Hemen herkes Jina için saçını kestiğine göre saçın tarihsel anlamları üzerinde durmanın tam zamanıdır. Çünkü hiç şüphe yok ki birçok kadın molla rejimleri yüzünden saçını örtmek zorunda bırakılan kadınlara, onların verdikleri mücadelede yanlarında olduklarını göstermek için bunu yaptı. Onlara saldıranlara o kadınların yalnız olmadığının mesajı verilmeye çalışıldı. Jina katledildiği için elbette ortalık ateşe de verilebilirdi ama saç kesmek de değerliydi. Ben meselenin “artık erkek egemen sisteme tek bir saç telini bile vermek istemeyenler” tarafındaydım ama bu, saçını kesenlere karşı hırıltıyla homurtu arasında sesler çıkaranların seslerini kesmek için verilen mücadeleye dahil olmamı engellemedi. En çok da saçlar kesilirken atılan jin jîyan azadî sloganı bu ortaklığı yarattı.
Babaannesi tüm hayatı boyunca dökülen saçlarını bile çöpe atmayan, döküldükleri yerden tek tek toplayan, köydeyken taşların arasında saklayan, şehre geldikten sonra karyolasının altında biriktiren bir kadın olarak saçları hep önemsedim, hatta uzun süre neden önemsediğimin farkında bile değildim. Sonra yani jineolojî atölyelerine başladıktan sonra bu hikâyenin pek de sıra dışı olmadığını, Kürt kadınlarda yaygın bir gelenek olduğunu gördüm.
Sebepler değişiyordu. İslamiyet’in etkisiyle saçların “namahrem” erkeklerden saklanması gerektiğini düşündüğü için bunu yapanlar, güzelliğin sembolü olduğu ve herkesle paylaşılmaması gerektiğini düşündüğü için bunu yapanlar, büyüden korktukları ve saçlarının kötü büyülerde kullanılacağını düşündüğü için bunu yapanlar ve daha fazlası vardı. Bir de doğrudan bağı yokmuş gibi görünse de genç yaşta kaybettikleri sevgililerinin, eşlerinin, babalarının mezar taşına saç örgülerini kesip bırakanlar vardı. Erkek egemen sisteme, aile meclisinin kararlarına, baba, ağabey, koca zulmüne karşı bir eylem olarak saçını kesen kadınlar da bu hikâyenin ortağıydı.
İkonik olan ise saçın ya da örgünün omuzdan sırta doğru savurulup özgürleşmek için direnildiği sahnelerdi.
Saç meselesiyle hemhal oldukça hikâye ilginçleşti. Örneğin Yıldız Cıbıroğlu’nun Kadın Saçı-Büyü ve Türban kitabının bir bölümünde saçın arkaik anlamları üzerine oldukça ilginç tartışmalar yürütüyordu. Elbette milattan önce 30 binlere kadar gitmeye takatim yoktu ama 3 binlere kadar gitmeyi gözüm kesti. Ta o zamanlar, dişil ruhun kozmik yaratıcılığını anlatmaya çalışan kadınların yaptığı heykelciklerden bahsediyordu. Üretim-tüketim ilişkilerinde etkin olan kadının fenomenleşmesinin soyut anlatımı olarak görüyordu bu heykelcikleri ve kollara, bacaklara form verdikleri gibi bu uzuvlara ve etrafa dolanan saçlara da form vermişlerdi. Bu, saçın yaratıcılıkla bağı olduğunun bilgisiydi, kadın bilgisiydi işte. Güzellik kaygısının ise erkek cinsinin değerli bir kimlik olarak görülmeye başlamasıyla heykelciklerde etkili olduğunu söylüyordu.
Bizimle ilgili kısmına gelirsek; bugün çağdaş sanatçılarda bile etkisini gördüğümüz ama kökenlerinin binlerce yıl öncesine dayandığı imgelemlerden biri başa ve rahme yüklenen anlamların ortaklığıydı. İkisi birden yaratıcılıkla, doğurma yeteneğiyle, tasarlama gücüyle, akılla, tanrısal sözle, üretimle ilişkilendirilmişti. Heykelciklerle anlatılmak istenenin de bu olduğunu dile getiriyordu. Saç o zamandan beri ölüm ve bereket büyülerinin vazgeçilmezidir diyordu ve erkek merkezli dinlerin-yönetimlerin ortaya çıktığı ilk zamanlarda bile bu büyülerin devrede olduğuna dair ispatları vardı. Ama zaten Zeus’un Athena’yı başından doğurması da tesadüf olamazdı. Sonrası malum, kadınların yaptığı buluşlar unutturulmuş; ama yılan saçları, büyücülük ve şeytanlıkları daima canlı tutulmuştu.
Tüm bunlara inanmak için milyonlarca sebebim var. Pozitivizmin, bilimciliğin kaba ispat arayışına ihtiyacım olmaksızın sebeplerim var. Her şeyden öte babaannem var, atölyelerde hikâyelerini dinlediğim kadınlar var. Kadının kendini istemediği cinsellik ısrarından korumak için binlerce yıl önce icat ettiği “örtünme” fiilinin bugün saçlarını örtmesi için bahane edilmesine, bu kaba yaklaşıma itirazım var. Ben ve “onun” arasında ya da “benim” inancım ile başlayan bütün sözlere “özel olan politiktir” diye haykırasım da var. Dinciliği, çarşafın altından şortuyla ve minileriyle çıkarak, modernistlik diniyle protesto edenlere ne denli dogmatik olduklarını haykırasım var.
Molla rejimlerinin kanunları ve uygulamaları karşısında, mecbur bırakıldıkları ve başka yolları olmadığı için saçlarını kesen, kazıtan ama en nihayetinde sokaklardan da vazgeçmeyen kadınlar için saçından bir tutam kesmekten daha fazlasını yapma imkânı varken bunu neden tercih etmediğimizi tartışmaya ihtiyacım var.
Özgürlük gibi şahane bir arzunun örtünmeye ya da modernizmin medeniyet ölçülerine hapsedilmesi ile jin jîyan azadî sloganının bu denli yaygınlaşması üzerine daha fazla konuşmamız gerekiyor. Bugün, gururla dünyanın her yerinde kullanılan bir slogan olduğunu söylerken tam da dünyanın her yerinde kullanıldığı için herhangi bir şeyin popülerleşmesinin, beraberinde kimi riskler de getirdiğini hesaba katmak gerekiyor. Özgürlük, kadın ve yaşam arasında kurulan bağın popüler kültüre kurban edilmeden, temsil ettiği değerleri sürekli tartışarak, daha çok anlatarak ve üzerine yeşerdiği mücadelenin hakikatini hatırlayarak çığlıklara dönüşmesini sağlamak gerekiyor.
Kürt kadın hareketi, ev içindeki şiddetle sokakta direnirken yaşanılan polis şiddetinin, Cudî’deki ağaç kıyımıyla kadın kırımının, Cumartesi İnsanlarının direnişiyle Şenyaşar ailesinin direnişinin, Nevin Yıldırım’la Fatma Altınmakas’ın, Ayşe Gökkan’la, Leyla Güven’le Konca Kurişin, Canan Kaftancıoğlu’nun ya da Ezgi Molla’nın yaşadığı saldırıların kadın kimliğine, kadın kültürüne ve varoluşuna dönük olduğunu, erkek egemen sistemin tüm bu saldırılarla kadınların varoluşuna, kimliğine, kültürüne saldırdığını gören bu yüzden de o sistemi değiştirecek kimliği inşa eden tutumuyla yarattı jin jîyan azadî sloganını.
Kürt kadın hareketi, kadına yönelik şiddeti, ayrımcılığı tarihsel olarak ele aldığı için yaşam olarak siyasetin en esaslı meselesinin bunun ortadan kaldırılacağı özsavunmayı yaratması gerektiğini savundu. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde kadınlar özgürleşene ve birleşip kendi sistemini inşa edene kadar mücadeleye devam edeceğinin sözünü verdi. Tam da bu yüzden İspanya’dan Şili’ye, Almanya’dan Belçika’ya, Tunus’tan Fas’a, Mısır’a, Lübnan’a kadar yayıldı. Suriye, Türkiye, Irak ve İran’da ise kendi yurdunu savunmanın, kendi yurdunda kendi sistemiyle yaşamanın mücadelesine devam etti. Jin jîyan azadî sloganı böyle yaratıldı.
Yani Kürt kadın hareketi bu üç kelimeyi inanılmaz derin bir felsefenin özeti olarak bir araya getirdi. Kimilerine eğlence konusu olan neolitikten, kabaca reddedilen dinler tarihinden, erkeklerinmiş sanılan felsefeden, yeni çağın dini olan pozitivizmden toplumsal hakikatin bilgisini ince ince çıkardı, yeniden yorumladı ve her bir kadının saç teliyle, o saç tellerinin anlam derinliğiyle bilgiyi yaşamla, eylemle birbirine bağladı. Az değil onlarca yıl direndi bunun için.
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
LL.M. Avukat, 1988’de Amed’de doğdu. 2011’de Dicle üniversitesi Hukuk Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans eğitimini, İstanbul Bilgi Üniversitesinde İnsan Hakları Hukuku alanında aldı ve “Sivil İtaatsizliğin İlkesel Özellikleri ve Meşru Dayanakları Bağlamında Hevsel Vakası İncelemesi” konulu teziyle 2019’da tamamladı. 2012’den bu yana Diyarbakır Barosu’na bağlı olarak avukatlık yapıyor.
2006-2014 yılları arasında kadının insan hakları alanında faaliyet yürüten, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele eden aynı zamanda DÖKH (Demokratik Özgür Kadın Hareketi) bileşeni olan Selis Kadın Derneği’nde; 2012-2015 yılları arasında DTK (Demokratik Toplum Kongresi)’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. 2018’den bu yana Jineolojî dergisinin yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine dair yazıları yayınlandı, bu alandaki çalışmaları devam ediyor.