Rus halkının tamamen içe kapanmasına ve lider kültüne sarılmasından başka bir işe yaramaz.
Savaşın 12. günündeyiz. Ukrayna savaşına dair “Kısa Savaş, Uzun Savaş, Avrupa Savaşı, Diplomatik Çözüm Ve Putin’ in Devrilmesi”ni [5] içeren 5 senaryodan bahsediliyor. Umuyor ve diliyoruz ki diplomatik çözüm başarılı olur ve bir an önce savaş biter. Ancak yaşananlar bu tür temennilerin gerçekleşmesini imkansız hale getiriyor. Savaşın sonucunu bilemeyiz; ama hem NATO yayılmacılığına hem de Putin diktatörlüğüne geçit vermemek gerekiyor. Bu riskleri Avrupa ve ABD’nin İngiltere ile birlikte Rusya’yı “ortak düşman” ilan etmesi ile birlikte düşündüğümüzde üçüncü bir seçenek zorunlu hale geliyor. O da tüm dünyada yeni bir “savaş karşıtlığı” aktivizmi. Çünkü Ukrayna savaşının genişlemesi herkesin kaybedeceği bir savaşa dönüşme riski taşıyor.
Corona ile öldüremediklerini savaşla mı öldürecekler? Bu kadar umutsuz muyuz? Hayır! Felaket tellallığına gerek yok elbette; lakin felaketin geldiği yöne sırtını dönerek, sanki “hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi” hayata devam eden aptallar olmak istemiyoruz. Geçen haftaki yazıda[6] dünyayı değiştiren ve gidişatı toplumun lehine çeviren her zaman ezilenler ve hegemonyayı reddedenlerdir demiştik. Şayet önderliksel başarılar ve kitlesel direnişler olmasaydı dünya şimdikinden daha kötü olacaktı. Bu hatırlatmayı yeniden yapalım.
3. bölüm: Sonuç
Yeni savaş rejimi kalıcı bir form halini alırsa, demokrasi başta olmak üzere tüm hayatlarımızın askıya alınması da istisnai değil normal hale gelebilir; yani savaş norm, barış istisna olabilir. Çağımızın en büyük politik ve ahlaki tehlikesi belki de uzun bir deneyimin, birikimin, bedelin ve emeğin sonucu olarak kazanılmış tüm mevzilerin küresel bir biçimde büyük bir risk altında olduğudur. Yeni savaş rejimine karşı halkların, işçilerin, toplumsal ve siyasal hareketlerin, akademisyen ve aydınların ve genel olarak dünya toplumunun yapacağı en doğru şey, otoriter rejimlere karşı demokratik toplumu savunmak ve yüksek bir sesle “tüm savaşlara hayır” diyebilmektir. Şuan tüm dünya için bulaşıcı olabilecek en büyük umut küresel bir savaş karşıtlığıdır.
[1] Meclis, Mıchael Hardt – Antonıo Negrı: Ayrıntı Yayınları, 2019, Birinci Baskı
[2] Yeni savaş rejimi üzerine daha geniş bir okuma için okuma önerisi: Gazete Karınca’da daha önce yayınlanan “Savaşların değişen karakterine bir bakış ve demokraside ısrar etmek” başlıklı yazımı okumak burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.
[3] Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş Ve Demokrasi, Mıchael Hardt – Antonıo Negrı: Ayrıntı Yayınları, 2004, İkinci Baskı 2011
[4] Mezopotamya Ajansı’nda yayınlanan Ukrayna ve Rusya’da faşist damar analizini burayı tıklayarak okuyabilirsiniz.
[5] BBC’nin analiz ettiği beş senaryo için burayı tıklayınız.
[6] “Savunma refleksi ve barış” başlıklı yazıma buradan ulaşabilirsiniz