Ruşen Seydaoğlu
Sevgili Ömür Hanım, bazen Boncuk Hanım, aslında Hatice Hanım,
bir erkek sizin yokluğunuzda; şiir yazarken, para kazanmak için çalışırken ve elbette yaşarken güzelliğinizden ne kadar bahsedilebilecekse o kadarını yaptı. Ustalıkla sürdürdü bunu. Kelimelerin dizilişi, hayatın akışı içinde yerli yerindeydi. Eğer konu siz olmasaydınız bu ne güzel edebiyat der, öylece severdik o sözleri.
Ancak sizdiniz konu. Dünyadan geçmiş, yaşadığı evin her köşesine, deniz kenarlarına, sokaklara dokunmuş öyle gitmiştiniz. Yüzmeyi bilmiyormuşsunuz, ne önemi vardı? Bu yüzden sizinle yapılan güz konuşmalarına hayran olmak da bir seçenekken biz sizi, salt size dizilen sözlerle değil söylenmeyenlerde anlamanın peşine düştük. Bilemiyorum incitir miydi sizi ama zaman zaman yerinize koyduk kendimizi. Hayata rağmen muhteşemdiniz.
Yine de sizin yerinize kızdığımız zamanlar oldu. Sevmenin dünyayı sevmek olduğunu bizden öğrenenlere, zamanı kâküllerimizden doğurup topuklarımızdan batıranlara*, en azından böyle olduğunu söyleyenlere bizim de o dünyaya dahil olduğumuzu gösteremediğimize kızdık. Aslında göremediklerine kızdık. Kirpikler bizimdi ama sanki erkekler için dizilmişti, gözlerimizin üstüne ve onların dizelerine. Bizden koparılmış “bizi” nereye koyacağımızı bilemedik. Ölmeyi mi beklemeliydik, yaşamanın ta kendisi olduğumuzu anlamaları için. Bunu anlamaları neden bu kadar önemliydi? Hele de biz gittikten sonra.
Başka bir nesilden kadınlar olarak okuduk güz sohbetlerini. Tarihin farklı dönemlerini özgün koşulları içinde anlamamız salık veriliyordu ama bu meseledeki tarih kimin tarihiydi, bunu anlamak her şeyin önüne geçti. Tarihte kendini arayan kadınlar olarak okuduk güz sohbetlerini. Önceki şiirlerinde de var mısınız diye didikledik her bir satırı, siz henüz gitmemişken, bu ağıt yazılmamışken yani. Bunca güzel söz siz zaten dünyalar güzelisiniz diye mi yazılmıştı yoksa gittiniz diye mi? Güzelliğiniz evi dolduran, çekip çeviren, çocukları sevip büyüten oluşunuzdan mıydı yoksa siz gittiğinizde bunları yapacak kimse kalmadı diye miydi? Sizinle ısınan eşya, siz gittiğinizde soğumuş; sıcaklık illa soğuk gelince mi fark edilirdi?
Gitmeden önce bu kadar güzel olduğunuzu, dolu dolu bir ağızdan duymuş muydunuz? Duymamış olmalısınız ki benim için şiir yazdın mı hiç, demişsiniz. Bu soruyu sormak istemeyen bir nesilden kadınlar olarak güzelliğimizi de varlığımızı da onaylardan azade tuttuk. Sevilmek ne kadar da edilgendi. Olmasın diye sizin güzellikleriniz kadar güzel “yeni” güzellikler peşine düştük. Edebiyatın erkekler elinde eğilip bükülebilen, hükmedilebilen, ruhu çalınabilen bir kadına dönüştürüldüğünü söyleyebildik mesela. Daha da ileri gidip edebiyat adına güzelleştirilen kadın yine edebiyat adına “ölebilir” kılındığında, ölümsüzlüğü iddia ettik.
Erkeklerin yalnızlığı, yorgunluğu bitmeyen bir nakarat gibiydi. Yüklendiklerimiz de bu nakarattan olabilir miydi? Kurduğunuz evin güzelliği, şefkatiniz, nezaketiniz sizin dilinizden dökülseydi belki de bu kadar şüpheyle yaklaşmazdık. Ama şimdi geride kalan kadınlar için “olması gerekenlerin” dizildiği bir kurallar listesi gibi. Sizin belki de hiç düşünmediğiniz, öfkelenmediğiniz bir yerden yükseliyor kimi duygular içimizde; keşke çocukları sessiz ağlatmasaydınız, bas bas bağırsalardı, sizin yazamadığınız evde kimse tek söz karalayamasaydı.
Ahh Ömür Hanım, sizi sizin sözcüklerinizle okumak ne büyüleyici olurdu. Bizi bundan mahrum eden her şeyle mücadele ediyoruz şimdi. Çünkü Cixous’un sözleri çınlıyor kulaklarımızda, kadınların yazması bir halk ayaklanması ya da sınıf mücadelesi gibidir; ancak bunların etkisinden çok daha sarsıcı sonuçlar açığa çıkarabilir.** İnanıyoruz, kelimelerimiz bizim kalemimizden döküldüğünde hikâye değişecek. Hani ölmesek daha iyi olur ama ağıt yazılacaksa da kendi ağıtımızı yazmaya girişiyoruz, kendi hikâyemizi yazmaya başladığımız gibi.
Tek bir sözcük yazamadan, yazmayı istediğini bile keşfedemeden ölen kadınlar üzerine yazma arzusunu taşıyan diğer tüm kadınlar, köklerini bu kadınların köklerine bağlar. Ozanlık yazmak kadar yaşamaktan da gelebilir ve kadın ozanlar ölmez, yazmak için, yaşamak için mücadele eden kadınlarla varlığını sürdürür. Ancak diğer kadınların mücadelesi sürerse toprakla buluşan bedenleri yeniden hayat bulabilir.***
İşte bu yüzden bir yolu varsa duyun, bilin isteriz; Elsa’yı, Milena’yı, Tomris’i tanıdığımız yerden seviyoruz artık sizi.