Hükümet kimseyi dinlemeyen inatçı tavrıyla en sonunda yasayı Élisabeth Borne’un inisiyatifiyle mecliste dahi onaylanmadan geçirirken, karşısındaki toplumsal hareketlerin politik dinamiklerle buluşarak daha da artacak radikal bir sokak muhalefetini görmezden geliyorken, sendikalar, protestocular, öfkeli gençlik kuşağı açısından sokaklar yeni protestoların mekânı haline çoktan geldi. Fransa’da bazı gazeteler daha şimdiden acaba yeni bir 1789 mu yaşanıyor sorusunu soruyor. Evet neoliberal bir teknokrat grubun hatta sadece dokuz kişinin, milyonların hayatına karar verdiği bir zamanda Fransa politik tarihinin önemli çatlaklarından birini yaşıyor. Tarihi bir dönemece giren gösterilerin aktörleri bunun pek farkında olarak sokağı kendilerine direnişin mekânı yapmaya kararlılar. Peki kimseyi duymayan kibirli tavrıyla Macron neden bu kadar inat ediyor ve yasayı sadece kendi marjinal grubunun etkisiyle geçirmek istiyor? Bunun cevabı sanırım aşağıda daha açık anlatılacak, lakin direnenler sokağı işaret ediyor. Yeter artık diyen protestoların ateşi Paris’i ve Fransa’da birçok diğer şehrin sokaklarını şimdiden kaplamış durumda. Geniş bulvarıyla, ışıklı vitrinleriyle Lafayette’in ya da Printemps mağazalarının veya turizmin ışıklı caddesi Champs-Élysées’nin popüler mekânlarından, Benjamin’in ‘19 yy’ın başkenti Paris’ dediği bir şehrin siyasal ve kültürel tarihi belki yeniden yazılıyor. Üniversite alanlarından, üretim sektörlerine, şirketlere, ufak mağazalardan hizmet sektörüne kadar belki de her alanda borçlandırılmış, preker ve işsizlik riskiyle karşı karşıya kalan yeni kuşak, sadece mobbing veya umutsuzluk korkusuyla yaşamıyor hayır, bildiğimiz anlamda sosyal devletin bile son kodlarına helak getiren yurttaşlarının sesine kör, vurdumduymaz bir hükümetin herkesi geleceksiz bıraktığı bir Fransa’ya çoktan girildi bile. Lakin basına da yansıyan birebir gözlemlerden takip ettiğimiz en keskin durum hem CPE, hem Gece Ayakta ve Sarı Yelekliler eylemlerinden daha sert geçeceğe benzeyen emeklilik yasası karşısında komünün ruhu yeniden Paris’in sokaklarını sarmış durumda. Ve elbette sokakta yanan ateşlerden bahsediliyor, neredeyse iki haftadan fazladır çöp toplamayan, greve giden çöpçüler de diğer bütün alanlardaki ezilenler ve emekçiler gibi, sokakta son sözlerini hala söylemediler.
Aynı zamanda şunu eklemek gerekir ki Macron 49.3 [1] yasasına dayanarak meclisi dikkate almadan emeklilik yasasını geçirerek, Chirac döneminde başlayan prekarite yasasında olduğu gibi Fransa’da bir demokrasi sorununu ortaya çıkardı: Liberal parlamenter demokrasinin krizi. Macron hükümeti kitlelerin isteğini değil, işveren sendikalarının isteğini uygularken, ülkenin sokaklarını dinleyemeyen ve ülkeyi yönetemeyen siyasetiyle aynı şekilde ciddi bir krizle karşı karşıya. Macron hükümetinin bu tavır ve kararlarını ülkelerin başına musallat olmuş kakitokratik ‘adamlar’ rejiminden, dünyanın haleti ruhiyesinden elbette uzak okuyamayız. Dünyanın bir siyasal, ekonomik, ekolojik ve toplumsal krizin eşiğinde olduğu aşikâr ve Fransa toplumsal hareketler, sokak mukavemetleri geleneği açısından en güçlü alan olarak belki ilk trans-sosyolojik sinyalleri de veren yerlerden biri olarak not edilmeli. Emeklilik reformuna karşı yükselerek artan öfkeye rağmen yürütme kararını gensoruyu bile dikkate almadan kullanan hükümet karşısında, sendikalar arası çağrıyla, genel grev çağrısıyla 23 Mart Perşembe dokuzuncu gün ulusal seferberlik düzenlendi. Paris sokaklarındaki mukavemetler bize sunu işaret ediyor: Daha radikalleşen, ‘yeter artık’ diyen (ras-le-bol) başkaldırıların eylem grameri değişiyor ve güncelleniyor!
Macron hükümeti sokağa inen kitleleri ve protestoların haklı taleplerini dikkate almayarak, kendi seçmenleri de dahil meşrutiyetini yitirdi mi? Bu durum Fransa’da yeni sokak protestolarını doğururken, Macron’u daha da monark ve otoriter kılan bu müdahale 1789’u gösterir mi emin değilim, ama yeni bir 68’in kapılarını araladığı çok açık. Elbette yeni bir siyasal dinamiğin, küresel sorunların girdabının uzağında olmayan, işsizlik, prekarite ve geleceksizlik sorununu Avrupa’da en güçlü yaşayan ülkelerden biri olarak Fransa’da yeşerecek olan başka bir 68 baharının diğerinden daha sert ve farklı olacağını biliyoruz. Daha şimdiden üniversiteliler neredeyse Fransa’da (386) bütün üniversiteleri bloke ettiler. Bu reform sadece Fransa’da yeni doğan şiddet yanlısı bir rejimi aralamıyor, toplumun önemli kesimini dinlemeyen monark bir iktidarın sonunu da hazırlıyor. Önceki gün yaptığı açıklamayla Fransız hükümetinin polis şiddetini kınadı. Sarı Yeleklilerle birlikte polis şiddetini inanılmaz boyutlara tırmandıran Macron hükümetine yönelik bu uyarı yeni değil. Toplumsal seferberlik çağrılarının nerdeyse 10. gününde şimdiden 457’yi geçen gözaltı sayısıyla birlikte Paris’te protesto grupları sokaklarda birkaç saat boyunca yürüyerek, grev dalgasından dolayı sokakta kalan onlarca çöp bidonunu ve çöpü ateşe verdiler. Hükümet ve bazı anaakım liberal gazeteler, eylemcilerin haklı tepkisini ve taleplerini ya da Fransa’nın neredeyse son 10 yıldır ciddi boyutlarda yaşadığı işsizlik ve ayrımcılık siyasetini (üniversitelerdeki mobbingi, işsizlik, prekarite ve kırılganlığı ise unutmamak lazım) görmezlikten gelerek şimdiden bir zamanlar merkez sağın sembollerinden biri olan Sarkozy’nin dil bagajından pek de uzak olmayan, hatta ondan devralınan ayrımcı politik söylemi göstericiler için telaffuz etmeye başladılar: ‘Haydutlar, yıkıcılar sokakları ateşe verdi… vs.’ Radikal sol militanların ortak eylem inisiyatifi olan ‘Black Bloc’un (Kara Blok) her eylemde polisle çatışmasının sembolleştirilmesi üzerinden rahat şekilde eylemcileri damgalayarak sokağa inen, öfkesini ve tepkisini sokaklarda barikat veya ateş yakarak kuran herkese yönelten hükümet, gençliğin kendini ifade biçimlerini sistematik damgalamayla baskılamaktadır.
Protesto ve polis çatışması açısından sanırım geleceksiz kuşağın şeytanlaştırılması dünyanın her yerinde olduğu gibi elbette Fransa’da da geçerli yasa olarak okunuyor gibi. Türkiye’de her şeyin altından Kürtleri ve radikal muhalifleri çıkarmayı seven otoriter Erdoğan hükümetinin Gezi’de kullandığı ve kitlelerin haklı taleplerini kriminalize eden ‘çapulcular’ ifadesinden farklı olmayan ‘Casseurs’ yani ‘Yıkıcılar’ veya haydutlar ifadesi yüzleri açık veya maskeli eylemcileri, işgalcileri yani geleceği elinden alınmış kırılgan bir kuşağı damgalamak bir yana, daha da radikalleşen bir kuşağın doğmasına katkı sunuyor. Macron’cu liberal hükümet ‘Black Bloc’ üzerinden ötekileştirmeyi seviyor. Peki kim bu Black Bloc’cular? Aslında tam da devlet şiddetinin daha da artmaya başladığı dönemde çatışma kültürünün içinden çıkan sosyolojik olarak ortak bir eylem inisiyatifine vurgu yapan dinamikten öte bir şey değil. Kara blok ifadesi, bir eylem çerçevesinde, gösteri taktikleri veya kolektif doğrudan eylem biçimleri kullanan, muhtemelen şiddet içeren, radikal aktivizmin anatomisini ifade ederken daha gayri resmi yöntemler kullanarak geçici eylem yapılarını müşterekleştiren radikal çoklu dinamikler. Dolayısıyla bütün yangın ve şiddetli sokak eylemlerini ‘herkesin’ yapabileceği bir ortamda ve bunun aslında Fransa’daki politik baskının (İslami-sol gibi garip kavramlaştırmalarla, dekolonyal, LGBTQI+ çalışmalarının şeytanlaştırılması, aşırı sağın yükseldiği ortamda popülizmi öne çıkarma, göçmenlerin tehdit edilmesi, sosyal yardımların bilerek kesilmesi, vs. vs.), geleceksiz çalışma koşullarının, adaletsizliğin ve polis şiddetinin bir sonucu veya karşılığı olduğunu unutan hükümetin gündemi ve belki zamanı kurtarmaya çalıştığı ve ayaklanan yurttaşlarını dinlemek istemediği çok aşikâr. Birçok gazete, ulusal refleksle hareket ederek belki yanlış bir analiz de olsa 1789 ayaklanmasını, Fransa’nın artık ayağa kalkmasını işaret ediyordu. Belki de politik olarak artık soruyu sormakta fayda var, son iki dönemdir sırf Le Pen gibi radikal faşist hareket gelmesin diye sol ve toplumsal muhalefetin emeğiyle seçilen, denetimi ve polis şiddetini süreklileştiren, sokağı dinlemeyen ve hatta Avrupa Komisyonu’ndan ve CEO’den (Corporate Europe Observatory) bile sert uyarı alan Macron hükümetinin meşrutiyeti nasıl hala var, neden milyonlar istemediği halde bir yasa geçiriliyor? Bu soruyu açıklamak sanırım çok karmaşık olmasa gerek. Keza Macron hükümeti François Hollande hükümetindeki görevinden beri (2015 yılında ‘Macron Yasası’ olarak bilinen Amerikan modelini taklit eden büyüme, faaliyet ve eşit ekonomik fırsat yasasını çıkarmıştı) yıllardır icraatlarıyla gösterdi ki aslında Fransa’nın içinde olduğu kapitalizm okumasını biraz da küresel kapitalizm ve borçlandırma sistemiyle buluşturarak (iş kanununda reform yasası mesela), yeni bir ‘Amerikan rüyası’na benzer bir neoliberal Avrupa tahayyülü yaratma hayaliyle dokumaya çalışıyor. Fransız kapitalizmindeki küresel değişimlerin rehberi rolünü oynayan Macroncu neoliberalizm, zamanın Fordist uzlaşmasını deneyimleyen yani sosyal devletini bir şekilde gören işçiler ve onlarla, ekonomik dönüşümler geçiren çocukları, geleceksiz torunları arasında derin bir uçurum yarattığı çok açık. Su çok açık ki bu post-fordist uçurum sürekli şekilde gençlikte pazara endeksli ‘kaybeden ve kazanan’ ruh halindeki bir kuşağın yaratılması arzusu içinde olarak, kuşaklar arasında, gençlik dinamikleri içinde inanılmaz boyutta sınıfsal ve politik ayrımcılık, ayrıştırma yaratarak, sınıf katmanları arasındaki bu diskalifiye meselesini gençlik içinde kendi yaşıtları arasında da normalleştirme yönelik kuruyor. Bu da şunu daha görünür kılıyor: Sürekli ötekileştirilen, kişisel becerilerin hırsı üzerinden pazara sürülen (PR yapan, en çok like almaya çalışan, risk alan, kolay para kazanan bir kuşağın yaratılması), hayatın sosyal medyada başarı oranları üzerinden kurulması önerilen, gençlik kuşaklarında ‘kaygı’ dinamikleri artarken güvencesiz şekilde büyüyen preker kuşakta (banliyöde barınma veya değil, güvencesiz ebeveynler, fakir aileler, göçmen çocukları, sosyal ve okul entegrasyonunda kriz yasayanlar, ve elbette kültürel kapitali olmayan yoksullukla boğuşan gençlik) her şey biraz da normalleşme eğilimine ittirilmektedir. Şu çok açık ki Macron’un bu siyaseti, sadece sosyal devletin kazanımlarını baltalamaya yönelik değil, yeni bir toplumsal yeniden üretim alanı ve buna uyacak yarış içinde bir özne yaratma derdinde. Bu şey elbette işçi sınıfının habituslarından biri olan ‘erken emekliliğe’ sadece müdahale değil, aynı zamanda tam da geleceğin Fransa’sının nasıl olması gerektiğine dair işverenlerin şimdiden koşulları kurmasına yönelik bir adım olarak okunabilir. Günün sonunda sosyal devletten geriye bir kısmı ortadan kalkan kazanımlar kalmıyor, hayır bütün bir halkın borçlandırılmasını sağlayan artık eski anlamlarından yoksun bırakıldıkları için emeğin de kriminalize edildiği veya pazara endeksli yaşama dahil edildiği yeni neoliberal sosyal üretim alanlarında var olmaya devam edilmesi arzulanıyor.
Dijital çağda güvencesiz, geleceksiz gençlik ve umutsuz alt – orta sınıflar
Eylemlerin belki de bu kadar görünür olmasını sağlayan bir kuşaktan, yani sosyal medyayı iyi kullanan bir dijital Macron dönemi kuşağından sosyolojik olarak bahsedebiliriz. Ama bu kuşak aynı zamanda inanılmaz preker ve geleceksiz koşullarda güvencesiz şekilde çalışan diplomalı bir kuşak, yani kognitif işçiler kuşağı veya daha da eriyen orta sınıfın çocukları. Geleceksiz ve güvencesiz bu preker dijital çağ kuşağının kişisel network alanlarındaki donanım düzeyleri ve dijital kullanımları eylemlerin imgelerinin, videoların ve fotoğraflarının veya sosyal medya alanında sirkülasyonunu da belirliyor. Telefon ekipman hareketliliği üzerinden ve ortak wi-fi İnternet bağlantılarıyla, farklı sosyal medya ağlarındaki dolaşımla ve her türlü eylemi (buna şiddet biçimleri özellikle dahil), ve eylemlerde maruz kaldıkları baskı biçimlerini teşhir eden dijital network gençlik kuşağı, şimdiden benzeri görülmemiş bilgi ve eylem aktivizmleriyle başka araçları protesto biçimlerinin araçları haline getirmekteler.
Başbakanlığın emeklilik reformunu kabul etmek için 49.3 maddesini kullanma kararından itibaren protestocular ve grev dalgasının aktörleri ülkenin sokaklarında radikal bir güçle bu karara tepki verdi. Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi Fransa’yı çok güçlü hatta beklenmeyen bir eylem dalgası ve kalkışma bekliyor. Belki bu anlamda Paris Komünü’nü iyi bilen, 1968 gibi güçlü bir ayaklanma geleneğinden gelen Fransa’nın genelinde bu hareketlilik dalgası güçlü bir artış gösterirken, yürüyüşlerin karşısında durmadan artan polis şiddeti ise Fransa için ilk olmasa da ‘demokrasiyi’ savunduğunu söyleyen ama muhalif hiçbir sese tahammül edemeyen, neoliberal Macron hükümeti ve siyaseti açısından artık bir dönüm noktasını geride bıraktı. Sendikalar emeklilik reformuna karşı Mart’ın başından beri Fransa’da iş bırakma çağrısında bulunurken, işverenlerin sendikası Medef’in (Fransız Şirketleri Hareketi Sendikası) reformun geçmesindeki etkisini ise unutmamak lazım. İşin daha trajik boyutu ise Macron’a oy veren ve sosyolojik olarak Macron kuşağı dediğimiz, dijital çağın yeni kuşağının sokağa inmiş olmasıdır. Evet Fransa’da sokaklar ısınıyor ve bu durum sanırım şu ana kadar olan popüler hareketler ve protesto biçimlerine dair okumalarımızın da değişmesine katkı sunacak bir nitelikte gibi. Hükümet eylemcilere karşı şiddeti meşru bir durummuş gibi kullanıp onları kriminalize etmeye devam ederken, şimdiden sendikalar 10. Seferberlik için 28 Mart’ı işaret ederek, emeklilik reformu karşısında yapacakları mitingleri ilan ettiler.
[1] Fransız Anayasası’nın 49. maddesinin 3. paragrafı şunu öngörür: ‘’Başbakan, Bakanlar Kurulu tarafından görüşüldükten sonra, bir maliye veya sosyal güvenlik finansman tasarısının Millet Meclisi’nde oylanması konusunda Hükümetin sorumluluğunu üstlenebilir. Bu durumda, takip eden yirmi dört saat içinde bir gensoru önergesi önceki paragrafta öngörülen koşullar altında verilmediği takdirde, bu tasarı kabul edilmiş sayılır. Başbakan, ayrıca, her oturumda başka bir kanun tasarısı veya teklifi için bu usule başvurabilir’’.