İktidar odaklarının, biz olma halini tekliğe, sınırlılığa, kısıtlılığa ve dogmalara hapseden dili ve eylemleri sebebiyle iktidar karşıtı toplumsal hareketlerin uzun zamandır ‘biz’ kelimesini kullanmaktan imtina ettiği, sonsuz göreceliğe meylettiği bir dönemin galiba ve nihayet sonuna geliyoruz. Ya da başka bir ifadeyle; biz kavramını kendi ilke ve prensipleriyle inşa edecek yeni-ekoloji politiğin dönemi başlıyor.
21 Ocak’ta onlarca ekoloji bileşeni İstanbul’da tam da bu sebeple bir konferans gerçekleştirdi: Ekoloji Hareketleri Konferansı. Biz’lerin konferansı. Dayatılana mecbur olmadığımızı yeniden hatırlatan; hissi de düşüncesi de eylemi de bol olan Biz’lerin. Çeşitliliği, farklılıklarla birlikte eşitliği, tahakkümsüz, sınıfsız, sömürüsüz ve cinsiyetçi olmayan kolektiviteyi yaratmayı arzulayan Biz’lerin.
Tıpkı Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert gibi Medeni Yıldırım da o salondaydı. İkizdere, Akbelen direnişi kadar Hevsel, Cudi, Sarım direnişi de oradaydı. Kadınlar oradaydı. Emekçiler oradaydı. “Emeği de doğayı da sömürenler aynı” sloganıyla “Jin Jîyan Azadî” sloganı aynı coşkuyla atıldı. Zaten ekoloji mücadelesi tüm bunlarla birlikte olabildiği ölçüde mevcudun ırkçı, tekçi ve cinsiyetçi politikalarını aşabilirdi.
Hazırlığında ve sırasında konferans, iktidar karşıtı toplumsal hareketler içinde sayabileceğimiz ekoloji hareketlerinin nasıl bir biz istediğini, bizin söz kurarken ve direnirken nasıl daha kapsayıcı olabileceğini, militarizmi, içimize işlemiş cinsiyetçi kodları, ayrımcılığı nasıl ortadan kaldırabileceğini ama en çok da nasıl kurucu-politik özne haline gelebileceğini uzun uzun tartıştı. Kadınların ekoloji kavramlarını kendi bakış açılarıyla ele aldığı yine nasıl bir toplumsal sözleşme-anayasa istediklerini tartıştıkları, doğa talanına girişen iktidarlar karşısında ön saflarda olmalarına rağmen “içerde” hâlâ karar alma süreçlerine yeterince dahil olamadıklarını konuştukları bir süreçten süzülüp geldi, konferans. Tüm bunlar kadınların ekoloji hareketleri içinde de özgün-özerk olarak örgütlenmesi gerekliliğini filizlendirdi.
Şüphesiz sorunlar da çözümler de dünyadaki ekolojik yaşam direnişlerinden ve Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin yıllar içinde edindiği deneyimlerden bağımsız değildi. Yine şüphesiz, hazırlık sürecindeki demokratik işleyişin, tüm direnişlere ulaşmaya, onları birbirleriyle buluşturmaya çalışan perspektifinin ve bunların somut ayağı olan webinarların konferansın açığa çıkardığı ekoenerjiye etkisi büyük oldu.
Bir yandan bildik siyasi parti rejimlerinin toplumsallaşma karşıtı kimyasından diğer yandan iktidar karşıtı toplumsal hareketlerin cinsiyetçi olmayan, demokratik, katılımcı siyaseti inşa edememesinin yarattığı sıkışmışlıktan sıyrılıp harekete geçildi. Saldırıların sistemsel olduğunun farkındalığı, ekolojik yaşam mücadelesinin de sistemselleşmesi, sistemsel müdahaleye girişmesi gerektiğini tarihsel bir sorumluluk olarak bu alanda iddiası olan herkesin önüne koydu. Gençlik hareketleri, kadın hareketleri, kültür hareketleri esasında ekolojik yıkımın da sebebi olan erkek egemen tahakküm pratiklerine karşı ortaya çıkmışken elbette bu konferans aynı zamanda gençlik, kadın, kültür hareketlerinin de konferansı anlamına geliyordu.
Yüzü aşkın yerel ve odaklı bileşenin-direnişin kendi sloganlarını, birlikte çözme beklentisini dile getirdiği ve nihayet tutum belgesi* ile birbirine söz verdiği bu muazzam çalışma yapıldı ve bitti, bitti mi? Konferans bitti, peki şimdi nereye?
Her şeyden önemlisi, cumhuriyet ikinci yüzyılına girerken ekoloji hareketleri yeni cumhuriyetin niteliklerini belirleyebildiği ölçüde başarılı sayılabilecek. Yüzyıllık geçmişiyle sınıf sorununu, kadın özgürlük sorununu, doğa talanını derinleştiren, yarattığı bu krizleri başka krizlerle çözmeye girişen, gelmiş geçmiş tüm hükümetleri doğayı ve toplumsal kesimlerin tamamını kapsayabilecek o siyaseti üretmediği gerçeğiyle yüzleştirmesi ve hesaplaşma zeminini yaratması gerekecek.
Tüm ulus devletlerde olduğu gibi Türkiye açısından da pozitivizmin insan-doğa, erkek-kadın, efendi-köle, Türk-Kürt vb. karşıtlıkları doğalmış gibi gösteren, sömürüyü ve kutuplaştırmayı esas alan aklına müdahale ederek bunu yapacak. Bu karşıtlıkları sönümlendirmek insan, erkek, efendi, Türk tarafında kalanların bir lütfuymuş gibi değil zorunluluğu olarak işleyecek. Mevcut hükümetten kurtulmak adına topluma tek çareymiş gibi sunulan ittifakları-nükleere hayır diyemeyen mutabakatları da dikkate alırsak- olduğu gibi kabul etmeyerek başka bir yolu, kendi yolunu, 3. yolu oluşturarak bunu yapacak.
Neden olmasın? İnsan merkezciliği, erkek merkezciliği, kâr odaklılığı aşabilecek düşünsel mekanizmalar oluşturmak; yeni-ekolojik yaşamın öznelerini sistem okullarında değil de kendi akademilerinde yetiştirmek bunun bir ayağı olabilir. Yerellerden başlanarak oluşacak bu muhtemel akademilerle eş zamanlı olarak meclis tipi örgütlenmelere gitmek, ekolojik aklın yönetimlere sirayet etmesini, hatta öz yönetimi beraberinde getirebilir. Meclisleşme, konferansta da en çok önerilen örgütlenme modeliydi, boşuna değildi, neden denenmesindi ki?
Hem de karşımızdaki, mutlak merkezi ve denetimsiz hükmetme pratiği içindeyken… Tıpkı kadınları sömürdüğü gibi hayvanı da ormanı da suyu da toprağı da sömürürken… Halkın en küçük hücreye, sokaklara, mahallelere kadar kendi ihtiyaçlarını kendisinin belirlediği, ürettiği, sorunlarını doğayla ve kültürüyle bütünlüklü olarak çözebildiği, kaba insan merkezciliği, erkek odaklılığı dağıtabilecek modellere her zamankinden daha fazla ihtiyacı varken.
Yarattığı bu ahvalden ötürü, 20 yıllık iktidarında tahakkümü, kapatmayı, cinsiyetçiliği politika saymak ve doğanın talanıyla ekonomi yaratıyormuş gibi yapmak dışında icraatı olmayanı yerinden etmek, kendini seçimlerle sınırlandırmasa da ekoloji hareketlerinin gündeminde olmalı. Çünkü cumhuriyetin uygulayıcılarının 100 yılda, hükümetin 20 yılda ince ince işlediği, normalleştirmeye çalıştığı bu çok boyutlu yıkım, ortada mevcut mekanizmalarla iyileştirilebilecek neredeyse hiçbir şey bırakmadı.
Zaten ulus devletlerin-sistem içi tanımların ve kuralların, bürokratik kimi işleri yerine getirmek dışında çalışmayan halinin yerini, kadınların, gençlerin ve elbette ekoloji hareketlerinin demokratik ittifaklarının alması dışında pek de yol yok gibi görünüyor. Tam da bu ihtimal halk hareketlerinin geri çağırma hakkını kullanmasını her zamankinden daha stratejik bir yere koyuyor. Herkesin sicili, ekoloji perspektifi, pozitivizmle mesafesi ekoloji hareketlerinin kimi geri çağıracağının da turnusolü oluyor. Bu ses salt iktidardakilere değil, iktidara talip olan, mış gibi muhalefet yapan, radikal bir adım atmaya cesaret edemeyen herkese kulağını açmasını söylüyor.
Konferans elbette zeminin yeniden siyaset yapılabilir bir hale getirilmesi arzusuna dayanıyor ve elbette öneriler mutlaklık, kesinlik içermiyor, üzerine birlikte-düşünelim diyor. Öznelerinin tekeller değil, toplumun farklılıkları ve çeşitlilikleriyle tüm kesimleri olacağı o zemini kastediyor. Siyasetin sermayedarların, bir grup güçlünün ve erkekliğin tekelinden çıkarılması gereken zihniyetini-eyleme halini tarifliyor.
Bense konferansı takip edenlerden, ekolojik yaşama ihtiyaç duyanlardan ve inananlardan biri olarak ama bu fikrin kolektifin ortak iradesini- belki de henüz- yansıtmadığının da altını çizerek şöyle sorayım; kurtuluş neden ekolojik dünya konfederalizminde olmasın ki?
Siyasetin tüm boyutlarının-bu boyutları örgütleyen hareketlerin birbiriyle ilişkide olacağı mekanizmalarda, böylelikle sağlıktan eğitime, ekonomisinden mekânlarına kadar öz yönetimini savunmasını da kendi politik-kolektif özneliğiyle kuracağı kurtuluşta… Yerellerden başlayacak bölgesel birlikteliklerle devam edecek, yerel ve enternasyonal hareketler arasında ittifaklar kurularak ulus devlet sınırlarını da savaş politikaları üzerine kurulu zihniyetlerini de aşacak yeni ekolojik dünya sisteminde… Ama ısrarla mevcut sistemin dışında bir yerde…
*Ekoloji Hareketleri Konferansı Tutum Belgesi, 21 Ocak 2023
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
LL.M. Avukat, 1988’de Amed’de doğdu. 2011’de Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans eğitimini, İstanbul Bilgi Üniversitesinde İnsan Hakları Hukuku alanında aldı ve “Sivil İtaatsizliğin İlkesel Özellikleri ve Meşru Dayanakları Bağlamında Hevsel Vakası İncelemesi” konulu teziyle 2019’da tamamladı. 2012’den bu yana Diyarbakır Barosu’na bağlı olarak avukatlık yapıyor.
2006-2014 yılları arasında kadının insan hakları alanında faaliyet yürüten, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele eden aynı zamanda DÖKH (Demokratik Özgür Kadın Hareketi) bileşeni olan Selis Kadın Derneği’nde; 2012-2015 yılları arasında DTK’nin (Demokratik Toplum Kongresi) hukuk çalışmalarında yer aldı. 2018’den bu yana Jineolojî dergisinin yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine dair yazıları yayınlandı, bu alandaki çalışmaları devam ediyor.