Ava DuVernay’in 2016 tarihli belgeseli 13th: From Slave to Criminal with One Amendement/13. Madde: Bir Değişiklik ile Köleden Suçluya, ABD’de ırkçılık ve siyah karşıtlığının kökenleri ile hapishane endüstriyel kompleksinin doğuşu arasındaki bağı merkezine alıyor. Belgesel adını ABD Anayasasında yapılan ve bir kişinin köle olarak tutulmasını anayasaya aykırı hale getiren 13. Madde değişikliğinden alıyor. Köleliğin ‘yasal’ olarak kaldırılmasına rağmen yasalarda kasıtlı olarak bırakılan boşluklar, söylem, politikalar, medya ve görsel araçlar aracılığıyla sistematik bir biçimde ırksallaştırılması, ırksallaştırma yoluyla da marjinalleştirilmeleri ve nihayetinde suçlulaştırılmalarına uzanan ilişki ağlarına odaklanıyor. ABD’nin dünya nüfusunun %5’ini oluşturmasına karşılık, dünya mahkûm nüfusunun %25’ini oluşturuyor olmasına dikkat çeken belgesel, siyahlara yönelik her türlü ırkçılık ve ırkçı muameleyle modern hapishanelerin nasıl kapitalist birer endüstriye dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Yasa önünde kaldırıldığı iddia edilen ırkçılık ve yine yasal yollarla tesis edildiği iddia edilen vatandaşlık haklarının bilhassa hapishanelerin özelleştirilmesiyle beraber format değiştirip farklı fakat bilindik yollarla inşa edildiğini gösteriyor. Her ne kadar ABD hapishanelerdeki ucuz mahkûm emeğinin Victoria’s Secret ve benzeri sınır ötesi şirketlerin zenginleşmesine sunduğu katkı biliniyor olsa da herhangi bir suç işlememiş olmasına rağmen haksız sebeplerle tutuklanan, işlemedikleri suçu zorla kabul etmeye ikna edilen, ya da kefaleti ödeyemediği için içerde kalan binlerce siyah mahkum var. Adeta rehin alınmış ve hayatlarına ipotek konulmuş siyahların oy kullanma hakkı gibi temel vatandaşlık haklarından ya da velayet, nafaka hakkı gibi medeni haklarından ömür boyu mahkûm edildiğini gösteriyor.
“Bundan sonra, ben hapse girdikten sonra, herkes hapse girdikten sonra, devrimciler hapsedilebilse bile devrimin hapsedilemeyeceğini söyleyeceğiz.” (Fred Hampton, Kaynak: 13th)
Kanımca belgelesin en önemli noktalarından biri oy hakkı başta olmak üzere siyahların vatandaşlık hakkı için verilen, onlarca yıla yayılan mücadele ve direnişin hangi yöntem ve saiklerle suçlulaştırıldığını başarılı bir biçimde ortaya koymuş olması. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllara damgasını vuran Kara Panterler ve Siyah Kurtuluş Ordusu gibi grupların güç kazanmasıyla yine aynı yıllardaki ‘hapishane patlaması’, mahkumlaştırma ve tutsak etme pratikleriyle doğrudan ilişkili olduğunu anlatan 13th, arşiv görüntüleri ve belgelerinin yanı sıra, aktivistler ve araştırmacılarla yapılan görüşmeler aracılığıyla siyahlar arasında benimsenen, güç kazanan ve siyah direnişinin güçlü simgesi haline gelmiş isimlerin öldürülmesi, sürgünde yaşamak zorunda bırakılmaları, hapsedilmesi, hapishanede işkenceye maruz kalmalarının liderleri cezalandırarak hem geride kalanlara gözdağı vermek hem de bütün bir hareketi suçlulaştırıp, marjinalize ederek gözden düşürme çabası olduğunu belgeliyor. Örneğin Martin Luther King, Fred Hampton, Angela Davis gibi pek çok bilinen ve sahiplenilen isimler, FBI ve benzeri kurumların “tehlikeli ve silahlı” diyerek arama bültenlerine konulmuş ve ABD toplumuna karşı tehdit unsuru olarak tanımlanmışlardı. İnsan hakları ve sivil haklar aktivisti Malcom X, gizli görev polisleri ve sivil polisler tarafından sürekli gözetim ve tacize maruz bırakılmışken, siyahları, Amerikan yerli halklarını ve Porto Rikoluları bir araya getirmeyi başarmış Kara Panter Fred Hampton ise henüz 21 yaşında, hamile karısıyla birlikte kaldığı evinde polis tarafından sabaha karşı açılan ateş sonrası hayatını kaybetmişti.
“Kurt sürüsü”, “hayvanlar”, “caniler” ve “canavarlar”… yok edilişleri mübah olanlar…
Adım adım seçimlere yaklaştığımız ve HDP’nin kapatılması tartışmalarının sürüp gittiği bu dönemde aradaki benzerlik ve bağlantıyı görmemek mümkün değil! Uzun yıllara yayılan sistematik ve yapısal şiddetin, milliyetçi-muhafazakâr siyasetçilerin söylem ve pratikleriyle körüklenerek nasıl bir Kürt düşmanlığına dönüştüğü hepimizin malumu. Ana akım medya ve siyasiler tarafından “mikrop”, “canavar”, “mahluk” diye nitelendirip insandışılaştırılan ve dolayısıyla öldürülmesinde, “etkisiz hale getirilmesi”nde sakıncadan ziyade yararın bulunduğu Kürtlerle, belgeselde kısaca yer verilen 1915 tarihli The Birth of a Nation (Bir Ulusun Doğuşu) filminde siyahların resmediliş ve temsil ediliş biçimleri arasındaki benzerlik insanın içini ürperten türden.
Yine 1960’lardan başlayarak giderek hızını ve dozunu arttıran siyahların doğrudan suçla ilişkilendirilmeleri ve bu ilişkinin temsil edilme biçimlerinin (tecavüzcüler, hırsızlar, uyuşturucu bağımlıları, katiller, vb.) yarattığı toplumsal algının siyahların daha da izole edilmesi, hapsedilmesi, işkence görmesi, linç edilmesi (Trump’ın miting sırasında kendisini eleştiren #BlackLivesMatter / #SiyahYaşamlarDeğerlidir aktivistlerini hedef göstermesini, diğer katılımcılar tarafından itilip kakılmalarını, yumruklanışlarını, üzerlerine tükürülmelerini hatırlayalım) gibi eylemleri normalleştirdiğini ve hatta mübah kıldığını biliyoruz. Peki ya Kürtlerin mütemadiyen “terörist”, “bebek katili”, “kaçakçı” (Roboski’yi hatırlayalım), “gaspçı”, vb. resmedilmesiyle Kürtçe şarkı söylediği için ya da sokakta Kürtçe konuştuğu için dövülen, yakılan, öldürülen, mezarları bombalanan Kürtler arasındaki bağlantıyı görmek bu kadar mı zor? Ya da 17 yaşındaki silahsız Trayvon Martin’i sokak ortasında vurup öldüren polis Zimmerman ile 17 Ocak’ta Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bozma kararı sonrası 3. Duruşması görülecek olan Kemal Kurkut’u öldüren polis Yakup Şenocak arasındaki ilişkiyi? Ya da Kemal Kurkut’un öldürülme anını fotoğraflayarak belgelemiş olan gazeteci Abdurrahman Gök’e verilen cezayı daha dün onayan Diyarbakır Bölge Adliye Mahkemesi’nin kararını?
Nasıl 2014’te polis tarafından boğazına bastırılan ve “nefes alamıyorum” diyerek ölen Eric Garner ile 2020’de benzer şekilde öldürülen George Floyd arasında ya da Berlin’de sokak ortasında polis şiddetine maruz bırakılan göçmen ve mülteciler arasında bir bağlantı varsa bu polis memurlarının “meşru müdafaa” yasalarına sığınarak ya da Türkiye’de olduğu gibi bu türden bir mazerete sığınmasına gerek dahi kalmadan cezasızlık zırhıyla kuşatılması arasında da yadsınamayacak bir ilişki var: Hangi yaşamlar yaşam olarak görülüyor, yaşanmaya değer bulunuyor ve hangileri bulunmuyor?
Röportör: Ama soru şu, oraya nasıl varılacak? Karşı koyarak mı? Şiddetle mi?
Angela Davis: Bunu mu sordunuz? (Kinayeli bir şekilde gülerek)
Röportör: Evet.
Angela Davis: Ben Birmingham, Alabama’da büyüdüm. Dört genç kız… Onlar… Bir tanesi kapı komşumdu. Bir diğerinin kardeşiyle çok iyi arkadaştım. Kız kardeşim hepsiyle arkadaştı. Annem onlardan birinin öğretmeniydi. Hepsi öldüler. Peki ne buldular? Her yana dağılmış organlar ve kafalar buldular. Çok küçük yaştan beri sokakta patlayan bombaların sesini hatırlıyorum. Evimizin sarsıldığını. Babamın sürekli silah taşımak zorunda kaldığını. Çünkü her an saldırıya uğrayabilirdik. O yüzden biri bana şiddet hakkında bir şey sorunca kulaklarıma inanamıyorum. Çünkü bu, soruyu soran kişinin Afrika kıyılarından kaçırılan ilk siyahtan buy ana bu ülkede siyahların neler çektiğinden hiç haberi olmadığı anlamına geliyor.
(Kaynak: 13th)
Judith Butler’ın ortaya attığı bu soru nasıl ki ABD’de siyahlar ve diğer beyaz olmayan halkların uzun yıllara yayılmış ırkçılık ve direniş deneyimlerine bakmak için önemliyse, Türkiye’de de başta Kürtler olmak üzere ezilen halkların deneyimlerini tarihsel ve sosyokültürel bir bağlantıya oturtarak okumak ve eşitsizlik ve ayrımcılık üzerine kurulu baskıcı rejimleri tahlil etmek için iyi bir başlangıç noktası olabilir.