Ajanslarda bir süredir, tutukluyken serbest bırakılanlar ya da onlarca yıllık hükmü yatıp çıkanlar “özgürlüğüne kavuştu” ifadesiyle haberleştiriliyor. Tarihsel kapatılmışlığımız bir yana güncel halimiz bile hâlâ yoğun ve sürekli saldırılarla yüz yüzeyken “özgürlüğe kavuşmanın” bu denklem içinde aslında nereye düştüğü muamma.
Müebbet cezaların gayrimeşru gerekçelerini ifşa etmeyi rafa kaldırdığımız, bari “infazını tamamlayanları bırakın” deyip infaz düzenlemesinin, kurul zımbırtısının muhalefetine daldığımız, kapatılma politikasıyla hasta edilenlerin bu kez de hastalığını ispatlamaya çalıştığımız, tam bir delilik halini yaşıyoruz.
Halbuki cezaevlerinde olup bitenlerin bilgisi toplumdan koparıldıkça, oralar kör noktalar haline getirildikçe yani cezaevlerindeki tecrit kurumsallaştıkça iktidarın tecridi uygulama alanları da genişliyor. Ülke içerisiyle ve dışarısıyla, eviyle, sokağıyla devasa bir cezaevine, tecrit de yönetim biçimine dönüştürülüyor. Haliyle cezaevinden çıkan, dışarı çıkmış ya da özgürlüğüne kavuşmuş olmuyor. İçerinin sandığımız kadar içeride, dışarının da sandığımız kadar dışarda olmadığıyla çarpışıyoruz. Dışarısı denen bir yer varsa bile orası özgür olmaya yetmiyor.
Hangi kitapların okunacağı, şarkıların hangi dilde söyleneceği, neyin toplumun genel ahlakına uygun olduğu hem içeride hem de dışarıda aynı odağın kurallarıyla belirleniyor. Gözaltına alındıklarında, tutuklandıklarında, kaldıkları cezaevi değiştiğinde her defasında ince aramaya maruz bırakılanların itiraz edememesini, ettiklerinde de iktidarların yaratıcı(!) şiddet biçimlerine uğramasını “içerinin meselesi” olarak gördükçe dışarısı da aynı güvenlik politikalarıyla denetim altına alıyor. Cezaevine gelen-giden mektuplardaki cümleleri karalayan akıl, kitapların içeriğini sansürlüyor, yasaklıyor, toplatıyor. İçerideki tutsağa nasıl giyinmesi gerektiğini söyleyen akıl, dışarıdaki kadını da üstüyle başıyla damgalıyor. Bir zamanlar kadınlara sokağa çıkmasınlar diye kezzap atan akıl, bugün eyleme katılmasınlar diye bedenlerinin her noktasına “dokunuyor”.
Denetime almak erkekliğin sömürgeci karakterinden geldiğinden ince arama icadı da en çok kadın bedenine, varlığına yöneliyor, onu denetlemek istiyor. Kadınlara 90’larda gözaltında tecavüz edenler ya da tecavüz tehdidinde bulunanlar, bugün 8 Martlara, Newrozlara katılmasınlar diye yine kadın bedeni üzerinden psikolojik üstünlük yaratmaya çalışıyorlar. Erkekler kadınları alaşağı etmek için her gün iktidarın politikalarıyla cesaretlendirilirken kadınlar da ince arama gibi uygulamalarla denetlenmeye alıştırılıyor. Çünkü erkek-ulus devletler yapısallığını her şeye “dokunabiliyor” “şekil verebiliyor” olmaktan alıyor, topluma da bu öğretiliyor.
Bu inşa ve öğreti karşısında muhalefeti, karşı mücadeleyi ya da alternatif yaşam politikasını üretmeye çalışanlar egemenin çizdiği, bizleri de çekmeye çalıştığı sınırlar içinde kaldıklarında bütünselliği kaybedebiliyor. Mesela ince aramanın dayatıldığı arama noktaları en güncel sınırlar olarak karşımıza çıkıyor. Orada olaylar tam olarak şöyle gelişiyor; muhafızlar ya seni istediğim gibi ararım ya da “içeri” giremezsin, diyor. “İçeride” 8 Mart ya da Newroz kutlanırken “dışarıda” kalmak yanılgısına kapıldığımız o anda içeri girmek için “ne gerekiyorsa” onu yapıyoruz. Elbette barikatı zorluyoruz, bürokratik görüşmeleri sürdürüyoruz ama… Tüm dünyayı ulus devletlerin sınırlarıyla parçalayanların bununla yetinmeyip yaşadığımız kente arama noktalarıyla çektiği sınırları kabullenip bedenlerimizi denetime de açabiliyoruz.
Üstelik bir ihtimal daha varken…
Eylem alanlarının birer oyun-performans alanı olduğunu akılda tutarak özelci (particularistic) retorik* kapsamında sadece o noktadaki barikat yıkılabilir ya da ince aramanın sömürgecinin denetim yöntemi olduğu üzerinden hareket ederek prosedür (evrenselci, universalistic) retorik** devreye konulabilir. Şüphesiz, barikatı yıkmak şahanedir, zorbanın yenildiği hissini verir. Siyaset içerisinde duyguların dışavurumu kaçınılmaz olduğundan madun grupların istediklerini elde etmek için birtakım agresif duygularla eylemesi de anlaşılabilirdir.*** Fakat 8 Mart’ın ya da Newroz’un onların belirlediği sınırlar-kurallar içinde kutlanması yeterince rahatsız etmiyorsa barikat yıkılsa da ardında kalanlar olur. İçerisi ve dışarısı aslında içerisi ve dışarısı değilse, iktidarın kurmacasıysa -ki öyle- ve ardımızda hep birileri kalıyorsa aslında zorba yenilmemiş demektir.
Bu yılın Amed 8 Martını Newrozu’ndan ayıran temel mesele de buydu. Hepimizin işkence ve kötü muameleye dönüşen ince arama uygulamaları karşısında kendini aratmak, aratmamak için eve dönmek ya da Newrozu ve 8 Mart’ı “sınır ötesi” yaşamak fikirleri içinde gidip geldiği deneyim silsilesinde kazanan kadınlar oldu. 8 Mart’ta ince aramaya razı olmadılar.
İçeriye girmenin şartı ince aramaysa o halde dışarıyı içeri yaparız dediler. Beden denetim altına alındığında zihnin de, tüm yaşam pratiklerinin de denetlenebilir, tecrit edilebilir olduğunu tarihsel deneyimlerinden bilen kadınlar barikatlarla ayrılan, içerisi ve dışarı haline getirilen alanı bozarak düzelttiler. Sloganları, yekpare duruşları ve direnişleriyle dışarısı artık içerisiydi. Kadınların özgürlüğe dair tavizsiz yaklaşımı, bütünlüğü sağlayarak bu “aratmama” halini gündelik bir pratikten fazlası haline getirdi. Sömürgecinin denetim politikasını hem ifşa etti hem de püskürttü.