İran… Mahabad… Taşlarla döşeli ıslak bir cadde… Pencereleri caddeye bakan 11 no’lu apartmanın 4. kattaki 16 numaralı dairesi…
Fatıma gözlerini yatağında açıp tavana dikti. Yorgun hissettiğini düşündü, oysa yeterince dinlenmişti, dinlenmeye ihtiyacı olanın bedeni değil, zihni olduğunu geçirdi aklından. Sağ elini sırtının arkasından yatağın öbür yanına uzattı, yokladı; boştu…
Demek ki erken çıkmış olmalı diye geçirdi içinden, saat epey ilerlemişti öyleyse, elini başucundaki cep telefonuna atarak saate baktı, kocası evden çıkalı henüz yarım saat olmuştu, çokta geç sayılmazdı. Yatakta öylece birkaç dakika oyalandı, sonra yerinden doğruldu, yatağın üzerini örttü ve yüzünü yıkamak üzere banyoya doğru geçti.
Musluğu açarken gözü aynadaki yansımasına ilişti, yüzüne belki de ilk kez böyle bakıyordu, kapkara upuzun saçları vardı, kocaman da gözleri, günlerdir tüm dünyanın bir arada aradığı İranlı bir kadının beline kadar uzun saçları diye geçirdi aklından… Sahi saçları neden bu denli karaydı? ‘Mezopotamyalıların ilginç genleri var, doğrusu’ diye düşündü. Kimi tamamen sarışın, kimi ise bir o kadar esmer ama bütün dünya bizi esmer resmediyor, ne gülünç… Tüm bunları düşünürken alaycılıkla bükülen dudaklarına dokundu bir an… Yüzünü kurulayıp bunları aklından çıkarmaya gayret edercesine başını iki yana salladı, ne zaman bir şeyi aklından çıkarmak istese bunu yapardı.
Mutfağa geçti, biraz ekmek kızartıp, çay demleyip kahvaltı yapmak istedi, ne de olsa kahvaltı önemliydi, günün en çok kahvaltı saatini severdi hatta… Bir de eski kahvaltılar vardı zihninde, çocukluğunda büyükannesinin evinde toplanılan kalabalık aile kahvaltıları, neler olmazdı ki o kahvaltılar da, büyük annesinin ellerinden çıkan ‘halim’, etrafa binbir çeşit kahvaltılıktan yayılan kokular… Özellikle tarçının leziz, keskin kokusunu anımsardı zaman zaman.
Ama o en çok da kahvaltılarda konuşulanları özlüyordu, annesinin teyzelerinin o kahvaltılar da giydiği şıkır şıkır elbiseler de aklındaydı, oysa o asla bu gibi elbiselerle dolaşamamıştı Mahabad ya da Tahran sokaklarında. Bazen giymişti tabi ama ev içindeki davetlerden fazlası değildi bunlar… Ne mi konuşulurdu o sofralarda, sahi ondan bahsedecektik.
Şiirler okunur, şarkılar söylenir, tüm aile edebiyatla haşır neşir olurdu. Bir de şimdiler de pek kalmayan cuma piknikleri vardı. Aileler, tanıdık eş dostlar, cumaları mesire alanlarında bir araya gelirdi…
‘O eski günler geride kaldı’ diye düşündü, dolaptan reçel ve buzluğa attığı ‘Naan’ı çıkarırken… Sonra ekmekleri ısıtmaya başladı, bu aralar hiç kimse de bir şeyler yiyecek hal kalmamışken, biraz reçel ve tereyağı ile sıcak ekmek yeterliydi doymak için… Isıttığı ekmekleri ve diğer yiyecekleri tepsiye koyup salona geçti, belki yerken bir şeyler izlerdi.
Salona geçerken kapının altından atılmış olan gazeteyi gördü, eğilip aldı ve içeri geçti, ilk sayfaları karıştırdı; pes doğrusu! Günlerdir kapısının önünde kıyametler koparan kendi memleketlileri değildi sanki. Gazete de başka bir dünyayı anlatan bir gazete sanki, gündelik birkaç haber ama içlerinde ne Mahabad, ne de Tahran’da günlerdir yaşananlar yok.
Bunlar çıldırmış olmalı… Ekmeğini ve tereyağını yedi, usulca bulaşıkları toparladı, yeniden içeri geçti. Ne yapmalı acaba? Evden çıkamıyordu ne de olsa, uğraşacak bir şeyler bulmak lazımdı. Salonda, masanın üzerinde duran ajandasının kapağı ilişti gözüne; Delacroix’nın ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük’ tablosu…
‘Ne anlamlı’ diye geçirdi içinden, tablodaki göğsü açılmış, elinde bayrak tutan, ölülere basarak yükselmiş kadın figürüne uzun uzun baktı. Tabloda resmedildiği gibi, Temmuz Devrimi’ne de kadınlar öncülük etmişti, tablo hariç, hiç anılmıyor olsalar da…
Kadınlardan bu kadar korkmalarının sebebi buydu belki de… Tüm bu düşünceleri zihninden çıkarmak üzere, başını yine iki yana salladı. Ne de olsa Shahram öyle tembih etmişti; evden çıkmayacağına, kapıda birileri ölse dahi hiçbir şeye karışmayacağına dair söz vermişti kocasına.
Koltuğun kenarına ilişip cep telefonunu eline aldı, ‘internete bağlanılıyor mu’ diye yeniden kontrol etti. Şanslıydı, birkaç dakikalığına da olsa, bağlantı vardı demek… Hızla, bağlantı ayarları ile oynayıp, Avrupa’daki haber sitelerinin birine girdi. Tahmin ettiği gibi, manşetteki haberlerin biri İran’a dairdi.
Haberde, protestolarda gözaltına alınanların idamı için İran parlamentosunda yapılan oylamanın, ezici çoğunlukla evet ile sonuçlandığı yazıyordu. Aklına, geçtiğimiz günlerde gözaltına alındığını öğrendiği kuzeni geldi. Teyzesinin kızıyla geçen çocukluğu gözünün önünden geçti bir an… Bu korkunçtu, bu kadar insana bunu yapamazlar diye düşündü, ama bugünlerde neler olabileceğini kestirmek …
Bir kez daha unutmaya çalışırcasına başını iki yana hareket ettirdi, telefonu da kapattı sinirleri adeta alt üst olmuştu. Shahram’ı ve tüm bu olanlara rağmen ona verdiği sözleri düşündü. Tüm arkadaşları sokakta, direnişte, kocası ise onları bir şey değiştiremeyecek bir grup aptal olarak görüyordu. Ona göre hepsi canına susamıştı, bugüne kadar ölen ilk kadın değildi, bu son da olmayacaktı, peki bu neyin kavgasıydı öyleyse?
Shahram’ın bu fikirlerini yeniden hatırlamak dahi midesini bulandırdı… Dün geceye gitti birden, zihni gece yatağında arkasını dönmüşken, kocasının beline sarıldığı anı anımsadı, kendini hem rahatsız, hem de ‘bana dokunmanı istemiyorum’ diyemeyecek kadar çaresiz hissetmişti o an. Sahi bunları, tüm bu gündemin sıcaklığıyla, kapısına kadar gelen protestolara karşı yaklaşımından dolayı mı hissetmişti, yoksa bu adamı, zamanın birinde sevmiş miydi? Kendine itiraf edemediği gerçeklerle zihnin de yüzleşiyordu tam da bu an da kahverengi koltuğun köşesinde çakıldığı bu yerde…
Evliliğinin başından bu yana olan biteni, gözünün önünden geçirdi. Bundan 11 yıl önce evlendiklerinde, Shahram iyi bir üniversitede, henüz yeni akademisyen olarak çalışmaya başlamış, genç bir adamdı, bundan daha iyisi olamazdı. Böyle düşündüğünü, etrafındakilerin de buna benzer şeyleri öğütlediğini hatırladı. Zaten fazla da düşünmemişti evlenirken doğrusu…
Evliliğinin ilk günlerinden itibaren geçirdikleri birkaç geceyi de düşündü. Hiç bir gecelerinde, izlediği romantik filmlerdeki sevgi ve haz dolu anların benzeri yoktu. Hatta, öyle uzun zaman da ayırmazlardı buna. Shahram asla konuşmazdı mesela, o anlarda onunla, görevine odaklı bir işçiden farksızdı. Böyle düşününce, geçtiğimiz günlerde eline geçen ve okuduğu tiyatral bir metin hatırına geldi.
Suzy Storck… Kocası Hans Vassily, çocuklar yapmak için çalışması gereken bir fabrika gibi yaklaşıyordu Suzy’e… Hatta bir bölümde Suzy, pencerenin kenarında Hans Vassily’in gelişini bekliyordu, tıpkı onun şu an yaptığı gibi… Böyle düşününce, Shahram’ın ona dokunduğu her bir an için kendinden tiksindi. Bir kez daha, tüm bu kötü düşünceleri kovalamak istercesine başını iki yana salladı. Dışarıdan iki ses üst üste geldi. Gümmm, gümmm… Pencereye doğru koştu perdeyi araladı, bir şey görünmüyordu. Tüm bunlardan yılgın vaziyette perdeyi bırakıp salonun ortasına doğru geri geldi ve bir önceki günü düşündü.
Kaldırımlardaki taşların direnişçilere bir gün evvel nasıl siper olduğunu, onlarla korundukları o anı, gözünün önüne getirdi, elinde kendini koruyacak hiçbir şeyi olmayan bu insanlara, neler reva görülmüştü kapısının önünde…
Baştan başa bir kez yürüdü odayı ve saate baktı sonra. Epeyi geç olmuştu, ne yemek yapacağını bulmak üzere, mutfağa geçti. Bu aralar gözüne oldukça çirkin görünen kendi hayatının Hans’ı birazdan gelirdi ve artık tartışacak gücü de yoktu. Karnını doyurup söylediklerine kulak asmazsa, daha az yorulacağını düşündü. Mahabad’da hava kararmak üzereydi ve dışarıda bitmek bilmeyen bu gürültü sürerken hayat, 16 numaralı dairede Fatıma için akmaya devam ediyordu.
Fatıma kim? İran’da, Jina Mahsa Amini’nin kız kardeşlerinden biri mi? Yoksa DAEŞ’in esir ettiği Ezidi bir kadının öyküsü mü size anımsattığı? Ya da İran’daki direniş hepimize, çok değil birkaç yıl evvel, Selefi-Vahabi iktidarın dayattığı çarşafı söküp atan, rengarenk elbiseleriyle zılgıtlarıyla özgürlüğü haykıran kadınları mı hatırlatıyor?
Ya da Ortadoğu’dan Amerlka’ya, yedi kıtada kaç kadın evinde bir Hans Vassily ile yaşıyor? Ya da belki şöyle sormalı: Kaç kadın, ne düşündüğü, ne hissettiğiyle ilgili bir ‘adam’ tarafından aşağılanmıyor?
Hala politika üretmeye çalışan kadınların yargılandığı, tecavüz faillerinin cezalandırılmadığı, aksine tecavüzün, gerici rejimlerce kadınları dize getirme silahı, tehdidi olarak halen kullanıldığı zamanlarda yaşamıyor muyuz? Kadınlar dünyanın dört bir yanından genç bir Kürt kadın için ‘Jin Jiyan Azadi’ diye haykırırken kulakları sağır gözleri kör değil mi egemenlerin? Patriyarkal düzen hala aynı düzen değil mi? Mirabel Kardeşler’den bugüne, yeryüzünün herhangi bir yerinde, pek bir şey değişmese de, biz dünyanın her bir yanından avazımız çıktığınca haykırmaya devam edeceğiz:
JİN, JİYAN, AZADİ! KADIN YAŞAM ÖZGÜRLÜK! WOMEN, LİFE, FREEDOM!..