Mehmet Nuri Özdemir
Gündelik insan ilişkilerinde eğer kırmak istemediğiniz insanlar sizi kırabiliyor, üzmek istemediğiniz insanlar sizi üzebiliyorsa; yol yürümek istediğiniz insanlar sürekli başka güzergahlardan yol yürüyor ve ekmeğinizi paylaşmak istediğiniz insanlar ekmeğinizi beğenmiyorsa o zaman hayatınızda yeni kararlar almak zorundasınız; yoksa tüm aile, arkadaş ve dost ortamlarında tartışılır hale gelirsiniz; bu da itibarınızın, kişiliğinizin ve dolayısıyla hayatınızın kötüye gitmesine neden olabilir. Kaybedersiniz!
Siyaset bilimci Andrew Heywood’a göre siyasi faaliyetlerin ilk seviyesi yüz yüze, sürekli ve düzenli etkileşimin olduğu aile ve özel yaşam alanıdır. İkinci seviyesi mahalle, işyeri ve kamu kurumlarının olduğu alandır. Siyasetin ancak üçüncü seviyesinde devlet, siyasal partiler ve baskı grupları oluşmaya başlar. Dolayısıyla siyasetin ilk iki seviyesindeki sonuç ve etkileri göz ardı edip her şeyi sadece siyasi parti yöneticilerinin kendi aralarında oynadıkları oyuna indirgerseniz yaptığınız siyaset aileden ve toplumdan uzak olur, ve o zaman da onların desteğini alamazsınız.
Dolayısıyla ilk iki düzey siyaseti ihmal etmemek için sizi kıranlara karşı bazen kırıcı olmak zorundasınız, siz de üzmelisiniz bazen, sınırları çizerek yolunuzu ayırmalısınız kimi durumlarda, ekmeğinizi hak etmeyenlerle paylaşamamalısınız; çünkü o ekmek halkın ekmeği, çünkü halk o ekmeği nasıl kazandığını çok iyi biliyor. Şayet bir süre sonra kırmaz, üzmez, yolunuzu ayırmazsanız, ekmeğinizi hak etmeyenlerle bölüşmeye devam ederseniz siz de kaybedersiniz halka da kaybettirirsiniz. Onun için siyaset her zaman yuvarlak sözlerle yapılan bir iş değil, bazen sözü keskinleştirmek gerekebilir, dahası sözü kare şeklinde, dört kenarı farklı kesimlere batacak şekilde kullanmanız gereken anlar olabilir ve eğer o anları ıskalarsanız bir daha gelmesi için çok beklemeniz gerekebilir.
Öyle mi?
12 Ekim 2020’de Ermenek ve Soma’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen madencilerin yolu jandarmalar tarafından kesilmişti. Bağımsız Maden İşçileri Sendikası örgütlenme uzmanlarından Kamil Kartal gece soğuğunda önlerine bariyer kuran yüzlerce jandarmaya sömürüyü izah etmeye çalışırken, konuşmasının sonuna doğru rütbeli bir askere dönüp “sanki hırsızlığı, namussuzluğu, arsızlığı biz yapmışız gibi hesabı bizden sormaya çalışıyor devlet. Öyle mi alay komutanı?” diye seslenerek kötülüğe ortak olunmamasını isyan ve yakınma arasında dolaşan bir ruh haliyle anlatmaya çalışmıştı.
Sendikacı boşluğa haykırıyordu; öfkeliydi, hava soğuktu ve vücudundan parçalar kopan maden işçilerinin demokratik ve sendikal hakları için yürümelerine bile izin verilmiyordu. Fakat anlattıklarının sonuna eklediği “Öyle mi alay komutanı?” sözleri, hem dönemsel direnişin retoriği oldu, hem de o soğuk havada otoriter rejimin baskıları karşısında boyun eğmeyen, diz çökmeyen insanın yenilmez cesaretine ve umuduna gönderme yaparak kurucu bir direnç oluşturuyordu.
Bu yazı bir teori yazısı değil; çünkü bu yazıda bahsi geçen politik öznelerin bir kısmı teorilerden yararlanmanın ötesine geçerek artık inandıkları hiçbir şeyden şüphe duymadan yaşayabiliyor. Bu yazı bir eleştiri yazısı da değil; zira muhataplar hem teoride hem pratikte tamamlandıklarını düşünüyor. Bu yazı olsa olsa sendikacının gecenin soğuğunda, karanlıkta donup kristalleşen adaletsizlikleri, hataları, yanlışları sıcak insan nefesiyle üfleyerek eritme ve düzeltme isyanının uzantısı olabilir.
İnsan bazen yaşananlar karşısında donup kalabiliyor, konuşsanız bir dert konuşmasanız bir dert! Aşağı tükürseniz sakal, yukarı tükürseniz bıyık! Bu ruh hali özellikle HDP’ de siyaset yapan Kürtler ve sosyalistlerin peşini bırakmıyor. HDP’nin dışında kalan kimi Kürtler ve HDP ile ortak zeminlerde siyaset yapmaktan kaçınan bazı solcular bu ruh halinin temel nedeni. Çünkü HDP her iki kesimle de yol yürümek istemesine karşı bu kesimlerin tavrı ve tutumu pek ilginç olabiliyor.
Uzun süreden beridir Kürtlerin bir kısmı, hem HDP’nin içindeki “solculardan” hem de Kürt kimliğiyle siyaset yapan HDP’lilerden rahatsız; Türkiye sosyalist solunun bir kesimi ise hem HDP’nin yeterince solcu olmadığından hem de HDP’ nin içindeki sosyalistlerden ve solculardan rahatsız. Ve bunu çoğu zaman olduk olmadık zemin ve zamanlarda dile getiriyorlar. Onların bu rahatsızlığı bazen o kadar yüksek volümle dillendiriliyor ki sermaye ve devlet, dost ve düşman aynı anda duyabiliyor. Çıkan ses Kürdün ve solun nefes almasını istemeyenler için muazzam bir konfor alanı yaratabiliyor; öyle ki troller bile bu sesin yarattığı çatallanma arasında molaya çekiliyor. Bu rahatsızlık HDP’ nin kuruluşundan bu yana devam ediyor. Ancak kullanılan argümanlar yetersiz ve eleştiriler-rahatsızlıklar ne sola ne de Kürdi siyasete katkı sunmuyor. Haliyle eleştiri konusu olabiliyor. Hatta bu kesimlere karşı belli bir öfkeye de neden oluyor.
Endişesiz Kürtler
Rahatsız olan Kürtlere göre HDP yeterince Kürdi olamıyor, yeterince Kürt politikalarını gündemleştiremiyor; solun etkisinde kalıyor; hatta HDP Kürtleri temsil etmiyor diyenler bile var. Bu kesime bakılırsa Demirtaş AİHM kararına rağmen Delal ile Dılda’nın kreş hakları için tahliye edilmiyor. Sebahat Tuncel, İdris Baluken ve diğer Kürt siyasetçiler de asgari ücret için tutuklanmış olabilirler. Ya da Figen Yüksekdağ’ın gizli bir planla köy köy gezip Kürtlerle omuz omuza vererek ölümle burun buruna gelmesi, HDP’yi Kürtlerden arındırmak için olabilir. HDP Kürdi değil öyle mi?
Her gün üç beş Kürdistan kurmalarına rağmen elini kolunu sallayarak istediği yerde yaşayıp, istediği şekilde konuşanların başına hiçbir şey gelmiyor, ki kimsenin kılına bile zarar gelmesini istemem ama bir HDP’li basın açıklamasından dolayı on yıllarla yargılanabiliyor. Birileri üç beş Kürdü bile örgütlemekten aciz iken, dahası bunu dert etmez iken arkasına milyonları alan siyasi hareket Kürtleri temsil etmiyormuş öyle mi? Bu durumda kent yoksulluğuyla boğuşan, halk için eşit ve özgür bir belediyecilik yapmak isteyen Gülten Kışanak, Selçuk Mızraklı Kürdistani olmuyor; ama villalardan, okyanus ötesinden canı istediği gibi haritalar çizip ülke kuranlar Kürdistani oluyor öyle mi?
Demek ki Leyla Güven, Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve daha nice siyasetçilerin Kürtlük ile pek alakası yokmuş. Sürgünde yaşamak zorunda kalan binlerce Kürt siyasi mülteci keyfinden dolayı gitmiş. Daha ağır hikayeleri hatırlatıp en azından kaybettiğimiz insanları incitmek istemiyorum.
Endişesiz solcular
Rahatsız olan solculara gelirsek; bu kesime göre HDP yeterince sol-sosyalist bir parti değil, hem aşırı Kürdi bir parti, hem de sosyal demokrat ve yer yer liberalizme kayan bir karakteri de söz konusu; haliyle burjuva siyaset ile arasına mesafe koymayan bir siyaset güdüyor. Yani HDP’den steril bir solculuk bekliyorlar, sosyal demokratlık bile kurtarmıyor, milyonları bulan baldırı çıplakların partisi olmak yetmiyor, binlerce mevsimlik tarım işçisinin, on binlerce inşaat işçisinin, nemli bodrumlarda çalışan binlerce tekstil işçisinin sesi ve temsilcisi olmak sınıf siyaseti olmuyor, solcu olmaya yetmiyor. Kürtlerin kırk yıldır ödediği bedelin verdiği emeğin üzerine bina edilen HDP’’yi Kürtçülükle suçlamak solculuk oluyor ama HDP’nin tüm ezilenlerin adına yaptığı siyaset ve ödediği bedeller solculuk olmuyor öyle mi?
Maalesef bu anlayış, Kürtlerin Kürt meselesini çözmek için müzakere etmek zorunda kaldığı muhataplarını da beğenmiyor. İşin kötü tarafı kendilerini de muhatap olarak görmüyor. Bir kesim çözüm sürecindeki muhatabı, diğer kesim ise önümüzdeki seçimleri kazanacak olan yeni iktidara bile şimdiden kırmızı çizgiyi çekiyor; “olası iktidar ulusalcıymış, burjuvaziymiş, milliyetçiymiş, onlarla oturulmazmış.” Bu durumda Kürt meselesinin “olası çözümünün olası muhatabının” önünü şimdiden alma çabası solculuk olabiliyor ama yoksulluğun, ekonomik krizlerin ve halkların arasındaki nefreti ve düşmanlığı tetikleyen Kürt meselesinin çözümünü istemek, barışı talep etmek, binlerce insanının ölümünün önüne geçmek ve bunun için müzakere etmek solculuk olmuyor öyle mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun, bir savaş yaşanmışsa o savaşın bir barışı da olur; ve doğal olarak savaş nasıl ki iki taraf arasında yapılmışsa barış da iki taraf arasında yapılır. Masanın bir tarafında direnenlerin temsilcisi, diğer tarafında ise devletin başında hangi iktidar varsa onun temsilcisi oturur. Kuşkusuz direnen, kendi tabanını da kendi muhatabını da belirler; ama hiç kimse barış için muhatap beğenmemek gibi akıl dışı bir tercihte bulunamaz. Hele hele solcuların barışın muhataplarını beğenmeme gibi bir lüksü asla olamaz.
Sonuç
Yüz yıldan fazladır Türklerin tüm egemenlik kaprislerine maruz kalmış direngen Kürtler “gelin aynı siyasi partide siyaset yapalım” diyor, fakat kimi Kürtler ve bazı solcular bu kolektif ve toplumcu siyaset yapma önerisini “kuyrukçuluk” olarak algılıyor. Aslında bu Kürdi ve sol anlayış bir yerde buluşuyor; müesses nizamın HDP siyasetine “mesafe koyma” faşizmine göz kırparak.
Kürtler adına büyük bedel ödeyen siyaseti başka bir şeymiş gibi göstererek itibarsızlaştıran bir Kürdi siyaset, ne Kürtlerin ne de muhataplarının içinde karşılığı olmaz.
Kürtlere yönelik tarihsel faşizme kör kalan bir sol siyaset ise ne Türklerde ne de Kürtlerde karşılık bulabilir.
Açıkça söylemek gerekirse Kürtlerin bir Kürt meselesi var, devletin bir Kürt meselesi var, devleti temsilen Kemalistlerin ve İslamcıların bir Kürt meselesi var, dahası ABD’nin ve Rusya’nın bir Kürt meselesi var ama hala bazı Kürtlerin ve bazı solcuların bir Kürt meselesi yok.
Öyle mi Kürt kardeşim; öyle mi solcu kardeşim? Öyle değil!