Siyasi iktidarın ‘kutuplaştırma-düşmanlaştırma’ politikalarıyla kamusal alanda yaygınlaştırılan şiddete, AKP’nin ekonomi politikalarının sonucu ‘hızlı yoksullaşma’ da eklendi. Şiddetin bir yönetme biçimi olduğunu vurgulayan Psikiyatrist Cemal Dindar, “Toplumun büyük bölümünün muktedirlerce bir gecede yoksullaştırıldığı yerde, yasalar da adalet de keyfidir’ diyor. Dindar’la ekonomik ve sosyal şiddet iklimini ve toplumdaki yansımalarını konuştuk.
Siyasi iktidarın uzun zamandır varlığını üzerine inşa ettiği ‘düşmanlaştırma/kutuplaştırma’ politikaları halen siyaset alanının en temel konularından biri. İktidar, toplumda yapay ikilikler yaratmayı hedefleyen bu söylem ve uygulamalardan ne tür bir fayda devşirmeyi umuyor olabilir?
Kimlik; kendi grubuyla bütünleşmenin önemli yollarından biri. Kutuplaşma söz konusu olduğu zaman kimlikleri konuşuyoruz. ‘Şu düşmandır, bu dosttur’ gibi bir şey söylüyoruz.
Gezi direnişi günlerinde ‘Yüzde 50’yi evde zor tutuyorum’ sözlerinin saf edildiği günlerden ilham alarak diyebiliriz ki, Habil ve Kabil meselesi, toplumu bölme girişimi, kurban seçimi bu.
Dolayısıyla kutuplaşmadaki en önemli sorunlardan biri şu; siyasi iktidar buradan kendi bekasını kurabilir fakat karşısına yerleşen diyelim ki Habil’ler de siyasal iktidar gibi kutuplaştırmaya, kendi iç dünyasında o düşmanlığı taşımaya başladığında asıl sorun ortaya çıkmaya başlıyor.
Habil de Kabil’den –o ikiz kardeşten- selamı sabahı kesmeye başladığında bu büyük bir sorun. Bütün sorumluluğu muhalefete yüklemek için söylemiyorum. Burada iktidarın en önemli manevelası ‘karşı taraf’ dediğini kendine benzetmeye girişmesi/benzetmesi. Sadece siyah ve beyazın olması, gri tonların kaybolması… Çünkü gri alan bir geçiş alanı yaratır ve orada herkes buluşabilir.
Araştırmalar Türkiye’de 50 milyon insanın yeterli beslenemediğini, çocukların yüzde 2,5’inin yetersiz beslenmeden kaynaklı sağlık sorunları yaşadığını söylüyor. Bunlar yaşadığımız yerle ilgili fikir veren çarpıcı rakamlar. Geniş kitleler için geçinememe hatta en temel yaşamsal ihtiyaçlarını bile karşılayamama anlamına gelen ekonomik kriz, insanların ruhsallığını ve toplumu nasıl etkiler? Ekonomik krizin yarattığı tahribatın toplumsal sonuçları nasıl bir tablo hazırlıyor?
2004-2005 ve 2006’daki o cennet duygusu, ‘Avrupa Birliğine gireceğiz, 1 euro 1 lira, 1 dolar 1 lira’ dönemlerinden buralara geldik. Toplum olarak o günlerden bu günlere büyük bir yoksullaşma yaşadık/yaşıyoruz.
Bu yoksulluk emeğiyle geçinenlerin fakirleşmesi, orta sınıfın erimesi/proleterleşmesi anlamına geliyor. Oysa oligarkların/büyük sermaye gruplarının bu süreçten çok büyük karlarla çıktığını da biliyoruz.
Dolayısıyla burada Türkiye’nin yoksullaşmasından değil, Türkiye’de çalışanların, emeğinden başka ortaya koyacak hiçbir şeyi olmayanların yoksullaşmasından, sınıfsal bir yoksullaşmadan, yoksullaştırmadan bahsedebiliriz.
Yoksullaştırma bir yönetme biçimi aynı zamanda, yoksullaştırma bir halka yapılabilecek en büyük siyasi şiddetlerden biri.
Borsada bir gecede bir hesap dönüyor, kim yaptı ne yaptı bilemiyoruz milyonlardan bahsediliyor sonra ertesinde bir bakıyoruz dolar fırlamış. Tüm bunlar belli ki bir programın da bir parçası. Toplumun büyük bir bölümünün muktedirler tarafından bir gecede yoksullaştırıldığı yerde bu keyfiliğin başka anlamları da var. Bundan sonra mahkemeler de keyfidir, adalet de keyfidir, yasa da keyfidir.
Bugün toplumun maruz bırakıldığı travmalar neler? Toplum psikolojisine hakim olan temel duyguları nasıl tarif edebiliriz?
Baba, çocuğa diyor ki ‘Bu evin yasaları var. Akşam 9’da evde olacaksınız, yemek yenecek’ diyor. Bunun garantörü nedir? Çocuğun değil, babanın her akşam 9’da o masada olmasıdır.
Yer bağını ne sağlar? İbadethane, mahkeme, yurttaşlık bilinci, okul sağlar. Tüm bunların çöktüğü bir dönemi de yaşıyoruz. Belki de toplum olma vasfımızı kaybetme aşamasına geldiğimiz bir dönemi yaşıyoruz. Umarım da buradan çıkacağız.
AKP’nin bir konsolidasyon aracı olarak dolaşımda tuttuğu ‘düşmanlaştırma/kutuplaştırma’ içerikli söylem ve politikalarının kamusal alandaki görüntüleri nedir? Şiddetin olağanlaştırıldığını izlediğimiz bu yerde tüm bunların siyasetle ilgisi nedir?
Toplumda devam eden bir durumdan konuşuyoruz aslında.…Yeni ortaya çıkmış bir şey değil. Şunu söyleyebilirim. Adalet duygusu örselenip, eşitsizlikler ortaya çıktığında herkes kendince adaletinin peşine düşüyor.
Bir diğeri de elimde bir çalışma yok ama ‘Burada ne oluyor’a meraklı bir ruh sağlığı çalışanı olarak söyleyebilirim ki, uyuşturucunun toplumda fazlasıyla konuşulduğunu görüyorum. Türkiye, uluslararası madde trafiğinin önemli duraklarından biri haline gelmiş gibi görünüyor. Bu, toplumda madde kullanımının da artması demek.
Bir şey grotesk geliyorsa; dehşetli/anlaşılmaz, tipik olmayan/atipik geliyorsa… orada madde kullanımını düşünmek gerek. Madde kullanımı, öfkenin şiddete dönüşmesinde çok önemli bir faktördür.
Toplum boğazına kadar agresyonla/yıkıcılıkla dolmuşsa, düşmanlaştırmayla/kutuplaştırmayla yönetilenler düzleminde boşalması bir yönetme biçimidir de. Yukarıya ve yöneticilere yönelmemesi, toplumsal sistemi tehdit edecek boyutta bir örgütlenmeye yol açmaması için.
Herhangi bir siyasi iktidar sadece bina yaparak, kamu hizmetlerini sürdürerek değil aynı zamanda toplumdaki olumsuz duyguyu boşaltma kanalları yaratarak da iktidardır.
Sağlık Bakanlığı’nın verileri, 2020’ye kadarki 11 yılda anti-depresan kullanımının yüzde 70 oranında arttığını söylüyor. Psikiyatrik ilaç kullanımıyla ilgili bu tabloyu nasıl okumalıyız?
Bu tablo küresel ölçekte de muhtemelen böyledir. Dünyada da ilaç kullanımı çok yaygın ve giderek de artıyor. Çok değerli bir psikiyatrist hocamız Ali Babaoğlu vardı, bizim Bakırköy’de klinik şeflerinden biri. Onun söylediği çok güzel bir şey vardı. ‘Bizler ilaç şirketlerinin ileri karakollarıyız’ derdi. Yalnız psikiyatride değil genel tıpta da ilaç kullanımı ne kadar ölçülü onu da bilemiyoruz.
İlaç kullanmaya bir psikyatrist olarak karşı değilim, ortada bir ruhsal acı varsa, o acının giderilmesi/rahatlatılması için ilaçlar da gerekliyse kullanılmalı elbette. Fakat 10-15 yıldır anti-depresan kullanan insanlar geliyor. ‘O ilaç olmadan yaşamam’ diyen insanlar var. Psikolojik olarak bağımlı hale getirilmiş insanlardan söz ediyoruz. İlaçlar bağımlılık yapmıyor olabilir ama insan ruhsal olarak her şeye bağımlı olabilir.
Psikiyatri kurumu ilaç kullanımıyla kişiliklerin oluşumunda bile etken haline geliyor. İlaç kullanımıyla ilgili hakikati en iyi duyuran şeyi sizinle paylaşayım. Türkiye dahil tüm dünyada yoksullar hapı yutuyor, parası olan terapi alıyor. Aslında işin özeti bu… Kaba/karikatür gelebilir ama hakikat bu.
Çünkü devlet terapiyi desteklemiyor, terapileri ödemiyor. İlaca parayı veriyor ama terapiye para vermiyor. Bu bir sistem politikası…
İlaç tedavileri 1970’lerde gürültülü şekilde ortaya çıkmış -meslek hayatımın ilk yıllarından hatırlıyorum- hangi ilaç olsa ‘psikiyatrinin devrimi’ diye pazarlanıyordu. Çarpıcıdır, dünyadaki ilk ilaç çalışmalarını sigorta şirketleri destekliyor.
Yapısı ve işleyişi itibarıyla krizlere yaslanan otoriter yönetimler, toplumda biriken öfkeyi nasıl kontrol eder? Bu öfkenin yönetilmesi neden önemlidir?
Derin yoksullaştırmanın olduğu dönemlerde eninde sonunda semptom tekinsiz, tehlikeli bir şeydir. Agresyonun artışı vs gibi. Yani sistem için tekinsiz bir şeydir ve o öfkenin de bastırılması gerek.
Hem bireyin bir birim olarak ‘kader planından’ düşmemesi için yani halen işine gücüne giden biri olması/ elinde silah cepheye giden biri olması, hem de o öfkenin yukarıya yönelmemesi için…
Dolayısıyla bu tür durumlarda ilaç tüketiminin bu kadar artıyor olmasının çok önemli bir anlamı var. İlaç kullanımı ve psikiyatri giderek toplumu bastırmanın araçlarından biri haline geliyor. Althusser’ce söylersek, ağır yoksulluk/darbe gibi sert dönemlerde psikiyatriyi baskı aygıtlarının yanında yardımcı baskı aygıtı olarak düşünebiliriz.
Askeri darbe koşullarında ilaç dozlarına baktığımızda dudak uçuklatıcıdır yani bugün bir psikiyatr birine o dozda bir ilaç vermeyi düşünemez bile. 1980’de 10-20 mg kullanılabilecek ilaçların 80-100 mg olarak kullanıldığını görürsünüz. Psikaytri bir yanıyla da, genel baskı aygıtının parçası olmaya hazır kıta bir meslek grubu aynı zamanda.
Var mı buradan bir çıkış?
Ruh sağlığı hizmetlerinin yeniden şekillendirilmesine ve paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Yerel yönetimlerle, STK’larla, meslek örgütleri, sendikalarla bu alanı yeniden düşünmek gerek. ‘Bu paradigma değişikliği nasıl olabilir’ diye yoğun mesai harcanması gerekiyor.