Birkaç gün önce Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu’nun (IFAD) paylaştığı bir tweet’i görünce, çok önceden okuduğum bir araştırma makalesi aklıma geldi.[1] Bu araştırmaya göre Dünya Bankası 1990’larda ve 2000’lerin başında, diğer birçok güney ülkesinde olduğu gibi, Bangladeş’in bazı köylerinde kız çocuklarının okula gitmesini teşvik edecek bir program finanse etmeye başlar. Projeyi “insan sermayesi” çerçevesiyle kurgular, yani kadınların okullaşmasıyla daha üretken hale gelecekleri, ailelerini ve toplumu kalkındıracakları varsayımı üzerinden bir yatırım yapar.
Bu programların uygulanmasından bir süre sonra, başta direnç gösteren aileler bile kızlarının okula gitmesine olumlu yaklaşmaya başlar. Bunun esas nedeni, kızlarının eğitim aldıklarında evlilik piyasasındaki “değerlerinin” arttığını fark etmeleri. Çünkü torunlarının eğitimli anneler tarafından büyütülmesini isteyen daha zengin aileler okula gitmiş gelin tercih ediyorlar ve sonucunda böyle bir patriyarkal strateji gelişiyor.
Görüşülen kadınlardan birisi, aldığı bu eğitim sayesinde iyi bir evlilik yapabildiğini ve daha varlıklı bir aileye girebildiğini söylüyor. Yoksul ailelerin eğitimi kabul etmelerinin bir başka nedeni ise başlık parası. Her ne kadar artık yasaklanmış olsa da Bangladeş’te başlık parasının kızların ailelerden istenmesi yaygın. Görüşülen kadınlardan biri, eğitim alırsa kızının iş bulacağını ve dolayısıyla başlık parasını kendisinin biriktirebileceğini, hatta eğitimi sayesinde başlık parası vermesine gerek bile kalmayabileceğini söylüyor.
Ancak kız çocukların okula gitmesi kabul edilse bile, aldıkları eğitimin evlenecekleri erkeğin eğitiminden daha düşük düzeyde kalması gerekliliği başka bir kaygıyı ortaya çıkarıyor. Mesela bir kadın, kızını birkaç sınıf okuttuktan sonra hemen evlendirdiğini söylüyor, çünkü eğitim düzeyi fazla yükselirse koca seçeneğinin azalacağını düşünüyor.
IFAD’a dönersem, paylaştığı tweet’te şunu söylüyor: “Toplumu besleyen köylü kadınlardır. Bir kadını güçlendir. Bir ulusu besle. Ancak bu şekilde yükseliriz.” Yüzünde gülücüklerle tarlada mutlu mesut çalışan Afrikalı kadınların videoları ayrıca web sitesinde yer alıyor. Çiftçilerin yarısının kadınlar olduğu ama toprak üzerinde erkekler kadar haklarının olmadığı, kadınların tüm dünyada ekilebilir arazilerin yüzde 15’inden azına sahip oldukları belirtiliyor. Bu nedenle cinsiyet eşitliğini sağlamak gerekiyormuş. Kalkınmanın kahramanı köylü kadınlarmış. Çiftçilerin diğer yarısı erkek ama özellikle kadınlara yönelmek gerekiyor, çünkü kadın emeği daha ucuz ve uysal emek, ayrıca evde de ücretsiz olarak gerekli. Kadın güçlenirse çocuklara daha iyi bakılır, aile doyar, daha çok işçi çocuk yetişir vs.
Uluslararası kalkınma örgütlerinin uyguladığı bu tarz programların kadınları araçsallaştırdığına ve güçlendirme amacını ön plana çıkarıp, Dünya Bankası örneğinde olduğu gibi, aslında patriyarkayı ve geçmişten gelen sömürgeciliği güçlendirdiğine dair geniş ölçekli bir eleştirel/akademik literatür oluşmuş durumda.
Cinsiyet eşitliği kavramının sermaye tarafından araçsallaştırılması ve PR malzemesi olarak kullanılması zaten çok sık karşılaştığımız bir durum. Bunu son dönemde işçi eylemlerinde de gördük. Farplas’ta, ETF Tekstil’de ve daha yakın zamanda Koç Üniversitesi Hastanesi direnişinde, hem direnişteki kadın işçiler, hem de direnişlerle dayanışma örgütleyen feministler, kendilerini “kadın dostu” diye pazarlayan, Koç Holding gibi kadına yönelik şiddetle mücadele ettiğini söyleyen patronları ifşa ettiler ve hesap sordular.
Ancak verdiğim örneklerde, kalkınma bağlamında, cinsiyet eşitliği ve kadın güçlenmesi söylemi etrafında doğrudan kadın emeğinin ve bedeninin kullanılması ve araçsallaştırılması durumu var. Türkiye’nin birçok yerinde de görebileceğimiz, ağırlıklı kadınlar üzerinden gerçekleştirilen bu sosyoekonomik kalkınma-güçlendirme programları (örneğin GAP-ÇATOM ve diğer bölgesel programlar) kimi zaman ‘neoliberal yönetimsellik’ kavramıyla tartışılıyor. Bu meseleyi projeler, ulusal hükümetler, yerel STK’lar ve yerel kadın örgütlerinin işbirliği ile gerçekleştiği için, özellikle sömürgecilik geçmişi olan yerlerde daha yumuşak ve rızaya dayalı yeni-sömürgecilik biçimi olarak tartışanlar da var.
Kuşkusuz neoliberalleşmeyle birlikte yeniden yapılanan uluslararası iş bölümünde nasıl belli coğrafyalara, belli roller uygun görüldüyse, kadınlara da belli roller empoze edildi. Ezilmiş-kurban, kalkınmadan payını alamamış ve yoksullaşmış üçüncü dünya/güney kadınları diye bir kategori yarattılar ve yoksullukla mücadele ve kalkınma programları ile sanki ortada tek tip bir kadın modeli varmış, kadınları ikincilleştiren patriyarka ve topraksızlaştırıp yoksullaştıran sömürgecilik gibi devasa sistemler yokmuş gibi, hepsini ‘üretken emek’ haline getirerek güçlendirmeye soyundular. Bu ise çeşitli emek kullanım biçimlerini ve ‘makbul kadın’ ya da ‘iyi fakir’ modelini yarattı. Örneğin bir ara ortalık mikrokredi alıp girişimci olmuş ve hayatını kurtarmış başarılı kadın öykülerinden geçilmiyordu. Geçen yazıda bahsettiğim kooperatif meselesini de bu bağlamda düşünebilirsiniz. Şimdi de kooperatifçilikle güçlenmiş, kendisini gerçekleştirmiş kadınların hikâyelerini dinliyoruz. Kendilerine yapılan bu iyilik için teşekkür ediyorlar. Bu arada yanlış anlaşılmasın, kadınların aldıkları genellikle maaş değil, ya harçlık ya da parça başı iş sonucunda verilen bir miktar para.
Kadınları güçlendirecek konu başlıkları ise zamana göre değişebiliyor. Gıda ve iklim krizi tarım alanına ilgiyi artırdığı için kadın emeğine yeniden, özellikle Afrika’da, özel bir ilgi yükseldi. (Küçük çiftçiler küresel gıda tedarikinin yüzde 30’undan fazlasını karşıladıkları için de ayrıca yatırım nesnesi haline geldiler.) Yani bu krizin çözümünü de kadınlara havale edecekler. Yine tekstil firmalarının el emeğine dayalı ürünlere ihtiyacı olduğunda bir kalkınma kuruluşuyla (genellikle BM) sosyal sorumluluk projesi adı altında, yoksul kadınlara evde parça başı üretim yaptırmaları on yıllardır güncelliğini koruyor. Bu açıdan “Neyi, kim için üretiyoruz?” sorusunu sormak ve iktidar mekanizmalarının işleyişinin nasıl değiştiğini daha yakından takip etmek gerekiyor.
Çünkü iktidar, örneğin, esasında öz-örgütlenme modeli olan kooperatifleri alıp kapitalizme entegre eder, masseder, grupların özerkliğini ellerinden alır, emeğin işlevini belirler ve buradan bir anlatı yaratır. Benzer şekilde kendisini cinsiyet eşitliğine adadığını söyleyen bir ana akım yapı, hiçbir zaman patriyarkanın sona ermesi ve kadınların kolektif kurtuluşu gibi hedeflere sahip olmaz, tam tersine kadınların aile ve toplum içindeki mevcut yükleri ve rolleri üzerinden bireysel kurtuluş reçetesi sunar.
James Ferguson’ın ünlü kitabında[2] “anti-politika makinesi” dediği kalkınma endüstrisi böyle işler. Tüm yapısal sorunları depolitize eder ve geçici, teknik sorunlara indirger. Bunun için bir anlatı kurar ve buna uygun bir mekanizma işletir. Bireysel güçlenme ve kurtuluş hikâyeleri yaratır. Bangladeş örneğinde olduğu gibi, uyguladığı eğitim programının, kız çocuklarını evlilik piyasasında ‘değerli’ kıldığı için benimsenmesi ve aslında kadınları daha fazla güçsüz kılması gibi bir sonuçla ilgilenmez.
Ezilmiş-kurban kadın figürü her zaman gereklidir, yoksullara yatırım her zaman kârlıdır. Bu açıdan-ana akım kurumların cinsiyet eşitliği ilgisi, bazen feminist bir başarı olarak görüldüğü ve olumlandığı için söylüyorum- bu yapılar cinsiyet eşitliğine ve kadınlara ilişkin sorunları gündem yaptıklarında, özellikle kadın emeğini hedef aldıklarında, feminist eleştiriyi elden bırakmamakta fayda var. ‘Fırsat’ olarak sunulan ya da algılanan, bir massetme ve depolitize etme mekanizmasını getirebilir. Kadınların birer birer güçlenmesi, elbette feminizme içkin, ancak bizi patriyarkadan özgürleştirecek kolektif güçlenme araçlarına ihtiyacımız var. Bu da ancak feminist hareketin kolektif-politik gücüyle mümkün olabilir.
[1]Mary Arends-Kuenning and Sajeda Amin, Women’s Capabilities and the Right to Education in Bangladesh,International Journal of Politics, Culture, and Society, 15, No. 1 (Fall 2001): 125-142.
[2]James Ferguson, The Anti-Politics Machine: Development, Depoliticization, and Bureaucratic Power in Lesotho, 1990.
Semiha Arı kimdir?
Feminist aktivist ve bağımsız araştırmacı. Doktorasını 2018 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamladı. 2021 yılında Güney Afrika’da Wits Üniversitesi Eşitsizlik Çalışmaları Güney Merkezi’nde (Southern Centre for Inequality Studies) misafir araştırmacı olarak çalıştı. Feminist mücadele içinde yer almaya, kadın emeği ve kadın örgütlenmesi konularında çalışmaya devam ediyor.