Tahakküm ilişkilerinin gündelik-yeniden üretimi ve bu yeniden üretime karşı çıkış ikili münasebetlerde, evlerde ya da alışverişte başlasa da orada kalmıyor. İktidar karşıtı hareketlerin, siyasi partilerin, sivil toplumun günlük, haftalık, aylık toplantılarında, programlarında bu yeniden üretim bir anda ortaya çıkıverebiliyor. İktidarın anlayışı ile karşı duranların pratikleri arasındaki makas kapandıkça; iddia sahibi olanların-karşı duranların söyledikleri ve pratikleri arasındaki makas açılıyor.
Liderler, öncüler, başkanlar sürekli ne yapılması gerektiğinden bahsediyor. Örgütlülük karşısında, halkın gücü karşısında hiçbir tiranın duramayacağı sözü, coşkulu hitapların amentüsü oluyor. Etik-estetik tartışmalarıyla vücuda yapılan dolgular, botokslar eleştirildiği kadar siyasetin dili ve eylemine yüklenen botoksları, dolguları da eleştirerek yeni bir güzellik dile getiriliyor. Başka türlü bir yaşam, eşyaşam, modernizm kadar muhafazakarlığa da karşıdır sözü tek nefeste ağızdan çıkıveriyor.
O halde yani doğru bu kadar ortadayken “doğruyu söylemek” neden parrhesia’ya[i] dönüşmüyor? İktidarın topunu, tüfeğini, zorun gücünü bu kez bir tarafa bırakalım. Salına salına etrafa saçtığımız sözlerle aramızdaki ilişkiden bahsedelim. Ağzımızdan çıkan sözlere inanıp inanmadığımızı anlamaya çalışalım. Biraz da, Kürt olduğunu, kadın olduğunu, feminist olduğunu, sosyalist olduğunu, ekolojik yaşamı savunduğunu söylemenin yarattığı konfor alanlarını, bu iddiaların ödev olanı unutturmasının altında neyin yattığını konuşalım. -Bu kadar baskı altında konfor da neymiş, demeden konuşalım-
Halimizi buralarda tartalım. Çünkü ağzımız başka söylerken, zihnimiz eylemi başka türlü gerçekleştiriyorsa orada bozulmuş bir şeyler var demektir. Öylesine razıyız ki kendimizden unumuzu eledik, eleğimizi astık sanıyoruz ya da oturduğumuz koltuklar, aldığımız görevler bir bizimle anlamlı, bir biz hakkını veririz yanılgısına kapılıyoruz. Cesurca eleştirmek, sorumluluk almak yerine dışarıdan, söylendikçe söyleniyoruz çünkü ya küstürülmüşüz ya riske atamayacak kadar statüye, eşyaya, aileye vs. bağımlı hale gelmişiz. Güzel için, doğru için kavga etmektense, karşı karşıya gelmektense uzlaşıyoruz. Dışında durarak da, içinde sessiz kalarak da…
Hakikat arzusundan-örgütlü olmaktan koptuğumuzda fikir sandıklarımız zaten bir avuç dedikodu ve kuruntudan fazlası olmuyor. İktidara gösterilmeyen öfke ve kararlı duruş, dedikodudan alınan güçle, beraber yol yürüdüklerimizi ezip geçmemize, egemeninkine özenen dizaynlara girişmemize yetiyor. Aman yarabbi bu ne demagoji! Dedikodulara dayanan tüm o cümleleri tekrar ederken iktidarın içimize taşındığı yer nasıl da ortaya çıkıyor.
Bunlar görünmüyor sanılıyor galiba ama aslında öyle olmuyor. Kendi eksiğini başkasının pratiğiyle açıklama kurnazlığını üretiyor. Statüsü “daha fazla” olanlar “daha azı” yaptığında diğer herkes azı daha da azaltmayı meşru görüyor. Alternatif yaşam içinince ince üretilmiş fikirlere, eylemlere, deneyimlere bunca şeyi dönüştürmüşken kör bakılıyor. O fikirler, deneyimler ütopyaymış gibi, mitosmuş gibi anlatılmaya başlıyor. Yeni, eski üzerinde; postmodernizm, örgütlü yaşam üzerinde; ben, biz üzerinde yapay hiyerarşiler yaratıyor.
Tabi bu hastalık yeni değil, ilk kez de anlatılmıyor ama hâlâ mı buradayız dedirtiyor, delirtiyor. Misal; Hebbel’in Judith tragedyasına ilham veren Eski Ahit’in apokriflerinden bu yana tahminen 2200 yıl, yazarın tragedyayı yazmasından bu yana tahminen 200 yıl; parrhesia derdinden bu yana ise insanın toplumsallaşmaya başlaması kadar uzun bir zaman geçmiş.
Parrhesia’nın sadece erkek dünyasının meselesi olduğu ve parrhesiastes’in sadece yurttaşlar yani meclise dahil olabilen, meclis kurabilen erkeklerle sınırlı tutulduğu zamanlarda, tam olarak yurttaş bile sayılmayan Bethualili Judith, Tiran Holofornes’in başını kesip mızrağın ucunda halkına götürdüğü ana kadar[ii] aslında birçok açıdan parrhesiada yaratıyor. Ahlakçı normlara meydan okuyan yöntemleriyle Tiran’ın karşısında durmak; bu karşı duruşta kendi-halkının hakikati önündeki engeli kaldıracak kadar “doğruyu söylemek”, “doğruyu eylemek”; beğenelim ya da beğenmeyelim, annesini-anneliği geçmişin ve geleceğin aczi olarak gören o aklı taşıyan başı yerinden sökmek bunlardan birkaçı.[iii]
Judith, parrhesia yaratıyor çünkü Holofornes’in, öfkesi altında, zulümle, yoksullukla terbiye edip itaat ettireceği yığınlar yaratmak gibi bildik arzuları var. Öyle sosyalist, demokratik, ekolojik, eşitlikçi, komünal bir yaşamı ya da bunlardan herhangi birini de savunmuyor. Demokrasinin, güçlülerin-erkeklerin demokrasisi olduğu ve savaşmakta hiçbir beis görülmediği yaşamın neferi. O bile buna rağmen bir gün subaylarına şöyle seslenebiliyor; “Kendini fikirlerle meşgul etmeyi bilmeyip başkalarının kuruntu ve dedikodularına zaman ayıran bir kafa taşınmaya değmez.”
Arttırıyorum; bu kafalarla karşılaştık diyelim -boynundan ayırmak bir tarafa- onları dinlemeye de, önemsemeye de, hesaba katmaya da değmez. Değil ki iktidarlar tarafında, aslında en çok da direnenlerin hattında yüktür, tüm o uğultular. Çünkü parrhesia kendine dikkat etmekle -xwebûn- başlıyor. Sözün tartısı, hakikati hayat yapmaya girişmiş kişinin kendini ne kadar bildiğinden, bildiği doğruyu cesaretle bir ödev gibi savunmasından, gerçekleştirmesinden geçiyor; kendine göre dokunulmazlıklar yaratmaktan değil, küsüp oyunu bırakmaktan değil, uzlaşmaktan değil, karşıdakine göre şekil almaktan değil.
Haliyle uzaklardaki birilerine, soyut hikayeler anlatıyormuş gibi siyaset yapmaktan vazgeçilmedikçe, topluma çağrısı yapılan doğrunun, söyleyenle arasındaki bağ söz-eylem bütünlüğüyle yeniden kurulmadıkça; statüleri, korunması altında olduğu grupları, malı, mülkü hatta dostu kaybetmeyi göze almadıkça parrhesiastes olunmuyor. Mevcudun ötesine geçemeyenler de politik kitleler değil yığınlar oluşturuyor ve o yığının vasat bir parçası olmaktan ileriye gidemiyor.