Özgür Sevgi Göral
Fransa Başkanı Emmanuel Macron 30 Eylül 2021’de 18 gençle Elysée Sarayı’nda bir araya geldi ve Fransa’nın sömürgeci geçmişi, Fransa – Cezayir ilişkileri, iki ülkenin birbiriyle ilişkili hafıza sahası ve geçmişin yorumlanma biçimleri üzerine sohbet etti. Saraya davet edilen gençler dikkatle seçilmiş bir gruptu, aralarında Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale – FLN) savaşçılarının, Fransız askerlerinin, sömürge Cezayirinin ordusuna bağlı paramiliter grupların üyesi Harki adı verilen Cezayirlilerin torunları vardı. Gençlerden biri, Gizli Ordu Örgütü’nün (Organisation de l’arméesecrète – OAS) lideri General Raoul Salan’ın torununun çocuğuydu.
Burada kısa bir parantez açıp Gizli Ordu Örgütü’nün nasıl bir yapı olduğundan söz etmek iyi olur.1961 yılında kurulan OAS, Cezayir ile Fransa arasında başlamış bağımsızlık görüşmelerini baltalamak, FLN’i ve Fransa ayağı FLN Fransa Federasyonu’nu geriletmek, kontrgerilla ve özel harp taktikleriyle Cezayir’deki ve Fransa’daki Cezayirlilerin bağımsızlık örgütlerine olan desteğini kesmek amacıyla kurulmuş bir özel harp örgütüdür. 1954–1962 yılları arasında devam etmiş Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın son yılını hem Cezayir’de hem Fransa’da kana bulamış, sayısız savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemiş bu kontrgerilla örgütünün lideri General Raoul Salan’ın sömürgecilik hafızasında önemli bir yeri var.
Özel olarak seçilmiş bu genç grubuyla Macron’un sohbet etmesinin amacı Fransa ve Cezayir kamuoyuna olumlu mesajlar vermekti. Sonuç ise tam tersi oldu; görüşmede Macron’un yaptığı açıklamalar hem Fransa’daki Cezayir kökenli Fransızlar hem de Cezayir kamuoyu nezdinde büyük bir öfke yarattı. Bu görüşmeye daha yakından bakmak gerektiğini çünkü bu görüşmeden doğan olumsuz sonucun basitçe bir yol kazası olarak yorumlanamayacağını ileri sürüyorum. Macron’un gençlerle buluşarak ‘olumlu mesajlar’ vermeyi amaçladığı bu görüşme Fransa’nın mevcut inkarcı, katı, modası geçmiş, yorgun ve sağcı devlet dilinin olumlu hiçbir sonuç veremeyeceğini göstermesi açısından son derece kritik bir yerde bana sorarsanız. İşte bu nedenle, görüşmede ileri sürülen fikirlere, tarih yazımına ve hafıza sahasına ilişkin yorumlara biraz daha yakından bakmak bizim için de kimi kapıları aralayabilir.
Bu görüşmede Macron önce genel bir giriş yaparak konuya girer. Cezayir Savaşı’nın önemini kendisinin de son yıllarda idrak ettiğini ifade eder, Fransa’nın travmalarının en önemli sebeplerinden birinin savaşın tarihi ve hafızası olduğunun söyler ve ekler: “Bazı acılar hakkında tamamen susuldu, bazı acılar ise uzlaştırılamaz ve barıştırılamaz olarak kurgulandı. Oysa ben tamamen aksini düşünüyorum.”
Açılış konuşması travmalar, acılar, neye dayandığı belli olmayan bir umut, failin, hayatta kalanın, katledilenin ya da direnenin kim olduğunu işaret etmeyen bir genellik dili gibi hafıza sahasının pek de işe yaramayan klişelerinin neredeyse tamamını barındırıyor. Macron konuşuyor ama aslında politik olarak neredeyse hiçbir şey söylemiyor.
Öte yandan, bu muğlak açılış bile sonrasındaki felaket açıklamaların yanında iyi kalıyor, çünkü Macron konuştukça aslında sömürgecilik inkarının konuşarak nasıl üretildiğinin mükemmel bir örneğini gösteriyor. Önce Cezayir’in ‘resmi tarihi’nin Fransa nefreti üzerine kurulduğunu ileri sürüyor. Üstelik burada asıl sömürgeciler Türkler olmasına rağmen bunun Cezayir tarafından tamamen silindiğini ve hep Fransa’nın hedef alındığını söylüyor. Sonra da ekliyor: “1962 sonrası dönemin Cezayir ulusu bir hafıza rantı üzerine inşa edildi, buna göre tüm sorun Fransa idi.”
Cezayir kökenli bir aileden gelen ve Cezayir’de büyüyenlerden gençlerden biri bu noktada Macron’a itiraz ediyor ve Cezayir’deki gençliğin Fransa’dan nefret etmediğini belirtiyor. Macron bu itiraza karşı kendisinin zaten Cezayir toplumunun tamamından bahsetmediğini, esasen bu hafıza rantı etrafında örgütlenmiş siyasi-askeri sistemi kastettiğini söylüyor. Cezayir’deki sisteminin yorgunluğunu gördüğünü de ekliyor.1
Bu görüşmenin tamamı, hem Fransız (resmi) hafıza sahasının yorgun, köhne ve inkarcı çizgisini apaçık ortaya koyuyor hem de Türkiye (resmi) hafıza sahasının, özellikle konu sömürgecilik ve ırkçılık olunca, billurlaşan hali üzerine de ipuçları veriyor. Fransa’yla başlayalım. Fransa, Cezayir’in bağımsızlığını elde etmesini, diğer pek çok sömürgesine kıyasla, çok zor kabul etti. 20. yüzyılın başından bağımsızlığa kadar “Cezayir Fransa’dır” tezi yaygın kabul gördü. Sonrasında FLN başta olmak üzere sömürgecilik karşıtı örgütlerin yürüttüğü askeri ve politik mücadele sadece Cezayir bakımından değil Fransız devletinin kendisi bakımından da bir egemenlik krizi olarak görüldü. FLN ile Fransa arasındaki bağımsızlık görüşmeleri pek çok kez kesintiye uğradı, bu görüşmeler ve De Gaulle’ün kısmı çözümcü tutumu nedeniyle ordu 1958 ve 1961’de iki kez askeri darbe yapmaya çalıştı.1954 – 62 arasında devam etmiş Cezayir Bağımsızlık Savaşı, geniş bir Fransız yerleşimci nüfusun Cezayir’de yaşıyor olmasının da etkisiyle, çok çetin geçti.2
Bu şiddetli bağımsızlık savaşı döneminden sonra Fransa devleti, Cezayir’deki sömürgeci geçmişiyle hesaplaşma konusunda çok katı bir tutum takındı. Bunun birkaç sebebinden söz edilebilir. Birincisi, az önce de vurguladığım Cezayir’deki yaygın Fransız yerleşimci nedeniyle Fransız Cezayir’ini kaybetmek devlet açısından çok büyük bir egemenlik krizi olarak yorumlandı. Sömürgecilik döneminde uyguladığı farklı yapısal şiddet örüntülerini, bağımsızlık savaşı boyunca geniş bir repertuarda kullandığı devlet şiddeti biçimlerini açıkça konuşmak ve bununla hesaplaşmak oldukça köklü bir çabayı gerektirecekti.
İkinci olarak 20. yüzyıl boyunca, bağımsızlık savaşı boyunca ve sonrasında da, çeşitli biçimlerde Cezayir’le ilişkili çok geniş bir nüfus Fransa’da her zaman mevcuttu. Cezayir kökenli ve ekonomik nedenlerle Fransa’ya göç ederek Paris’in banliyölerini kuranların oluşturduğu farklı kuşaklar, Fransız Cezayiri’nin Fransa’ya dönen Fransız yerleşimcileri, Fransız ordusuna bağlı paramiliter kontrgerilla yapılarında aktif olan ve bağımsızlıktan sonra Fransa’da yaşamaya çağırılan Cezayirli Harkiler, ordu mensupları ve aileleri. Bu kalabalık ve savaşı birbirinden çok farklı ve çatışmalı şekilde yaşamış grupların hepsi Fransa’da bir arada yaşamaya devam ettiler. Dolayısıyla Fransa’da Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın muazzam bir sömürgeci şiddet içeren bakiyesiyle hesaplaşmak aynı zamanda birbirine son derece karşıt konumlarda bulunan bu grupların politik taleplerinin birbiriyle olabildiğince ilişkilendirilerek uzlaştırılmasını gerekecekti. Sömürgeci geçmişle köklü bir hesaplaşmaya girmekten kaçınmak bu zorlu uzlaşma sürecinden de kaçınmak anlamına geliyordu.
Son olarak, belki de en önemlisi, Fransa’da yaşayan ve artık birçok kuşaktan oluşan Cezayirli kökenli Fransızların yaşam koşulları bu hesaplaşmayı yapmanın önündeki en önemli engellerden biriydi. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Cezayir’in sömürge olduğu dönemdeki şiddet, bağımsızlık sonrası Fransa’ya göç ederek Fransız yurttaşı olmuş yeni kuşak Cezayir kökenlilerin hayatında da farklı şekillerde devam ediyordu. Yapısal, sistemik, farklı kurumsal ve toplumsal ilişkilerde kendini yeniden üreten, son derece dayanıklı bir ırkçılık çalışma hayatından barınmaya ücret politikalarından gündelik tecrübelere mekânsal ayrışmadan sosyal hayata büyük bir şiddetle kendini hissettiriyordu. Bu ırksallaştırılmış sömürgeci şiddetin özellikle polis ve jandarma başta olmak üzere kolluk gücü aracılığıyla, Paris’in banliyöleri ve tüm Fransa’da ürettiği şiddet Cezayir kökenli Fransızlar açısından kısmen ortaya koyuldu.3 Ancak bu Cezayir kökenli Fransızların yaşadığı yaygın ve kurumsal şiddetin sadece bir parçasını oluşturur; adı konmayan bu ırksallaştırılmış ve sömürgecilik temelli şiddet yeni kuşak Fransız yurttaşların (ve göçmenlerin de) tüm hayatını çok güçlü bir şekilde etkiler, belirler ve şekillendirir.
Dolayısıyla Fransız devleti açısından Cezayir’e dair sömürgeci geçmişle gerçek bir hesaplaşma yapmak aynı zamanda bugünle, şimdiyle, bugün nasıl bir arada yaşam kurulduğuyla ilgili çok radikal bir hesaplaşma ve politik tartışma yapmak anlamına gelecektir. Bugün Fransa’da Cezayir kökenli Fransızlar başta olmak üzere tüm beyaz veya Avrupalı kökenli olmayanların tecrübe ettikleri sistemik ırkçılık ve ‘sömürge sonrası’ sömürgecilik biçimleriyle adını koyarak hesaplaşmak anlamına gelecektir. Bu ırkçılık ve sömürgecilik biçimleri Fransa’daki tüm kurumsal, politik ve toplumsal ilişkilerin, tecrübelerin ve pratiklerin tamamına sinmiştir. Üstelik bu tecrübeler ve pratikler sistematik olarak görünmezleştirilir çünkü sömürgecilik dönemi sona ermiştir ve resmi Fransız cumhuriyetçiliği kendisini mevut ırkçılığı kategorik olarak reddetmek üzerine kurar. Bu yaklaşıma göre, Fransız cumhuriyetçiliği evrenselcidir. Kendisini bir sosyal cumhuriyet olarak kurmuştur ve neo-liberal dönemde sosyal kısmı köklü biçimde dönüşse de Anglo-sakson sisteminden farklı olarak ırksal aidiyetleri aştığını iddia ettiği eşitlikçi perspektifiyle hala gurur duyar.
Anlatılan evrenselci cumhuriyet gerçeklikle ilgisi olmayan ve bugün Fransa’da var olan ırksallaştırılmış sömürgeci şiddetin üstünü örtmek için yaratılmış bir mittir elbette. Ancak her güçlü politik devlet mitinde olduğu gibi bu mit bir işlev de görür: Bu mit Fransa’da örneğin ABD’den farklı olarak ırkçılığın pek de keskin olmadığını ileri sürme, Fransa’da sadece Cezayir kökenli Fransızlara değil beyaz kökenli olmayan yurttaş ve yurttaş olmayan nüfusun tamamına uygulanan ırkçılığı konuşulamaz kılma işlevini görür. Zira geçmiş sömürgeciliği hakkıyla konuşmak bizi bugünde aynı nüfus üzerinde icra edilen devlet şiddetini, ırkçılığı, yeni sömürgecilik biçimlerini konuşmaya zorlayacaktır. Oysa doğrusuyla yanlışıyla bitmiş gitmiş bir sömürgeciliği kozmetik olarak konuşmak ve konuşmayı her seferinde ırkçı olmayan Fransız cumhuriyetçiliğine bağlamak meseleyi kelimelerle öldürmek anlamına gelecektir. Sömürgecilik, ırkçılık ve geçmişle hesaplaşma meselesini devlet cenahından konuşan herkes aynı zamanda bugünü konuşmaktan şiddetle kaçınacağı için konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek zorunda kalacaktır.
Dolayısıyla Macron’un, geçmişle yüzleşme ve uzlaşma amaçlanan bir toplantıda bile dalga geçercesine Cezayir’deki Fransa nefretinden, Fransa’nın hedef alındığından söz etmesi, sömürgecilik ve savaş hafızasını dile getirmek için mücadele edenleri berbat bir küstahlıkla ‘hafıza rantı’ üretmekle suçlaması bir yol kazası, yanlışlıkla yapılmış gaf ya da amacını aşan yorum filan değildir. Fransız devletinin mevcut sömürge inkarcısı, ırkçılık örüntülerini sürdürmeye kararlı yorgun, köhne ama direnen merkezini kusursuz bir biçimde temsil eder. Fransız devlet merkezinin bu haliyle sağa, aşırı sağa ve türlü yeni (post) faşizmlere alan açan, kayan, yaklaşan, onları içeren amorf bir sağcılık, ırkçılık ve inkarcılık üretmesi kaçınılmazdır. Macron bu buluşmada onu temsil eder sadece, pot kırmaz, Fransız devletinin gerçeğini ve konumunu ifade eder.
Buradan Türkiye’ye, Türkiye’nin özellikle Kürdistan’ın ve Kürt savaşının farklı veçhelerinin hafızasına dair devlet hafızasına geçmek çok kolay olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti devleti de tıpkı Fransa devleti gibi, geçmişle hesaplaşma konusunda güçlü bir inkâr ve ret geleneğine yaslanıyor. Bu gelenekte zaman zaman kimi kısmi esnemeler olduysa ve yeni bir anma yaklaşımını düşündürecek açıklamalar yapıldıysa da ana eksen hala katı bir inkarcılık çizgisinde. Bu inkarcılık ve ret geleneğinin en önemli sebebi, geçmişle hesaplaşma konusunda atılacak her ciddi adımın, bugünün mevcut ırkçılık ve sömürgecilik politikalarıyla hesaplaşmak zorunda olması. Kürt savaşı mevcut haliyle sürdüğü sürece, ister bu konuyla ilişkili olsun ister doğrudan ilişkili olmasın, gerçek bir geçmişle hesaplaşma sürecinin başlaması mümkün değil. Zira neden bahsedersek bahsedelim, özellikle ırkçılık ve sömürgecilik temelinde geçmişte olup bitmiş her mesele, bugün devam eden yakıcı bir savaşla ilişkili. O savaşta bir çatışmasızlık ortamı oluşmadan, demokratik müzakerenin en azından diyaloga dayalı başlangıç faslı açılmadan, Türkiye devleti açısından herhangi bir gerçek adım atılması mümkün olmayacak. Türkiye’deki siyasi iktidarın ve devlet yapısının bugünkü tekçi, militarist, faşizan ve ırkçı aktörlerine kabaca bir bakış atmak bile bu gerçeği gösterir.
Tam da bu nedenle tıpkı Fransız devleti açısından olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından da bugün geçmişle hesaplaşma hakkında yapılan tüm konuşmaların başarısızlıkla sonuçlanacağına inanıyorum. Devletin farklı kademelerinden, fraksiyonlarından konuşan kim olursa olsun, Kürt savaşı devam ettiği sürece konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek zorunda kalacak. Zira geçmişle hesaplaşmaya dair adına layık, gerçek bir konuşma yapmanın, müzakere yürütmenin siyasi zemini yok. Dolayısıyla belki de geçmişle hesaplaşma konusunda kozmetik konuşmalar yapanlar yerine, Kürt savaşında mevcut duruma itiraz eden, demokratik bir barış masasını savunan, yani aslında bugüne ve şimdiye dair konuşanlar geçmişle hesaplaşma siyasetine bir ölçüde alan açıyorlar. Çünkü siyasi bir mesele olarak geçmişle hesaplaşma her zaman bugünle, şimdiyle, mevcut durumun siyasi çatışmalarıyla, bugün nasıl bir arada yaşam kurgusu yapıldığıyla sıkı sıkıya ilişkili. Bunu es geçen her yaklaşım havada kalıyor.
Bugün Türkiye devleti açısından en yakıcı, sıcak ve güçlü tehdit olarak Kürt hareketinin görülmesi ve Kürt savaşı hem kendi müstakil ağırlığı hem de çok geniş araçsallaştırılma kapasitesi nedeniyle geçmişle hesaplaşma meselesindeki en acil ve yakıcı kalemi temsil ediyor. O konuda atılacak bir adımın, kaydedilecek en küçük somut ilerlemenin geçmişle hesaplaşma meselesinin diğer yakıcı konularında da kendini göstereceğine inanıyorum. Ermeni Soykırımı’nın tanınması başta olmak kaydıyla, geçmişle hesaplaşma babında akla gelebilecek tüm köklü ve çetrefil meseleler ile hesaplaşma tam da bu nedenle sıkı sıkıya Kürt savaşının seyriyle ilişkili.
Peki hem Fransa’da hem Türkiye’de, farklı şekillerde de olsa, meselenin devlet aygıtı tarafından konuşulmasına engel olan siyasi şimdi’ler böyle iken devlet dışı aktörler nasıl bir hafıza sahası yaratır? Devletin tavrı böyle olunca politik hareketlerin veya sivil toplum alanının mücadelesi hangi pürüzlerle ilerler? İki ülkedeki katı, kapalı, ama yorgun ve belki de ikna gücü zayıflamış inkarcılık ve ret politik mücadeleler için biraz da olsa alan açar mı? Bu katı tavrın kısmen aşındığı zamanlarda hem devlet aygıtı hem de politik hareketler tarafından atılan adımlar ne gibi dönüşümlere yol açar? İki ülkenin devlet aygıtı da belirli konuları tanımayı şiddetle reddederken başka bazı konularda makbul hafızalar oluşturmaya çabalar mı? Yolumuz uzun, soruların açtığı güzergahlar çetrefil, önümüzdeki haftalarda bu soruları tek tek ele alarak yanıtlarına dair birlikte düşünmeye devam edeceğiz.