Uzandığımda boyu bedenimi aşacak yeşiller bulsam, bıraksam kendimi,
Ellerin hem kalbine hem bahçeye dikilidir senin, sarılmadan ayrıldığın herkes yerine sarılsam,
Hiç konuşmadan -olmaz, konuşmadan duramam ben-azıcık konuşup
Gözlerimi kırpmadan gökyüzünü izlesem,
Arada bir ağlasam -hayır hıçkıra hıçkıra durmadan ağlasam.
Kimin yasını tuttuğumu unutsam, gidenlerin sadece ölenlerin değil onsuz kaldığımız herkesin yasını tutsam.
Sonra hatırlasam, kelimeleri zihnimde dönüp dolaşan, içimde kısa devreler yaptıran bir kadının yasını tuttuğumu hatırlasam.
Bu böyle, insanların zamanıyla bilinemez, ölçülemez kadar sürse.
Doğrulmanın zamanı geldiğine bir tek ben karar versem, o an geldiğinde dizlerimi karnıma çekip doğrulsam.
Saçlarımız dağılmıştır, önce onları savursam, toparlasam.
Üstüme başıma sen, yeşil, toprak bulanmıştır, çırpmasam, çırpmak zorunda kalmasam.
Üstümde başımda sen, yeşil ve toprak, hep birlikte kalksak, yarım kalanı tamamlasak, bozsak öyle kursak, güzeli kurtarsak.
Kuş gibisindir şimdi, yine, hafifcecik…
En çok da hafifliğin altında eziliyor insan.
Dut ağacını çok severmişsin, ağaç dediğin nedir ki, ona da dönüşür insan.
Beraber yürüdüğümüz, direndiğimiz, düştüğümüz, kalktığımız biri bizden (ç)alındığında yas tutmaya, nasıl yas tutmamız gerektiğini düşünmeye zamanımızın kalmadığı, dursak birini daha kaybedeceğimiz zamanlardan geçiyoruz. Durmadan ama yası da ihmal etmeden; bir kadının bazen toprağı incitmemek için parmak uçlarında bazen zorla üstünde tutulduğu betonları çatlatmak için topuklarını yere vura vura bu hayattan geçtiğini bilerek, bildiğimizi tam da onun gibi anlatmaya, yaşamaya çalışarak yola devam ediyoruz.
Durmuyoruz, birini daha kaybetmemek kadar katledenlerden sonsuza kadar kurtulacağımız o hayat için durmuyoruz. Yas tutuyoruz elbette; sakallarımız yok diye uzatmıyoruz, oturup izleyecek zamanımız yok diye açamadığımız televizyonları haliyle kapatmıyoruz, takdiri ilahiyle(!) hayata veda etmediğimiz için dizlerimizi dövmüyoruz; ancak direnerek tutuyoruz bu yası. Nagihan’ın yasını.
Her yerde, çoğumuzun zihninde, eyleminde; bazılarımızın içinde adını, yerini bulamadığı ama oraya dokunduğunu bildiği cümlelerinde devam ediyor, direnişle iç içe geçen yası. O, Frida’nın sancısını, Virginia’nın akışını, Simon’un arayışını, Silvia’nın umutsuzluğunu, Tezer’in inançsızlığını, Nilgün’ün yalnızlığını, kadınların sevmekten ölesiye korkmasını ve sonra bunun temel mücadele gerekçesi haline gelmesini[i] tane tane anlatırken sanki bütün kadınlık halleri öfke ve zarafetle buluşuyor, bedenden dış dünyaya akıyor. Boylu boyunca kalkanların, barikatların, onu katledenlerin zeminini altlarından çekip alıyor.
Çünkü Nagihan, katılaşmış, dogmatikleşmiş bilgilere, pratiklere sürekli maruz kaldığımız bu çağda duygunun, sezginin, anlamın, düşünce ve eylemle nasıl da iç içe geçirilebileceğini, yolun jineolojîde olduğu inancıyla, yazılarında, konuşmalarında ve yaşamında gösterdi. Büyük bir ustalıktı bu ve her defasında hayran bıraktı.[ii]
Yaşamdan koparılmış, sergilerde sunulan bir tabloyu izlerken gelen hayranlık gibi değil, o tablonun içine girme duygusunu ayaklandıran türdendi, hâlâ öyle. Ben bu müziği nerden hatırlıyorum dediğimizde; kalbimizin atışından, rüzgârın uğultusundan, kalemin kâğıda değdiği andan, sokaklarda atılan sloganların ritminden hatırladığımızı fark edişimizle gelen, yaşama yeniden heyecanla bağlanmak gibi bir hayranlıktı, hâlâ öyle. Dilin, kelimelerin, hitabetin tanrıçası o değilse kimdi?
…
Bütün bu duygu yoğunluğunu ve Nagihan’ın anlamını, içinde olduğu mücadeleyle kazandığı anlamı durmadan anlatmaya, parçası olduğu mücadeleyi büyütmeye çalışırken onu ve özgürleşmek için direnirken bizden (ç)alınan tüm kadınları, hiç unutmamak ama onları kimin, neden (ç)aldığını da bir o kadar ifşa etmek zorundayız. Çünkü ne kadar gizlemiş olsalar da tarih bizlerle, kadınlarla, mücadelelerimizle dolu, bu yüzden canlı. Yazmaya, anlatmaya, direnmeye devam ettikçe de öyle olacak.
Şimdi, bir kez daha tarihe not edelim;
Nagihan Kürt bir kadın, politik bir özne ve muhalif bir gazeteci-araştırmacı olduğu için muktedirlerin haberi olmadan taşın bile yer değiştirmediği o ülkede ama Kürtlerin yurdunda, erkekliğin, devletliliğin işbirliğiyle 4 Ekim 2022’de, bir erkek eliyle, evinin önünde, nerede olduğunu, ne zaman çıkacağını önceden bilenlerin kurşunlarıyla, planlanarak katledildi. Ama kadınlara, kadınların kültürüne, değiştirme gücüne, bilimine karşı binlerce yıldır sürdürdükleri bu savaşta yine ne onun ne de temsil ettiklerinin karşısına çıkamadılar, karşısında duramadılar. Arkasından vurdular.