Hayır yapmadım, yapmış olabilir miyim, yaptım galiba, yaptım, öyle yapmak istememiştim, sana bunu hissettirmek istememiştim, özür dilerim ben hatalıyım.
Şu sıralamayla, zamana yayılmış bir biçimde ve tekrar tekrar; söyleneni yapmadığınızdan, anın öyle anlatıldığı gibi yaşanmadığından son derece eminken kendinizi sorgulaya sorgulaya kabuslar görmeye başladıysanız aramıza hoş geldiniz, manipüle ediliyorsunuz. Yalnız değilsiniz, yaygın bir saldırı olarak; duygu dünyasında yaratılan manipülasyonun sürekli devam ettirilmesiyle gerçek olmayan şeylerin gerçekmiş sanılmasına zorlanmak yani “gaslighting” çoğumuzun hayatını delip geçiyor. [i]
Nedir bu gaslighting meselesi diye düşünmeye başladığımdan beri işler çok karıştı. Bu konu hakkında düşünmenin kendisi, insanı self-gaslighting sarmalının içine de çekebiliyor. Bir taraftan özeleştirel yaklaşma sorumluluğu diğer taraftan sonsuz göreceli eleştiriler kafaları karıştırıyor. Çünkü sen kadınsın yemek yapmayı bilmelisin gibi kaba bir yaklaşımla paldır küldür gelmiyor. Senin aklından aslında söylediğin değil de “şu” geçiyor, demek gibi soyut bir yol seçiliyor. Aksini ispatlayamadığınız, tekrar ettikçe sizin de acaba aklımdan bu mu geçiyor diye kaygılanmaya başladığınız ve en sonunda aslında olmayana ikna olduğunuz bir süreç. Zaten kıskanç olduğunuza, zaten hırslı olduğunuza, zaten dişiliğinizi kullandığınıza, zaten duygusal olduğunuza, gerçekle hiçbir ilgisi yokken, ikna edildiğiniz bir edim.
Sınırsız üretimin, sınırsız bilginin, sınırsız yaklaşımın, sınırsız doğrunun olduğu mevcut ortamlarda sapla saman iç içe geçiyor. Haliyle gerçekleştirilmesi daha kolay oluyor. Bu sınırsızlıktan sebep, gaslighting çoğunlukla yaşanırken değil o ilişkiler bittiğinde fark edilen bir şey haline geliyor. Bıraktığı hasarlar ise bizi kolay kolay terk etmiyor.
Manipüle ediliyoruz efendim, göz göre göre, bir iletişim yöntemiymiş gibi manipüle ediliyoruz. Tabii manipüle edildiğimize dair erken farkındalık ilişkileri yaşanmaz, sohbetleri de çekilmez kılabiliyor. Herkes tetikte çünkü herkes bir şekilde, bilerek yahut bilmeyerek kendi-merkezciliğinden gelen kibirle bir diğerinin ne yaptığını, kim olduğunu hatta ne kastettiğini belirliyor. Tuhaf, katmanlı bir mesele. En çok erkekten kadına doğru meyyal olsa da kadın ve erkek arasındaki toksik ilişkilerin aynısını baba ve annenin çocuklarıyla yaşadığını, arkadaşların birbiri üzerinde denediğini, bir inanç grubunun diğerine yaptığını ve elbette devletlerin son derece eşitlikçi bir biçimde herkese uyguladığını görüyoruz.
Gücün istismar aracı olarak kullanılması, ilişkilerin tahakküm içermesi ve bunların hayatlarımızın her hücresine taşınması anlık olarak üretiliyor. Zamana yayılan manipülasyonu fark etmemek ya da güçle karşılaşınca çatışmadan çekinmek zaman içerisinde herkese ama en çok kadınlara sürekli özür dileyen, tadımız kaçmasın deyip toparlamaya çalışan yapay özellikler yüklüyor. Böylelikle ilişkilerin sorgulanmadığı, toplumsallaştırılmadığı, bireyselleştiği için savunmasızlığın baş gösterdiği alanlar oluşuyor.
Kadınların kendilerini sürekli açıklamak zorunda kaldıkları, açıklamalarının geçerli sayılmadığı, karşıdakinin ona ne yaptığını, kim olduğunu söylediği, yaptıklarının farklı hastalık isimleriyle nitelendirildiği bir sarmal bu. İstismar edenin her koşulda sorumluluktan yırttığı bir sarmal. Hassas olmak, detaycı olmak suç sayılıyor; hepimiz senarist ilan ediliyoruz, dediklerine göre uydurdukça uyduruyoruz. Rahatsızlıklarımız, kaygılarımız ve buna rağmen konuşarak çözme çabalarımız şizofreni, bipolar, borderline, komplocu, saplantılı gibi sıfatlarla anılmamıza, bu da zamanımızın ve mekânımızın neredeyse dörtte üçüne tekabül ediyor. Ama erkekleri yoran yine biz oluyoruz. Erkekler zaten çok yorgunlar, dünyanın yükünü taşıyorlar.
Yemek tuzsuz diye bin bir şiddet görmek devam ededursun modernizm, cinsiyetçi rolleri de toplumsal ilişkileri de revize ediyor. Ağzımız iyi laf yapsın, felsefeden, sanattan bahsedelim, bir de sinemiz sessizliğin hâkim olduğu 3+1 ev olsun isteniyor. Yaptığımız işlerde de durum farklı değil; yetersizlik imaları film de çeksek, ev de çizsek, hasta da baksak, yazı da yazsak, insan da savunsak sürekli kulağımıza fısıldanıp duruyor. Sadece sözlerle değil bazen de sessizlikle manipüle ediliyoruz. Duymazdan gelenler, küsenler, yaptığımız işlere kıvrılan burunlar, mimikler, ettiğimiz lafın duvara çarpıp döndüğünü hissettiğimiz her hâl, dahil uğradığımız manipülasyona.
Simone’un yattığı yer çiçeklere bulansın; sahiden de kadın doğulmuyor kadın olunuyor. Ya da yüzlerce yıldır sen sünni, Müslüman, Türksün diye manipüle edilenler kendilerini bir zaman sonra öyle görmeye başlıyor. Yine de lambayı söndürmediğimizi[ii], cinsiyetçi rollerin doğamızdan gelmediğini, içine doğduğumuz çoğunluk ne diyorsa gerçeğin-doğrunun her zaman o olmayabileceğini sürekli akılda tutmak gerekiyor.
Çünkü seviyoruz diye kimsenin kahrını çekmek zorunda değiliz.
İnsanı bilme arayışından soğutuyorlar ya bazen; yine de vazgeçmiyoruz… Ama önce şiirleri sevmeyi öğrenip sonra insanları sevmeye çalışanlar için bununla baş etmek çok daha zor olabiliyor. Hâlâ Aruoba’nın “Kendi olarak, sana gelen/ sana gereksinimi olmadan, seni isteyen/sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen/kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan/ O, işte…” satırlarında geçen “o”nu bulacağına, “o” olacağına, olmadı yaratacağına inanlardan bahsediyorum. İnsanlar diyorum, en çok âşık olacaklarımızı ama beraber mücadele ettiklerimizi de çalıştıklarımızı da gidip marketinden ekmek aldıklarımızı da sürdüğü minibüse bindiklerimizi de kastediyorum.
Kendimize ve edimlerimize güven duyabilmek işin özü olsa da gaslightingden korunmamızı sağlamanın yolu kulaklarımızı, gözlerimizi kapatmak olmamalı elbette. Çünkü tüm bunların sonucu olarak içimizi kemirmeye başlayan güvensizlik ve saldırı altında olma duygusu söylenenlere duvarlar örmemize, yaptığımız işi iyileştirebilecek değerlendirmeleri duymamamıza da sebep olabiliyor. Birbirimizle kurmaya çalıştığımız bağlar cinsiyetçilik ve tahakküm üzerinden yaşamı şekillendirenlerin eliyle zaten sürekli koparılıyor. Gaslighting de bunun binlerce yolundan biri olarak sürdürülüyor. Böyle bir ilişkiden kopsak da başka birinde yeniden karşılaşma riskini taşıyor. Bu yüzden çatışmak, kopmak, yenisine yönelmek hep devam etsin ama önce hepimizi istismara açan, şüphecilikle dolduran bu sistem bi’değişsin.
Unutmadan;
Yapılan her işin, söylenen her sözün hizipçiliğe, grupçuluğa dayanan, büyük büyük sevgi gösterileriyle, mesaj kutularını dolduran “emeğine sağlık” kalıplarıyla, ‘harika!, şahane!’ nidalarıyla karşılanmasının taşıdığı manipülasyon bu yazının çerçevesine dahil olmasa da konudan bağımsız değil. Gerçeği göremeyecek hale getirilecek kadar övülmenin, neyi kimi şahane, harika bulduklarının ya da beğenmediklerinin-eleştirdiklerinin anlaşılmadığı muğlaklık da son derece tehlikeli ve gitgide yaygınlaşıyor. Böylesi bir muğlaklığın kendi hislerimizi, işimizin mahiyetini, bakış açımızı aşındıran haliyle bizi manipüle eden sonuçlar yarattığı da çok açık. Ama onu daha sonra konuşalım(!)
[i] Gaslighting kavramı ilk kez, 1938’de Patrick Hamilton’ın Gaz Lambası oyununda kullanılmıştır. Oyun 1940’ta Thorold Dickinson’ın yönetmenliğinde filmleştirilmiş, 1944’te ise George Cukor’ın yönetmenliğinde yeniden çekilmiştir.
[ii] Gaslighting oyununda kadın söndürmediği halde eşi tarafından, her gece gaz lambasını söndürdüğü söylenerek manipüle edilir.
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
LL.M. Avukat, 1988’de Amed’de doğdu. 2011’de Dicle üniversitesi Hukuk Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans eğitimini, İstanbul Bilgi Üniversitesinde İnsan Hakları Hukuku alanında aldı ve “Sivil İtaatsizliğin İlkesel Özellikleri ve Meşru Dayanakları Bağlamında Hevsel Vakası İncelemesi” konulu teziyle 2019’da tamamladı. 2012’den bu yana Diyarbakır Barosu’na bağlı olarak avukatlık yapıyor.
2006-2014 yılları arasında kadının insan hakları alanında faaliyet yürüten, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele eden aynı zamanda DÖKH (Demokratik Özgür Kadın Hareketi) bileşeni olan Selis Kadın Derneği’nde; 2012-2015 yılları arasında DTK (Demokratik Toplum Kongresi)’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. 2018’den bu yana Jineolojî dergisinin yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine dair yazıları yayınlandı, bu alandaki çalışmaları devam ediyor.