Bazı insanlar vardır şu evrendeki hacimleri ile kapladıkları varlıklarından çok daha devasa işlerle varlardır. Onlar yalnız yaşadıkları kuşaklara değil, sonraki birçok kuşağa sirayet edecek güzellikleri yaratırlar. Yaratıcılıkları, barışçıl ve doğacı karakterleriyle birleşince bu dünyada birer çınar, anıt insana dönüşürler; hem doğa için, hem de dünyadaki tüm canlılar için. Ne yazık ki biz onların değerlerini çok zaman fani dediğimiz şu dünyada pek bil(e)meyiz. Bazılarını ise çok sonrasında, şu fani dünyaya veda ettiklerinde farkına varırız. O yüzden bu dünyada onları ne korur, kollarız, ne de daha fazlasına üretmeleri için teşvik ederiz. Varlıkları şu dünyada güzelliği sömürmek olanlarsa aksine bu çınarları diğerlerinden daha önce fark eder ve ellerinden geldikçe de bu insanları görünmez kılarlar. Bununla da yetinmezler, etmedikleri eziyet kalmaz.
Benim de hayatımda, tanıdığımdan dolayı kendimi çok şanslı bulduğum ve mutlu olduğum, fakat daha fazla zaman geçirmediğimden dolayı pişman olduğum böyle çok güzel anıt insanlar gelip geçti. Eğer bu güzel insanları, çirkinlik düşkünü katillerce katledilip yaşamdan koparılmışsa o pişmanlığıma bir de katlanılmaz bir öfke ve hüznün de eklendiğini tahmin edersiniz. Çünkü öncesinden de bilirsiniz ki o güzellik düşmanı katiller, yalnızca cezasızlıkla mükafatlandırılmaz, ayrıca o çürümüşlüğün ve çirkinliğin kahramanlığına terfi ettirilip aramızda yaşamlarını sürdürmeye devam ederler.
Bu yazımda yaşarken kıymeti bence bilinmeyen bir anıt çınar insanı tanıtmak isterim. Kendisini tanımaktan dolayı kendimi çok şanslı bulduğum ve mutluluk duyduğum Mimar Zakarya Mildanoğlu’nu…
Tanıdığımı sanıyordum meğerse, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ‘Mimarlar Odası Tarihinden Portreler’ serisinden, 2021 yılında Mimar Saliha Arslan’ın kendisiyle yaptığı söyleşi/kitabı okuyunca, hem kendisini hem sevgili eşi Jale’yi ne kadar az tanıdığımı fark edip utandım.
O yüzden bu yazıyı yazmayı omuzlarıma yüklenmiş bir borç gibi gördüm. Tabi bu yazıyı yazmadan önce de Ermenilerde mimarlığı çok kısa anlatması için yine bir çınar, anıt insan ve dost Pakrat Estukyan’a sorma gereği duydum. Pakrat abi yine değerini şu dünyada bil(e)mediğimiz, yakın zamanda kaybettiğimiz kıymetli Sarkis Seropyan’ın bugün Agos’taki masasında, Ermenice sayfalardan sorumlu. Edebiyat, tarih, müzik, sinema, tiyatro gibi bir çok dal yanında siyasi analizlerine de çok kıymet verdiğim yaşayan bir başka insanlık abidesi. Pakrat abinin bana anlattıklarını aynen aktarıyorum.
“Ermenilerde mimarlık, hem Türkiye’de, hem de modern dünyada architect yani mimarlık terim ve ifadesinin bu haliyle henüz şekillenmemişken, Ermeniler yaşadıkları coğrafyanın en önemli yapı ustalarıydı, yapıcılarıydı. Günümüzde mühendislik ve mimarlık, birbirinden ayrı kavramlar olarak gelişip, şekillenmiştir. Çünkü eskiden mimarlar aynı zamanda mühendisti yani bugün inşaat mühendisi dediğimiz kişi, eskiden aynı zamanda mimardı da. Bu eski zamanlardan beri süren geleneğin sonucunda, bugünkü Türkiye coğrafyasında gördüğümüz binaların, yapıların önemli bir kısmında, Ermeni ustaların izi vardır. Çünkü bu bir gelenekti hatta bir aile geleneğiydi Ermeniler için.
Geçmişte birçok mimar aile vardı. Biz bugün onlara mimar diyoruz ama eskiden onlara kalfa denirdi, yapıcı denirdi. Bu aileler, bütün bir ekip olarak çalışırlardı. Şimdi de inşaatçılık ekip işidir, o zaman da ekip işiydi. Fakat o ekiplerin bütün elemanları aynı ailenin mensupları olurlardı ve o aile öyle tanınırdı. Bu ailelerin çoğunun da kendine özgü sembolleri vardı ve yaptıkları yapının bir köşesine o sembollerini nakşederlerdi. Ben Hagop Mazmanyan adlı bir mimardan bu hikayeleri dinledim.
1980’li yıllardı sanırım. Bu mimar, (Mihitaryan) Pangaaltı Lisesinde Yetişenler Derneği’nde bir konferans verdi. Ve konferans sırasında slayt gösterisi de yaptı. Kendisi muhtemelen 80’li yılların başında, fotoğraf makinesi ile ülkeyi dolaşan ilk insanlardan biri olsa gerek. Slaytlar ile bize anlattıklarına göre, o zamanlarda mimarlık ile uğraşan aynı ailenin imzasına, hem bir Hristiyan Ermeni kilisesinde hem bir Rum kilisesinde, hem bir camide, hem bir çeşmede, hem bir handa, kervan sarayda rastlamak mümkündü.
Slaytlarda farklı yapılardan aynı imzaları göstererek açıkladı; mesela filanca ailenin sembolü şuydu ve bakın burada bir hamamın içinde görüyoruz biz bu sembolü, burada bir caminin duvarında görüyoruz. Bu da demektir ki, bütün bunları aynı adam yaptı, aynı aile yaptı. Öyle ki Ermeniler önemli bir geleneği sürdürücüsüydü.
Modern zamanlara geldiğimizde; modern zamanlar derken özellikle Osmanlı imparatorluğundaki batılılaşma dönemini kastediyorum. O dönemde Ermeni mimarların yani sıra çok sayıda Rum mimarlar da var, Levanten mimarlar da var. 19 yüzyılda başlıyor ama daha öncesinde de muhtemelen varlar ama Ermeniler kadar yaygın değiller. O kadar iç içe geçmiş bir süreç ki, kimi yerde bir Ermeni kilisesinin mimarı Rum olabildiği gibi, başka bir yerde Rum kilisesinin mimarı Ermeni olabiliyor.
Özellikle 19.cu yüzyıl dememin sebebi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Batılılaşma süreci. Bugün memleketimizde en yaygın gördüğümüz, mimari anlamda bir değer arz eden sivil eserler onlardan kalma, Rumlara ait. Mesela Ayasofya 1500 yıllık bir yapı yani veya Ahtamar adasındaki yapılar 1000 yıllık. Onlar var ama sivil mimariden bize kalan en yaygın eserler o modernleşme sürecinin yapılarıdır. Bunlar bazen bir apartmandır, bazen bir pasajdır. Pasaj aynı zamanda iş hanı anlamı da taşır. Mesela Hazzo Pulo pasajı var, mesela Aznavur Pasajı var. Aznavur pasajının mimarı Hovsep Aznavur, kendisi Ermeni’dir. Bu adam aynı zamanda pasajın hemen karşısındaki Mısır apartmanında mimarıdır. Aynı zamanda Balatta Haliç kıyısındaki Bulgar Kilisesinin de mimarıdır, demir kilise dediğimiz tarihi yapının mimarıdır Hovsep Aznavur.
Bunlar zamanının çok ilerici insanları olmuşlardır. Yenilikler getirmişlerdir. Bunları yaparken hem kendi geleneksel bilgileri vardır, hem de o dönemin Batı kültüründen görgüleri vardır. O yüzden 19. yüzyıl mimarimizde artık Barok üsluplara rastlarız Anglosakson üsluplara rastlarız. Ülkedeki bu çeşitlilik, batıdan etkilenmenin bir dışavurumudur. Çünkü o dönem de batıdan etkilenip sipariş verenler var. Mesela padişah, Paris’teki bir saray bahçesi gibi bir yapı istiyor, böylelikle mimarlık ve yapılaşma iç içe geçiyor. O dönem de Rumlar, Ermeniler daha sonra da gelen Müslüman mimarlar yine aynı şekilde iç içe geçiyorlar.”
Pakrat Estrukyan’un bu kısa ama kıymetli değerlendirmesinden sonra, Saliha Arslan’ın Mimarlar Odası Tarihinden Portreler için hazırladığı Zakarya Mildanoğlu söyleşisine geçmek isterim. Kitabın editörlüğünü H. Bülent Tuna yapmış. Öncelikle söyleşinin birbirlerini çok uzun zamandır tanıyan iki arkadaş arasında yapılmış olması, yazıya çok iyi bir derinlik ve sürükleyicilik katmış.
Söyleşi Zakar abinin (Zakarya Mildanoğlu çevresinde Zakar olarak çağrılır), çocukluğu ve eğitim hayatı, politik yaşamı, meslekî yaşamı, ‘Ermeni Kültür İzleri’ gezileri, yurtdışı çalışmaları ve yayın çalışmaları olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır.
Zakar abi, Kayseri’nin Ekrek Köyü’nde geçen yüzyılın ortasında dünyaya gelmiş. 1915 Soykırımı öncesinde, nüfusunun tamamı Ermeni olan Ekrek zengin bir köydür.
Sait Çetinoğlu’nun yine Zakarya Mildanoğlu ile ilgili bu kitap üzerine Birikim’e yazdığı Türkiye’de Ermeni Mimar Olmak başlıklı ( https://birikimdergisi.com/guncel/10939/turkiyede-ermeni-mimar-olmak ) yazısında söylediği gibi Zakar abi, 1950’lerdeki köyün durumunu tasvir ederken aslında, 1915 sonrası Anadolu Ermenilerinin yaşamını da kısaca özetler. Köyde ailesinin dışında “anneannemler, bir de köyde değirmen sahibi, Müslümanlaştırılmış bir aile vardı. Köyde bu işi yapan başka değirmenci olmadığı için, din değiştirip Müslüman olması şartıyla 1915’te sürgüne gönderilmemiş, istemeyerek de olsa Müslüman olup ölümden kurtulmuş. Annemin kız kardeşlerinden biri, bu aileye gelin gitmişti. Benim annem bu köyden, babam ise Yozgat’tan ve 1901 doğumlu.”
Kültürel soykırıma da dikkat çekerek, Anadolu’da kalan Ermeni kültürünün izlerinin özgün bir barbarlık gösterisiyle silinmelerini örnekler, her yerde olduğu gibi; hanelerden, okul, kilise ve mezarlıklardan bile bir şey bırakılmamıştır.
“[Evlerin] Ermenilere ait olanların sadece temel izleri var. Yıktırılmış, birinin taşlarıyla göçmenler mahallesinde cami yapılmış. O kiliselerden birini annem hatırlıyordu, yerini biliyordu. Ben de temel taşlarını gördüm. Köye girdiğiniz zaman sol tarafta karşımıza bir düzlük, tepe çıkar. Ermeni mezarlıklarından ve kiliselerinden biri oradaymış. Kâzım Karabekir tam bizim köyün ortasından geçen karayolu üzerinden doğuya gidiyor. ‘Dönüşte bu kiliseyi görmeyeceğim‘ diyor. Önce kazma, kürek, balyozla yıkmaya çalışmışlar, başaramayınca Ermenilere kurban kestirerek dinamitlerle havaya uçurmuşlar. Annem şahit olmuş… Oradaki mezar taşlarının bir kısmını da götürüp ev vb. yapmışlar.
Zor bir hayatımız vardı o köyde. Çok iyi komşularımız, çok iyi arkadaşlarımız vardı, ama bir o kadar da kötüleri vardı. Hepsini aynı kaba koymak mümkün değil… Birilerinin ablalarımda gözü olduğunu, kaçıracaklarını duyardım. Okulda değil ama sabah evden çıkıp okula giderken, yolda eşek kadar adamlardan çok tokat yedim, ‘Ulan gâvur, haç çıkart’ diye. Saliha, ne kadar kötü bir şey, biliyor musun? Haç nedir bilmezdim.
Evlenme yaşına gelmiş ablalarının geleceklerinden kaygılanan anne ve babası, hiç kimseye haber vermeden, bir gece iki parça eşyalarını bir kamyona yükleyip köyü terk ederler.”
Zakar abi, anlatımlarında herkesi aynı kefeye koymaz. İlk öğretmenin mesela yeri ayrıdır.
“Bir öğretmenimiz vardı, daha sonra sosyalist hareket içinde yer almış Pazarören Öğretmen Okulu mezunu Mustafa Alımcı, çok iyi bir insandı, ailemizin koruyucu meleğiydi, zaman zaman eşiyle birlikte gündüz gözüyle bize gelirler ve geceleri bizde yatarlardı. Çünkü bazı geceler evimiz taşlanırdı.”
Söyleşide bir Ermeni olarak yaşadığı ayrımcılıkları da öğreniyoruz. Ayrımcılık her yerdedir. Çocuklarının eğitiminde karşılaştığı sorunları paylaşır. Mesleki oda seçimlerinde listeden düşürülüşüne Ermeni olmasının neden olduğunu düşünür.
“Nubar ağabey (Acemyan) beni uyarmıştı. Biz geldiğimizde Oda’daydı. Bana dedi ki, ‘gençsin, ateşlisin ama Ermeni’sin. Dikkat et.’”
Lise yıllarından beri devam eden siyasi yaşamında, özellikle 12 Eylül sürecinde gözaltında işkenceyi anlatır. Diyarbakır’daki yedek subay askerliğinden söz ederken, 12 Eylül Diyarbakır’ını özetlemiştir. Tanık olduğu vahşeti paylaşır:
“Çok kötü şeyler gördüm ben orada, ölüleri de gördüm, işkence görüp gelenleri de. İçeri adım atamayan insanlar bile gördüm, otobüsle getirilen ölmüş birini gördüm, alıp götürdüler geri. Yani o anlamda çok korkunçtu…
Askerdeyken gözaltına alınır. Diyarbakır gibi İstanbul da korkunçtur. İstanbul’da gözaltına alındığında eşi Jale Mildanoğlu dışarıda büyük bir inat ve ceseratle Zakar abiyi aramaktadır.
Jale ancak 20 küsur gün sonra Gayrettepe’de olduğumu öğreniyor. Ve deli cesareti, elinde çiçeklerle doğum günü mü, evlilik yıldönümü mü ne, kutlamak için oraya gelmiş, ilk irtibatım şubedeyken oldu. Uzun hikâye, izimi sürerek oraya getirildiğimi öğrenmiş…”
Bu arada sevgili Jale ile aynı liseyi okuduğumuzu yine bu kitaptan okuyarak öğreniyorum ve şaşırıyorum. Söyleşide yine tanıdığımı sandığım Jale ilgili çok şeyi yine bu kitaptan öğreniyorum. Siyasi yaşamı, çocukların eğitiminde bir Türk olarak karşılaştığı zorluklar, iş yaşamı ve birçok şeyi.
Sevgili Sait Çetinoğlu gibi ben de bu söyleşiyi okurken farkettim ki Zakar abi, iş hayatında üretimine, restorasyonuna katıldığı çalışmaları anlatırken sanki öğrencilerine ders verir gibidir. Söyleşi, bu açıdan mimarlık eğitiminde temel ders kitaplarından biri olarak okutulabilir. Zira, tasarımda ve uygulamada neler yapılmaması, neler yapılması ve nelerin dikkate alınması ile ilgili sayısız teorik ve pratik bilgiyle süslenmiş doyurucu dokümanlar, ayrıntılar ve uyarılar içeriyor.
Mesela tek başına Ahtamar Surp Haç Kilisesi’nin restorasyonu bile, hem bir tarih, hem de bir restorasyon dersidir. “Yeri geldiğinde imparatorluklara başkentlik yapmış tarihi şehirlerden bahsediyoruz. Bu ülkenin yapı açısından bir kültürel envanteri yok,” sözleriyle de toplumsal hafızayı sorgular ve Hrant Dink Vakfı ile yaptığı envanter çalışmalarını örnekler.
Mesleğinden ve çalışmalarından söz ederken kürsüde bir ders veren öğretmen ve bin yılların birikimini paylaşır gibidir:
“Benim için mimarlık bir meslek olmanın yanı sıra aynı zamanda bir yaşam biçimi oldu. Elbette mesleki teknik eğitimin önemi var, ama ben pek çok insanın da mimar olduğunu düşünenlerdenim. Bana göre mimar olmak için illa eğitim almak gerekmiyor. Mimar olmayıp da ünlü eserleri olanların ya da sivil mimarlık olarak adlandırdığımız çok sayıda eserin mimarlar tarafından tasarlanmadığını, bugünkü köklerimizin ‘Deneysel mimarlık’ denen bir kavrama dayandığını düşünüyorum.”
Deneysel mimarlık ile ilgili sözleri, bir diplomalının aklından geçmeyecek şeylerdir. Bin yılların deneyimini kürsüye çıkarmıştır. Ermeni halkının hafızası Sarkis Seropyan’ın öncülüğünde başlayan Ermeni Kültür İzleri gezileri bir tarih çalışması olduğu kadar bir Ermeni kültür envanteridir. “Bir uygarlığın nasıl yok edildiğini görüyorsun,” sözü hepimize yönelik bir sitem gibidir.
Zakarya Mildanoğlu ile ilgili yapılmış bu çalışma elbette çok kıymetli. Ama elbette böyle anıt çınar insanlar, bir kitaba sığmayacak kadar çok değerli hazinelerdir. Kökleri çok derinde olan. Nice yıllara Zakar abi.