Nasıl yaşamak istediğimize dair berrak bir aklımız ve iddiamız varsa bile geleceğe doğru yaşamak, geleceğin halihazırda emsali olmaması sebebiyle cesaret işidir. Çünkü kendini gerçekleştirmek, geleceği kurmaya çalışmak bilinmeyene yol almaktır.[ii]2022 bize cesaretin ne denli önemli olduğunu, dünyanın her yerinde yükselen direnişlerle gösteren bir yıl oldu. Çok yorulduk. Ama iktidarları da salladık.
Somut meselelerimizin bazen bağlantılı görünmese bile aslında birbirinden bağımsız olmadığını yine mücadele ederken deneyimledik. Bu yıl kadın hareketlerini de halk direnişlerini de dünyaya yayılmış Kürtleri de ortak duygu ve dayanışmaya daha fazla çeken, pozitivist aklın yerine koyulanlar oldu, galiba. Belki de adını bile ilk kez duyduğumuz bir sokakta çıkan şerareden, dünyaya dalga dalga yayılan özgürleşme arzusu, iktidarların politikaları sebebiyle tetiklenmiş, onlarca iktidar karşıtı toplumsal direnişi beraberinde getirdi.
Siyasetin ta kendisi olan “yaşamak hali” alabildiğine saçaklıydı ve tam da bu yüzden tekçi yöntemleri, sadece aklın-erkekliğin yarattığı doğruları dayatması ve buna itiraz edenlere uyguladığı yüksek yoğunluklu şiddetin benzerliği, direnişlerin ilerleyişini durduramadı. İktidarların ev, araba, maaş, istikrar vaatleri bir kısmımızı tutsa da hepimizde çalışmadı. Yine, kimilerini ayağa kaldırmaya, yola katmaya yeten, bazılarını henüz harekete geçirmemiş olsa da içlerine, yola çıkmanın cazibe tohumlarını ekti. Özgürlük arzusu gibi, duygudaşlık gibi, beraber yol yürüdüklerimize adil yaklaşmak gibi pozitivizmin manasız gördüğü her şey iktidarların başına bela oldu. Zaten bela olmak en çok direnenlere yakışırdı.
Tüm bu direnişlerin nasıl yan yana geleceği ise 2023’te “biz”lerin mücadelesinin esaslı dertlerinden biri olduğu ölçüde, sallananların devrilmesini dünya gözüyle görmemizi sağlayabilir. Çünkü parçası olduğumuz kolektif yapılar kadar her birimizin, tek tek bunu görmeye ihtiyacı var. Tamamlanmamış hissettiğimiz duygularımızı tamamlamaya, yolun, yolda olmanın kendisi şahane olsa da tahayyül ettiğimizi yaşamaya ihtiyacımız var. Çünkü yeter ki istesin, hemen herkes özgürlüğün ne şahane bir fikir, üretime katılmanın ne kutsal bir edim olduğundan bahsedebilecek kadar bilgiye ulaşabilir. Kadınları tarihten silmek üzerine kurulu-kurgulu erkekliğin bunu başaramadığı, her dönemde kadınların bir şekilde varlığını koruduğu da su götürmez bir gerçektir, bunu görmek için tarihe sahiden bakmak yeterli olacaktır.
Tabi ki kadın özgürlüğü, demokrasi, doğayla uyumlu ekolojik bir yaşama ilişkin fikirler geniş kitleleri etkileyebilecek kadar güçlüdür. Ama bunlar için mücadele ederken öldürülmek, birinin öldüğünü görmek çok derin bir acı, uzun bir yas süreci demektir. Bunlar akla bile gelmesin diye tecavüze uğramak hem cinsel bir suç hem de toplumların, kültürüne, tarihine yani varoluşuna yönelen bir politika olarak inanılmaz sarsıcıdır. Bu yüzden savaşlar, ölümler, tecavüzler ancak acısını gerçekten hissedenler eliyle ortadan kaldırılabilirdir.
Direnişin diyalektiğinden olacak; biz bunları yaşarken duygular, düşünceler birbirine dolanır, kazandıklarımız, yolda vedalaştıklarımız, bizden çalınanlar ya da geri aldıklarımız sebebiyle dönüşürüz. Herkeste mütemadiyen bambaşka duygular uyanır. Bu duygulardan biri de umudun ötesinde “rahatsız etmenin” yaratıcı potansiyelini düşünüp düşünüp heyecanlanmaktır.
Hem zaten patriarkal-kapitalist unsurları istikrarlı bir şekilde rahatsız etmek, neden, sebep oldukları acıyı ortadan kaldırmanın meşru kaynaklarından biri olmasın ki? Başka bir ifadeyle; sarsıcı ama bir o kadar da dönüştürücü-mümkün ütopyalara giden yol rahatsız etmeden nasıl yürünecek ki? Rollo May “acının varlığı yaşamın akışının aksadığını gösterir ve üzerine gidildiği takdirde yeni bir yaşamın yaratılmasına giden yolu başlatır” dediğinde bu acı karşısında yeniyi yaratma cesareti gösterenlerin, birilerini her zaman rahatsız edeceğini söylüyor olamaz mı? Çok açık! Bir yandan acı çekerken diğer yandan kurallara, rutinlere devam edebilmenin ötesinde bir şeyden bahsediyor. Acının değiştirme cesaretini yaratabileceğinden… Tüm sessizlikleri yırtıp sanatı siyaset, siyaseti sanat haline getirebileceğinden…
Acının uyandırdığı bu cesaret kaç kişiye Goethe’nin Werther’ini anımsattı bilmiyorum ama Goethe, Genç Werther’in Acılarını yazarak, yaratma cesaretini göstermişti. Enerji formu aşmış ve Werther’in hikayesine dönüşmüştü. Goethe, “parmaklarımın ucunda yanarak beni sıkıntıya sokan bireysel, çok yakın ilişkilerdi, bunlar beni sonunda Werther’i ortaya çıkaran ruh durumuna soktu. Yaşamış, sevmiş ve çok acı çekmiştim.”[iii] cümleleriyle eserin doğuşunu hayata dair en sahici duyguları taşımaya bağlıyordu. Yeni bir yaşamın yaratılmasına giden yolu başlatıyordu. Bu yüzden Genç Werther’in Acılarını yaratmak barikatları yıkmak, mitingler, yürüyüşler yapmak kadar- belki de daha fazla- politik bir edimdi ve dünyayı salladı.
Goethe’den sonra da hayatımızda yaratıcı cesaret eksik olmadı. Mehmûd Berazî, Şêro Hindê ve Hunergeha Welat’ın kolektif yaratıcı cesaretiyle daha içeriden heyecanlandık. İzlediğimiz şeyde ekmek yapılmaya, yün çırpılmaya, yuva yeniden kurulmaya hatta kavuşmaya yüzlerde gaz maskeleriyle girişilmişti. Geleceğin belirsizliği, savaşla yıkılmış bir mekânda tarif ediliyor ama acı ve yeniyi yaratma cesareti de tam orada duruyordu. Üstelik fonda -tüm ezberlere, tekrarlara tarzıyla meydan okuyan- doğanın doğurduğu onlarca enstrümanın ezgileri vardı. Tıpkı Goethe gibi onlar da yeni bir çağın felsefesini üretiyordu. Görseller zamanı büküyor, şimdiyi anlattığını bildiğimiz halde bizi hem tarihe hem de şimdinin çok ilerisine, müziğin üzerinde kayarak taşıyorlardı. Dünyadan varlığı silinmek istenen Kürtlerin, Kürt kadınların, Kürt annelerin dünyanın yıkıldığı o ânda, hâlâ orada olacağı, varlığını aslı gibi sürdüreceğini söylüyorlardı. İçinden geçtiğimiz savaş sürecinin sonrasına dair, geleceğin bilinmezliğine dair yaratıyorlardı.
Afganistanlı grafiti sanatçısı Shamsia Hassani’yi ise çoğumuz 2021’de Taliban’ın Afganistan’a saldırısı ile tanımaya başladık. 2020’den itibaren saldırının gelişini, yuvasının adım adım yıkılışını gözlemlemiş, bir panorama olarak sunmuştu, bize. Kadın kimliğiyle yaşaması bile yasakken kadın kimliğinden aldığı cesaretle çizmeye, sanat yapmaya devam ediyordu. Hemen her resminde saldıranlar karşısında saksısını kucaklıyor, o saksıda bazen evinden dünyaya açılan pencereyi, bazen dünyanın kendisini, çoğu zaman da hindibasını taşıyordu. Her resimde olduğu gibi klavyesinin tuşlarının dağıldığı resimde de başı dimdikti. Shamsia, acısına sebep olanları da asla çalamayacakları yuvasını-değerlerini de unutulmasınlar diye kendi meşrebince tuvaline işliyordu. Sessizliği, özgün çizgileri ve kadın sesiyle bozacak kadar yaratıcı cesurdu.
2022’nin rahatsız etmekte sınırları aşan direnişi ise Jin Jiyan Azadi sloganlarıyla, bu sloganın onlarca yılda ilmek ilmek örülmüş felsefesiyle, İran sokaklarını, üniversitelerini, her yeri özgürlüğe çağıran cesaretiyle kadınlarınkiydi. Jina’nın acısı kadınların ortak acısı, kadınların acısıysa herkesin acısına dönüştü. Öyle içe kapatan bir acı değildi, bu. Soluksuz yayılan, iktidarlara nefes aldırmayan cinstendi… Direnişin çok boyutluluğu birçok şeyin yanında bize bir de Arman Alipour ile tanışma fırsatı verdi. Alipour’un cel animasyon tekniğiyle yarattığı Resistanceve WOMEN/LIFE/FREEDOM videoları başta olmak üzere çoğu işi İran’daki muktedirlerin tekelindeki dijital dünyaya müdahale niteliğindeydi. Molla rejiminin sınırsız kontrolsüzlüğü, sınırsız acılara sebep olanaklı, sadece sokaktaki direnişe çarpıp geri düşmüyordu, dijital dünyadaki bu yaratıcı cesaret rejimin nefesini kesiyor, onu ifşa ediyordu. Yasaklar yaratıcı cesareti yine durduramamıştı.
Goethe, Hunergeha Welat, Shamsia, Arman ve tüm diğer tanrı parçacıklarının kulağına May’in “Fakat kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız. Bütüne katkıda bulunmadığınız için ihanetiniz topluma karşı olacak.” nasihati sürekli fısıldanıyor olmalıydı. Aksi halde hem umut vermeye girişmemek hem de umutsuzluğa karşı durmamak ama umutsuzluğa rağmen ilerleyebilmek bu kadar ustaca gerçekleştirilemezdi.
[i]Mite göre Olimpos Dağı’nda yaşayan bir titan olan Prometheus insanların ateşten yoksun olduğunu görmüş, ateşi tanrılardan çalarak insanlara götürmüştür. Bunun üzerine Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Her sabah bir akbaba gelir ve gece olunca yeniden büyüyen ciğerini yemeye devam eder. Vazgeçecek gibi olduğu her günün gecesinde ciğerini yeniden büyütenler, yaşamaya devam edenler acı, cesaret ve yaratma kabiliyetinin birlikte vücut bulmuş halidir.
[ii]Rollo May, Yaratma Cesareti, İstanbul: Metis Yayınları, 2001.
[iii]Yüksel Pazarkaya’nın Johann Wolfgang Von Goethe’nin Genç Werther’in Acıları eseri üzerine yazdığı Aydınlanmanın Romanı “Genç Werther’in Acıları” Üzerine Birkaç Düşünce yazısından alıntılanmıştır.
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
LL.M. Avukat, 1988’de Amed’de doğdu. 2011’de Dicle üniversitesi Hukuk Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans eğitimini, İstanbul Bilgi Üniversitesinde İnsan Hakları Hukuku alanında aldı ve “Sivil İtaatsizliğin İlkesel Özellikleri ve Meşru Dayanakları Bağlamında Hevsel Vakası İncelemesi” konulu teziyle 2019’da tamamladı. 2012’den bu yana Diyarbakır Barosu’na bağlı olarak avukatlık yapıyor.
2006-2014 yılları arasında kadının insan hakları alanında faaliyet yürüten, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele eden aynı zamanda DÖKH (Demokratik Özgür Kadın Hareketi) bileşeni olan Selis Kadın Derneği’nde; 2012-2015 yılları arasında DTK (Demokratik Toplum Kongresi)’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. 2018’den bu yana Jineolojî dergisinin yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine dair yazıları yayınlandı, bu alandaki çalışmaları devam ediyor.