Özgür Sevgi Göral
Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine’nin bir yerinde şöyle yazar: “Olayları önemlerine göre ayırt etmeden sayıp döken vakanüvis, şu doğrudan yola çıkar: Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz. Oysa, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. Bu demektir ki, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişini bütün anlarıyla zikredebilir.”[1] Geçmişini bütün anlarıyla zikretmek; geçmişin yükünü taşımak; geçmişine tümüyle sahip çıkmak; geçmiş mücadelelerinin isimsiz ölülerini bugünde ve şimdide var etmek; zamanın akışının silmek için, yok etmek için, inkar etmek için örttüklerini açığa çıkarmak; isimlerini tek tek saymak; kaybettiklerimizi bugünün mücadeleleri içinde, hakettikleri haysiyetli yerlerine yerleştirmek. Herhalde mevcut dünyayı radikal bir biçimde değiştirmek isteyen bütün politik hareketler, geçmişin ölülerine nasıl sahip çıkacakları üzerine düşünmüşlerdir. Cumartesi Anneleri’nin geçmişe sahip çıkan, geçmişin ölülerinin isimlerinin silinmesine izin vermeyen, azimle, inatla, sonsuz bir emekle, çabayla, her ne olursa olsun sürdürdükleri mücadeleleri ise Kürdistan’ın ve Türkiye’nin bu konuda verdiği şüphesiz en güçlü cevaptır.
Bazen gözümüzün önünde olan muazzam bir mücadelenin aslında ne kadar değerli olduğunu bilsek de, belki de tam gözümüzün önünde olmasını kanıksadığımızdan, hakikaten ne kadar önemli olduğunu idrak etmeyiz. Bazen idrak etsek de arada unuturuz. Nasıl olsa onlar her zaman oradadır. Kendilerini göstermek için hiçbir özel çaba sarf etmeden, bir yerde düzenli olarak durarak, ellerinde karanfillerle, kaybettikleri yakınlarının fotoğraflarıyla otururlar. Cumartesi Anneleri, kendilerini sadece Galatasaray Meydanı’na değil aynı zamanda Diyarbakır’ın, Cizre’nin, Batman’ın meydanlarına inatla yerleştirerek inkara karşı mücadele etmekle kalmazlar; yanı sıra zamanın akışını eğip bükerek, zamanın akışının ritmini değiştirerek, yeni bir zaman anlayışı kurarlar. Benjamin’in terimleriyle düşünürsek henüz insanlık kurtulmamışken geçmişe tümüyle sahip çıkma mücadelesi verirler; bu mücadele zamanın akışına da politik bir müdahale anlamına gelir.
Önce Cumartesi Anneleri’nin tarihine kısaca bakalım. Kayıp yakınları, İnsan Hakları Derneği üyeleri ve hafıza militanlarının bir araya gelmesiyle ilk oturma eylemini, aralarında zorla kaybedilen Hasan Ocak’ın işkence edilmiş bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunmasının da olduğu bir dizi olay sonrasında düzenlendi. Yakınları ve ağırlıklı olarak İnsan Hakları Derneği üyeleri Hasan Ocak’ı ararken, Adli Tıp Kurumu’nda —tamamen tesadüf eseri—zorla kaybedilen bir başka kişinin, Rıdvan Karakoç’un isminin geçtiği bazı kayıtları bulmuştu. Ayrıca, eczacı ve o sırada yeni kurulmuş olan sağlık çalışanları sendikası Sağlık-Sen’in kurucularından olan, polisin gözaltına aldığı Ayşenur Şimşek’in cenazesi de 24 Ocak 1995’te bulunmuştu. Hasan Ocak’ın ailesi, Rıdvan Karakoç’un ailesi ve pek çok başka kayıp yakını, İnsan Hakları Derneği üyeleri, zorla kaybetme örneklerinin giderek artmasıyla da birlikte, bir araya gelerek ne yapabileceklerini konuşmaya başladılar. Arjantin’deki Plaza del Mayo Anneleri örneğinden de ilham alan grup, 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü saat 12.00’de İstanbul’un Beyoğlu ilçesinin en kalabalık yerlerinden biri olan Galatasaray Meydanı’nı seçerek ilk oturma eylemini gerçekleştirdi. Kayıp yakınları sevdiklerinin fotoğraflarını ellerinde tutup, sessizce oturarak kayıpların akıbetini öğrenmeyi ve sorumluların yargılanmasını talep ettiler. Her oturma eyleminde birkaç kayıp yakını sırayla kendi hikayesini anlattı; oturma eyleminin sonunda ise, yıllardır sistematik şekilde uygulanan zorla kaybetme suçuyla ilgili hakikatin ortaya çıkarılması ve adaletin sağlanmasına yönelik talepleri dile getiren bir basın açıklaması okunuyordu.
Katılımcılarının gözaltına alındığı, işkence ve şiddete maruz kaldığı eylem, 200 hafta boyunca devam etmeyi başardı. Oturma eylemleri, yarattığı güçlü etkiye rağmen, 13 Mart 1999’da eylemlere katılanların maruz kaldıkları sürekli devlet şiddetinden dolayı, kayıp ailelileri tarafından durduruldu. Hasan Ocak’ın kız kardeşi Maside Ocak, ailelerin oturma eylemlerini sonlandırmadığını, yalnızca ara verdiğini söyleyerek, “Bizim için her yer Galatasaray, kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz” dedi.”[2] Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemleri, Ergenekon davasının iddianamesi hazırlandıktan sonra, 31 Ocak 2009’da tekrar başladı. Oturma eylemlerinin ana talebi, bu sefer, Ergenekon davasının kapsamının genişletilip, zorla kaybetme suçunu içermesiydi. Çünkü zorla kaybetmelerden sorumlu olan kişiler, o zaman Ergenekon davasında yargılanıyordu. Bu yeni oturma eylemleri, faillerin hesap vermesi talebiyle ve adalete yönelik somut bir talepten kaynaklanıyordu. Dahası, bu oturma eylemleri artık Diyarbakır, Batman, Yüksekova ve Cizre gibi Kürt kentlerinde de gerçekleşiyordu. Kürt savaşının yeniden şiddetlendiği 2015 yılından sonra durum değişti, eylemlerin Kürdistan’da yapılması oldukça zorlaştı. Sonrasında, pandemi ortamında eylemler online olarak yapıldı, eylem bugün İstanbul ve Diyarbakır’da farklı biçimlerde devam ediyor.
Şimdi zamana, zamanın akışına ve beklemeye dair birkaç şey söylemek istiyorum. Cumartesi Anneleri’nin bekleyişinden çok söz edildi. Kayıp yakınlarının eğer kaybedilen geri dönerse tanısın diye evlerini boyamadıklarından, kapıyı hep açık tuttuklarından, bayramlarda dua edecek bir mezar sahibi olmayı beklediklerinden bahsedildi. Bütün bunlar doğrudur kuşkusuz ama Cumartesi Anneleri’nin bekleyişi ilk anda akla geldiği gibi yekpare, pasif ve değişmez bir bekleme süreci anlamına gelmez. Bu bekleyişi üç farklı dönemi karakterize ettiğini ve her dönemin çok farklı talepler, hareketler ve mücadelelerle karakterize olduğunu, dolayısıyla aslında bekleyişin son derece aktif bir süreç haline dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Bu üç farklı dönemin ilki kaybetmeden hemen sonra başlayan ve ilk birkaç günden aşağı yukarı birkaç haftanın sonuna kadar geçen ilk dönemdir. Kayıp yakınları açısından kayıptan hemen sonraki birkaç haftalık süre anlamına gelen ilk dönem, devlet tarafından alınanı sağ olarak geri almayı amaçlayan ve güçlü bir aciliyet duygusunun damgasını vurduğu bir süreçtir. Hem yakın akrabalar hem de geniş ailenin üyeleri gözaltına alınan kişiyi sağ teslim almak için birçok mercie başvururlar. İlk dönemin mobilizasyonu esasen alınan kişiyi sağ olarak geri alabilmek içindir.
Kayıp yakınları için ikinci dönem kayıptan hemen sonraki ilk haftalar geçtikten sonra başlayan ve birkaç yıl boyunca devam eden süreçtir. Bu dönem, ilk baştaki aciliyet duygusundan görece uzaktır ve artık kaybedileni sağ olarak geri alma umudu büyük ölçüde zayıflamıştır. İkinci dönemin en önemli talebi kaybedilenin akıbetini bilmektir. Kapısı çalınan artık kaybı kurtarmak için ilk başvurulması gerekenler değil aynı zamanda kaybın başına gelenin duyurulması için de gidilenlerdir. İnsan Hakları Derneği, Halkın Emek Partisi ve devamcısı siyasi partilerle yerel siyasette etkinliği olan kimi siyasi figürler, Özgür Gündem gazetesi başta olmak üzere çeşitli basın organları gibi farklı kişiler ve kurumlarla ilişkilenmek de çoğunlukla bu dönemde gerçekleşir. Bu dönemin önemli taleplerinden biri olan faillerin hesap vermesinde geçen fail terimi esasen kaybedileni alan ve infaz edenleri işaret eder. Hukuktan pek de bir sonuç alınmayacağı ve ‘imkansız’ bir adalet arayışında olunduğu bilgisi bu dönemde oluşur.
Üçüncü dönem ise kayıptan sonraki ilk yıllar geçtikten sonra başlayan ve çok daha uzun bir çevrimde devam eden bir bekleyiş anlamına gelir. Burada ilk dönemin aciliyet duygusu ve ikinci dönemin kaybın akıbetini ayrıntılarıyla bilme arzusu zayıflamış durumdadır. Üçüncü dönemin bekleyişine damgasını vuran kaybedilenin bedeninden geriye kalanları yani ‘kemikleri’ teslim alma ve mezar sahibi olma talebidir.[3] Bu süreç zamanın akışının önemsiz ilan edildiği, adeta zamanın akışının hiçbir anlamının kalmadığı bir bekleyişe işaret eder, kaybın gerçekleşmesinden sonra çok uzun yıllar geçmiştir ama zamanın geçişi bekleyişe ve arayışa engel değildir. Bu son dönemde fail artık sadece kaybedilen kişiyi gözaltına alan, işkenceden geçiren ve infaz eden değil, devletin bütünü ve sorumluların tamamıdır. Dönemin cumhurbaşkanı, başbakanı, genelkurmay başkanı, içişleri bakanı ve diğer etkili isimlerinin tamamı yani askeri ve siyasi sorumluların tümünün ismi fail olarak sayılır. Cumartesi Anneleri eylemleri başta olmak üzere kimi anma eylemlerinin içinde yer alarak kaybın anısını yaşatmak ve hafızayı korumak bu dönemin önemli unsurlarından birini oluşturur.[4]
Dolayısıyla kayıp yakınları aslında, Jean Améry’nin faşizmden ve soykırımdan sağ kalanlar için söylediğine benzer bir şekilde, zamanın feshini talep ederler. Onlar yakınlarının diri ya da ölü bedenini bulmadan, cenazeleri onlara teslim edilmeden ve sorumlular hesap vermeden, zamanın hiçbir şey olmamış gibi, kesif bir inkâr içinde akışına itiraz ederler. Jean Améry zamanın feshini talep etmenin anlamını “caniyi cürmüne çivilemek istemek” olarak tarif eder.[5] Cumartesi Anneleri caniyi cürmüne çivilemek ister gerçekten de, üstünden kaç yıl geçmiş olursa olsun faillerin tamamından hesap sorar. Öte yandan hepsinin talebi mutlaka bizzat kendi yakınlarını kaybedenin yargılanmasıyla sınırlı değildir; kimi faillerin yargılanmasının en önemli şey olduğunu söyler, kimi gerillanın onurlu bir barışla Kürdistan’a dönmesini temel talep olarak vurgular, kimi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün diğer her şeyin yerine geçeceğini belirtir, kimi Kürtçenin resmi bir statü kazanmasının ve ‘onurlu ve adil bir barış ortamı’ oluşmasının altını çizer.[6] Ama temel talebi ne olursa olsun Galatasaray Meydanı’ndan Cizre’deki meydana, kayıp yakınlarının mücadelesi, zamanın onların yakınları kaybedilmemiş gibi akmasına kökten bir itiraz anlamına gelir; Cumartesi Anneleri zamanın akışının feshini talep eder, aradan kaç yıl geçerse geçsin hiçbir şey kaybettiklerinin anısını silmez, silemez.
Son olarak Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin toplumsal cinsiyet boyutuna değineceğim. Eylem aslında ilk başta Cumartesi İnsanları ismiyle düşünüldüyse de sonradan Cumartesi Anneleri -Dayikên Şemîyê ismiyle kalıcılaştı. Eylemlerde aktif olanlar sıklıkla kaybedilenlerin eşleri oldu; şüphesiz kaybedilenlerin anneleri, kardeşleri ve diğer yakınları da yer aldı. Cumartesi Anneleri deyince kafamızda canlanan güçlü ikonografi, yani en önde ellerinde sevdiklerinin fotoğrafları ve karanfillerle oturan beyaz yemenili kadınlar, bu eylemi yoktan var etti. Bununla da kalmadı, kendilerine dair hem çok kişisel hem çok politik bir meseleyi, sevdiklerinin bir politik davanın neferi, Kürt özgürlük hareketinin milisi, radikal bir sol örgütün militanı olduğu için nasıl kaybedildiğini anlattılar. Bu anlatıyı güçlü bir hikâye haline getirdiler. Bu hikâyede kelimenin en saf haliyle özel olan politikti; hem onun nasıl çok başka biri olduğunu hem de davasına nasıl bağlı olduğunu, hem onu nasıl özlediklerini hem de katillerinden hesap sormayı nasıl hiç bırakmayacaklarını anlattılar. Yetmedi, tüm bu eylemlilik sürecinde kaybettikleri eşlerinin ardından herkesi bir arada tuttular, çalıştılar, çocuk büyüttüler ve yine de her Cumartesi eylem alanına çıktılar.
Zorla kaybedilenlerin eşlerinin yani aslında Cumartesi Anneleri’ni var edenlerin tecrübelerine odaklanan ve ilginç bir biçimde hem sivil toplum alanında hem de akademide hak ettiğinden daha az ilgi gören bir raporda Özlem Kaya ve Hatice Bozkurt kayıp eşlerinin tecrübelerine ve anlatılarına bakmanın neden çok önemli olduğunu mükemmel bir şekilde anlatır. Bu anlatılar bize birkaç şeyi bir arada gösterir: Zorla kaybetme anı çok uzun ve köklü bir devlet şiddeti sürecinin içinde bir andır; öncesi ve sonrasıyla birlikte düşünmek gerekir. Zorla kaybetmeden önce de devlet şiddetinin çeşitli biçimleri yaşanır ve zorla kaybetme sonrasında da hem devlet şiddeti hem de kapitalizm koşullarında ayakta kalmanın getirdiği güçlükler kayıp yakınları için çok zor ve çok mücadele ettikleri bir süreç anlamına gelir. Kaybedilenlerin eşleri Irak’tan tut Van’a kadar, Muş’a Düzce’ye kadar mevsimlik işçilik yapmış, başkalarının evini temizlemiş, çalışırken mecburen sütünü tarlaya sağmış, gözyaşlarını başta çocukları herkesten saklamış, Türklerin yani onları katledenlerin arasına girmiş, erkek olmuş, daha önce hiç bilmediklerini öğrenmiş, aynı zamanda sokağa çıkmış, her Cumartesi sevdiğinin fotoğrafını kaldırmış kadınlardır.[7] Bu kadınların neredeyse hepsi şu cümleyi tekrar ederler: ‘Son nefesimi verene kadar, bu dünyada ve öbür dünyada, iki elim yakalarındadır’.
Hem insan hakları hareketinin merkezine hem de kendi davalarının gereklerine, hem Türkiye demokrasi kavgasının kalbine hem de Kürdistan özgürlük mücadelesinin ana damarlarına, hem kişisel hayatlarının detaylarına hem de sevdiklerinin politik mücadelesine, davasına ve anısına sadakatle, hem katillerden hesap sorarak hem de rüyalarında sevip kaybettiklerini nasıl gördüklerini anlatarak, bu kadınlar yüzlerce haftadır, azimle, inatla, neredeyse beklentisiz ama asla vazgeçmeden meydanlara çıktılar, bizzat kendileri Türkiye’nin en önemli politik inisiyatiflerinden biri oldular. Cumartesi Anneleri’nin Türkiye’de daha önce hiç açılmamış bir alanı açan, sömürgeciliği de, hukukun yalanlarını da, inkarın büyüklüğünü de ve hepsine karşı politik mücadelenin gücünü de ortaya koyan ısrarları olmasaydı bugün Türkiye’de devlet suçlarına, hafıza sahasına, ırkçılığa ve sömürgeciliğe dair pek çok şeyi konuşamıyor olacaktık. İnatları, ısrarları, çabaları, zamana meydan okuyan ve onu fesheden politik mücadeleleri için onlara ne kadar teşekkür etsek azdır; önlerinde saygıyla, minnetle eğiliyorum.
Bu yazı bir süredir ele almaya çalıştığım geçmişin işlenme biçimlerine sömürgecilik ve ırkçılık temelinde bakmaya çalıştığım serinin son yazısı. Bu seriye başlarken yazdıklarıma gelen yorumların, eleştirilerin ve katkıların bana bu kadar çok şey katacağını gerçekten tahmin edemezdim. Değerli zamanını ayırıp yazılarımı okuyan, yorum yapan, görüşlerini e-mail dahil pek çok farklı yolla paylaşan herkese çok teşekkür ederim. Hepsi benim için çok değerli, çok öğretici. Bir süre ara verdikten sonra yine bu seride yaptığım gibi belirli sorular etrafında yazmaya devam etmeye çalışacağım. Gazete Karınca’ya bana yer açtığı, yazdıklarımı sonsuz bir özenle paylaştığı, yazılar yayımlandıktan sonra bile bitmeyen düzeltmelerime nezaketle tahammül ettiği için çok teşekkür ediyorum. Benjamin’le başladık, onunla bitirelim, Benjamin yine aynı metinde, Tarih Kavramı Üzerine’de şu soruyu da sorar: “Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur?” Elbette vardır, kulak verdiğimiz seslerde artık susmuş olanların yankısının izini sürmek bizim biraz da görevimizdir. Yeni serilerde de bu sorunun izini kendimce sürmeye devam edeceğim. Zaman ayırıp okuduğunuz için hepinize sonsuz teşekkür ederim, çok sağ olun, var olun.
[1]Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”Son Bakışta Aşk içinde, der. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları,
[2]Maside Ocak, Pelin Tan röportajı, “Her kayıp yakını sevdiğinin son sözünü bilmek ister,” Türkiye’den Şiddet Hikayeleri, Erişim tarihi: 15 Şubat 2016. Burayı tıklayarak röportajın tamamını okuyabilirsiniz.
[3]Mezarsızlık olgusuna sadece kayıplar üzerinden değil Kürdistan’da uygulanan özgül bir şiddet pratiği olarak daha geniş bir çerçevede bakan önemli bir çalışma için bkz. Hişyar Özsoy, “BetweenGiftandTaboo: DeathandTheNegotiation of National Identity andSovereignty in theKurdishConflict in Turkey” Yayımlanmamış Doktora Tezi, TheUniversity of Texas, Austin, 2010. Hişyar Özsoy’un doktora tezine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.
[4]Bekleyişi daha ayrıntılı ele aldığım bir çalışma için bkz. Özgür Sevgi Göral, “Waitingforthedisappeared: waiting as a form of resilienceandthelimits of legal space in Turkey”SocialAnthropology, 2021, 29 (3): 800 – 815. Çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.
[5]JeanAméry (2015), Suç ve Kefaretin Ötesinde, İstanbul, Metis Yayınları, 2016, s. 9.
[6]Özgür Sevgi Göral, “Memory as experience in times of perpetualviolence: thechallenge of SaturdayMothersvis-à-visculturalaphasia”KurdishStudies, 2021, 9 (1): 77 – 95. Çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz
[7]Hatice Bozkurt, Özlem Kaya, “FotoğrafıKaldırmak”: EşiZorlaKaybedilenKadınlarınDeneyimleri, HafızaMerkeziYayınları, 2014. Çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.