1895’te yolculuğuna başlayan sinema; film, mekân ve seyirci bağlamında değerlendire gelmiştir. Ancak önce televizyon, video kaset ve DVD gibi teknolojik gelişmelerle sinemanın bu doğası sorgulanmaya başlanır, ardından da bugün dijital platformların çoğalmasıyla bu sorgulanmaya devam edilir.
Bu kez yaşanan değişimin sinemanın geçmişinde yaşadığı teknolojik değişimlerden çok daha fazla olduğu, hem ekonomik hem de kültürel düzeyde sinemanın doğasını etkilemeye başladığı söyleniyor. Çünkü artık sinema filmleri yalnızca sinema salonları için üretilmemekte ve gösterilmemektedir. Bir abone üyeliğiyle izleyici istediği filmi istediği mekân ve zamanda izleme olanağına kavuşmuştur.
Örneğin dijital platformların en büyüğü olan Netflix, 190’dan fazla ülkede 230 milyondan fazla üyesi ile günde 150 milyon saatten fazla içeriği abonelerine sunmaktadır. Söz konusu bir Netflix hesabını birden fazla kişinin kullandığı göz önünde bulundurulduğunda bu sayının çok daha fazla olduğu söylenebilir.
Film endüstrisinin dağıtım ve gösterim ayağını etkileyen bu gelişme, aynı zamanda film izleme pratiklerinin toplu alandan bireysel alana geçiş sürecini etkilerken, dijital platformlardaki filmlerin festivallere katılıp ödüller almaya başlamasıyla sinemanın doğası, ekonomisi ve geleceği tartışılmaya başlanmıştır.
Biz de dijital platformların yükselişiyle yaşanan bu değişimi ve sinemanın geleceğine dair endişeleri sinema yazarı Alin Taşçıyan ile konuştuk.
Dijital platformlardaki içerikleri takip ediyor musunuz?
Takip ediyorum. BluTV, MUBI, Netflix, Prime Video ve Disney+’a üyeyim. Hepsinde ilgimi çeken, vizyonda kaçırdığım, yeniden izlemek istediğim filmler var. MUBI online festival gibi… Dinlenmek ve eğlenmek için de genel olarak fantastik, özel olarak bilimkurgu ve polisiye türlerinde dizileri tercih ediyorum. Birkaç da komedi elbette.
Peki Türkiye içinde üretilen içerikler ile dışında üretilenler arasında tür bakımından ortaklıklar ve farklılıklar var mı? 30’un üzerinde Netflix Türkçe yapımı izleyici ile buluştu, ancak son dönemde fantastik-gizem türüne ağırlık verilmeye başlandığı görülüyor.
Ulusal kanallardaki yerli dizilerden hazzetmiyorum. Dijital platformlarda ilk kez birkaç yıl önce Bartu Ben’i izledim. Ulusal kanallara alternatif bir yapısı var. Yakın geçmişte Alef, Bir Başkadır, Kulüp ve Uysallar’ı izledim. Hepsi iyi yapılmıştı, ama bana Uysallar hitap etti. Herkesin distopyaları anlattığı bir dönemde, bir ütopyanın peşinden koşan karakterleri ve çağdaş kentli yaşam eleştirisini beğendim.
Türkiye dışından içeriklerin gerek yapım koşulları gerek yaratıcılıktaki özgürlükleri bambaşka iki tarafı kıyaslamamayı daha doğru bulurum. Fantastik edebiyat da sinema da her daim popüler olmuştur. Mitoloji, destanlar, kutsal kitaplar, klasik ve modern edebiyat her daim düş gücümüzü körükledi. Beowulf, Jules Verne, H.G. Wells, Mary Shelley, Tolkien, Philip K. Dick, Ursula K. Le Guin ve başka birçok yazarın romanları, süper kahramanlar hakkındaki çizgi romanlar, özünde emperyalizme karşı gerilla savaşını anlatan Star Wars’a, soykırım ve ekokırımları anlatan Avatar ya da insanlığın karanlık geçmişinde aslında sadece bilge kadınlar oldukları için yakılan cadıları kahraman haline getiren işleri, Handmaid’s Tale’i, fazla şiddet içerse de Game of Thrones gibi yapımları, Uzay Yolu’nun bütün versiyonlarını her daim bayıla bayıla izledim, yenileri karşıma geldikçe de izlerim. Dünyadaki trend Türkiye’de de takip edilecektir. Ama bu tür prodüksiyonların bütçesi Türkiye sinemasının bir yıldaki toplam bütçelerini aşar, onu unutmamalı. Öte yandan yeni diziler çoğulculuğa, eşit temsile çok dikkat ediyor. Türkiye yapımlarında çok zor bunu sağlamak.

1990’ların sonlarında kullanılan seri izleme/toplu izleme (binge-watching terimi), aynı televizyon yapımının birden fazla bölümünü tek bir oturuşta izlemeyle ilgili uygulamaya dayanmaktaydı. Bu strateji bugün dijital platformların stratejisine dönüşmüş durumda. Örneğin Netflix’in direktörlerinden Xavier Amatriain izleyicilerin neyi aradığı, neyi puanladığı, hangi tarihte hangi cihazdan giriş yaptığı gibi tüm verileri topladıklarını belirterek, izleyiciye uygun içerikler ürettiklerini söyler. Sizce bu platformlar ne izlemekten hoşlanacağımızı tahmin ederek bizi yönlendiriyor mu?
Tabii ki, yönlendirsin zaten. Ben onca içerik içinde uğraşıp aramayayım. Ama bunda başarılı olduklarını söyleyemem. Asla izlemeyeceğim her şey önüme çıkıyor!
Bu tür platformların sinema üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü artık filmler yalnızca sinema salonları için üretilmemekte ve gösterilmemekte. Netflix, Amazon gibi büyük dijital platformlar, içerik sağlama hizmetinin yanı sıra sadece kendi platformlarında gösterebilmek için milyon dolarlık bütçelere sahip filmler çekiyor.
Bütün teknolojik yenilikler ve değişimler böyle kuşkuyla karşılanır. Televizyon geldiğinde de birçok büyük sinema salonu kapandı dünyada. Sonra insanlar video kaset kiralamaya başladı. Sonra DVD çıktı. Sonra internet üzerinden korsan izlemeler başladı. Platformlar çıkalı yıllar oldu. Ama hala her yerde onlarca salonlu sinemalar var! Asıl düşünülmesi gereken bilet fiyatları. Dört kişilik bir aile bir kez sinemaya gittiğinde ödeyeceği bilet parasıyla bütün bir yıl bir dijital platformu izleyebilir, hatta daha uzun süre!
Sinema her zaman film, mekân ve seyirci bağlamında değerlendirilmiştir. Bu tür platformların filmler üretmesi aynı zamanda film izleme pratiklerinin toplu alandan bireysel alana geçiş sürecini de hızlandırmıyor mu?
Öyle olsa dünyada festival sayısı beş bine dayanmazdı bence. İnsanların ne zaman sosyalleşerek film izleyeceklerini ne zaman kendi kendileriyle baş başa kalacaklarını seçme hakkı olmalı. Sinema 20. yüzyılı halk sanatı olarak ortaya çıktı ve bu yüzden popüler oldu. Şimdi başka türlü sosyalleşemeyecek bir ortamda bir insanı niye televizyon yayınlarına mahkum edelim ki?

Bir de bunun festivaller ayağı var. Hatırlarsanız, 70. Cannes Film Festivali’nde Netflix yapımı ‘Okja’ ve ‘The Meyerowitz Stories’ filmlerinin yarışma bölümüne seçilmesi büyük bir tartışmaya neden olmuş ve protestolar yaşanmıştı. Yine 91. Akademi Ödülleri’nde Alfonso Cuarón’nun ‘Roma’ (2018) filminin ödüller alması da tepkiye neden olmuştu. Steven Spielberg “Netflix sinemanın otantik tarafını mahvediyor, sinema salonları her daim var olması gereken yerlerdir” diyerek tepki göstermişti. Ancak bugün Akademi Ödülleri’nde Netflix yapımı filmler yarışıyor ve ödüller de alıyor. Film festivallerinin dijital platformlara bu yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir film yapımcısı her kim olursa olsun iyiyse festivalde de yarışır, Akademi Ödülleri’ne de aday gösterilir. Eskiden 35 mm kullanıldığı için bir sinema filmi-televizyon filmi ayrımı vardı. Ortadan kalkalı çok oldu. Ortada teknik ve estetik bir fark yoksa neyin tartışması yapılıyor? Paranın! Roma son derece etkileyici, bana göre Cuaron’un yaptığı en iyi film. Children of Men’in ne kadar muhafazakar olduğuna takılmayıp Roma’yı çekecek bütçeyi Netflix’ten bulmasına mı takılıyorlar? Şunu itiraf etmek gerek: Başarı grafiği bu kadar yüksek bir yönetmen bile tanınmamış oyuncularla, ülkesinde, geçen, siyasi fonda ırk ve sınıf ayrımını ele alan, bir ev işçisine odaklı siyah beyaz bir filmi Hollywood stüdyolarına yaptıramadı.
Cannes’daki durum ise özeldi. Fransız dağıtımcıların baskısı vardı. Özellikle Cannes’da gösterilen filmlerin önce vizyona girmesini istediler. Fransa’da gişe geliri çok yüksektir. Bazı Türkiye yapımlarının Fransa’daki gişe hasılatı bizdekinden yüksektir! Ayrıca yıllardır Hollywood filmlerine kota uyguluyorlar. Bu şeklide kendi film endüstrilerini koruyorlar. Başka hiçbir ülkede benzer bir durum yok. Spielberg öyle diyor, Martin Scorsese ise The Irishman’i çekti, ne olmuş?
Sinema endüstrisinin üretim, dağıtım ve gösterim ayağını etkileyen bu durum karşısında sinema salon işletmecilerinin ne yapması gerekiyor? Onlarla çatışma veya değişime direnç yerine örneğin MUBI’de uygulandığı şekliyle onlarla anlaşmalar ve ortak programlar yapabilir mi?
Salon işletmeciliği konusunda ahkam kesmek istemem, ticari bir faaliyet. Çoğunun sahibi de büyük eğlence grupları. İki tür salon var, aynı kefeye konmaması gereken. Arthouse sinemalar dünyanın her yerinde farklı programlar yapar, alternatiftir, festivallere mekan olur. Desteklenmeleri gerekir. Pek az var, bizde. Arthouse filmlerin dağıtımı da farklı. Zaten gişeden hasılat elde etmiyorlar. Televizyon ve dijital platform satışları öncesinde adet yerini bulsun diye vizyona sokuluyor. Büyük şehirlerde varsa bir arthouse salon ya da festival orada izleyen izliyor, kalanı yayını bekliyor. Fransa değiliz… Türkiye’deki multiplekslerin hepsi alışveriş merkezi içinde. Bir küçük salonu, bir cep sinemasını arthouse filmlere ayıranlar var. Bütün büyük salonlarda sadece popüler yapımlar gösteriliyor. Kar odaklı işletmeler sonuçta.