Ana SayfaGüncelBir Erdoğan-Abdülhamid analojisi

Bir Erdoğan-Abdülhamid analojisi

HABER MERKEZİ – Yrd. Doç. Dr. Zafer Fehmi Yörük, bugünü anlamak için sıkça kurulan bir analojiye dikkat çekiyor. Yörük’e göre Erdoğan’ın bir “kifayetsiz Abdülhamid” olduğunu vurgulamak yeterli. Ancak Yörük, Marx’ın Hegel’in tekerrür meselesi üzerine notunu hatırlatarak bunu yapıyor: “Hegel, büyük dünya-tarihsel vakıaların ve şahsiyetlerin sanki iki defa çıktığından bahsetmişti bir yerlerde. Şunu eklemeyi unutmuştur: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferindeyse komedi”. Aşağıda, Zafer Yörük’ün Duvar’dan Nuray Almaç’ın sorularına verdiği yanıtlardan seçilmiş pasajlar yer alıyor. Yörük’ün anlattıkları sıkça kurulan bir benzerliği derinleştiriyor.

II. Abdülhamid dönemiyle ‘hayret edici’ benzerlikler

Siyasal iktidarın bir ideolojik restorasyon projesi olduğunu düşünüyorum. Restorasyon, sabık başbakan Davutoğlu’nun çok sık kullandığı bir terimdi. Ve bu sürecin içeriğini anlamak için Erdoğan ve çevresinin kendi tarihsel referanslarını dikkate almamız gerekiyor. Bugünlerde özellikle Şerif Mardin’in II. Abdülhamid dönemiyle ilgili analizlerini yeniden okuyorum. Mardin de Çağlar Keyder de Abdülhamid dönemini “restorasyon” olarak adlandırmayı tercih ediyorlar. O döneme baktıkça günümüz ile benzerliklerine hayret etmemek elde değil.

İbn-i Haldun, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye yazmıştı. Toplumların tarihini uzun vadeli zaman aralıklarıyla tekrarlanan deneyimlerle açıklayan döngüsel bir tarih felsefesinin ifadesiydi bu sözler.

Ama bu anlayış, Aydınlanma’nın ilerlemeci tarih felsefesi ile birlikte çoktan terk edilmiş bulunuyor. Buna rağmen tarih bilgisi ve bilincinin bugünü anlamak için önemini hiçbir zaman yitirmediğini de vurgulamak gerekiyor. Yoksa tarihi bilmeye gerek kalmazdı. Çünkü Kojin Karatani’nin Tarih ve Tekerrür kitabında 1980’li yılların Japonya’sı için gözlemlediği üzere, çözülmemiş temel sorunlar, toplumların tarihinde tekrar ve tekrar hem de her geçen gün daha şiddetli biçimlerde tezahür ediyor. Bugün bir restorasyon süreci içinde olduğumuzu iddia ederek neler beklememiz gerektiğini anlamak da günümüzün sorunlarının hangi temel sorunların ve süreçlerin tarihsel bakiyesi olduğunu saptamayı gerektiriyor. İbn-i Haldun’un döngüsel tarih anlayışına yönelik eleştiriler üzerinden ilerlemeci/lineer tarih felsefesini inşa eden Hegel’in bile tarihte tekerrürü bütünüyle dışlamadığını şu gözleminden anlıyoruz: “Bütün tarihsel büyük olaylar ve şahsiyetler, hemen hemen iki kez yinelenir.”

Yineleme hangi olay ya da şahsiyetler üzerinden yaşanıyor

AKP söylemi, yüzeyde kendini esas olarak CeHaPe yani Kemalizm “parantezinin” nihai kapatıcısı olarak sunma eğiliminde. Menderes ve Özal başlıca kilometre taşları ya da ilham kaynakları… Bu muhafazakar/quasi-liberal geleneğin yarım bıraktığı işi tamamlayacak son temsilcisi olarak da Erdoğan sunuluyor. Oysa dikkatli bakıldığında Erdoğanist referansların derininde tarihsel olarak daha geriye dayandığı görülecektir.

Çok fazla görsel ve yazılı sembolden söz edebiliriz ikisini yan yana koyan. Örneğin, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin 15 Temmuz’dan sonraki yeni adı ya da bu yılın Ocak ayında AKP’nin düzenlediği Abdülhamid anması. Orada bir konuşma yapan Binali Yıldırım, Erdoğan’ı “Abdülhamid’in torunu”, FETÖ’cüleri de İttihatçıların ikinci tezahürü ilan etti. AKP’li araştırmacı Taha Ün’ün 15 Temmuz ertesinde apar topar piyasaya çıkardığı Yüz Yıllık Terane kitabı da aynı temayı işliyor. Daha yakın zamanda, Emine Erdoğan Yıldız Sarayı’na gidip Abdülhamid’in “ince ruhundan” falan dem vurduğu bir konuşma yaparak şunları söylüyor: “Onun dönemi, ülkemizin karşı karşıya kaldığı sorunları anlamak bakımından bir ayna hükmündedir.”

Ben bu göstergeleri Taksim’e cami ve topçu kışlası projeleriyle birlikte Erdoğanist çevrenin kurguladığı tarih anlatısının muhafazakar/mütedeyyin kolektif psişeye yönelik moda tabirle “subliminal” mesajları olarak okuyorum. 15 Temmuz’la kapatılan “parantezin” Cumhuriyet’le değil daha önce 1908’de Abdülhamid’i ikinci defa Meşrutiyet ilan etmek zorunda bırakan İttihatçı ayaklanma ve ardından da tahttan düşürülmesine yol açan 31 Mart vakası ile açılmış olduğu iması… Sosyolog Şerif Mardin ve tarihçi Selim Deringil, Abdülhamid’in anıtlar, mimari, tuğralar/nişanlar, devlet törenleri ve tarihsel göndermeler yoluyla giriştiği sembolik restorasyonun önemini vurguluyorlar. Erdoğan ile en önemli benzerliklerinin bu sembolizm tutkusu olduğunu gözlemleyebiliriz. Saray inşa etmek (Yıldız ve Beştepe), “ecdadımız” söylemi, Ertuğrul Gazi’nin “kurucu ata” olarak vurgulanması (TRT dizisi), saray muhafızlarının tarihi çağrıştıran kıyafetleri vb. hepsi Abdülhamid’in sembolik pratiklerinin tekrarı aslında.

Erdoğan-Abdülhamit benzerliği

Birincisi, Anayasa ile olan sorunlu ilişki. Abdülhamid 1876’da Meşrutiyetçiler tarafından tahta çıkarıldı. İlk Osmanlı Anayasası’nı ilan etti ve Osmanlı’nın ilk Meclisi onun fermanıyla toplandı. Hemen ardından, savaş durumu gerekçesiyle Meclisi feshederek anayasayı askıya aldığını görüyoruz. Erdoğan’ın da iktidara gelirken Anayasa’yı demokratik bir toplumsal sözleşme olarak yeniden yazma vaadi olduğunu, ama bugün geldiğimiz noktanın daha çok 1877’deki “olağanüstü hal” koşullarını onaylamamız beklentisini andırdığını kabullenmemiz gerekiyor. O kadar ki, o zamanki gerekçe ile şimdiki de büyük ölçüde benzeşiyor: Rusya ile savaş hali.

İkincisi, kalkınma ya da modernleşme ile şizofrenik ilişki. Abdülhamid, Yeni Osmanlılar’ın “Batı taklitçiliği” eleştirilerini büyük ölçüde dikkate alarak 1839 Tanzimat Fermanı’yla açılmış olan “parantezi” kapatma hedefini uygulamaya koydu. Ama bu, onun modernleşme karşıtı bir monark olduğu anlamına gelmiyordu. Özellikle ilköğretimi ülke geneline yayacak okulların açılması, öğretmen yetiştiren kurumların yaygınlaştırılması gibi daha sonra Cumhuriyet döneminin en önemli pratiklerinin temeli onun iktidarı döneminde atıldı. Bu hamle, Osmanlı ülkesini birbirine bağlayan bir demiryolları projesi yanında bir de karayolları projesiyle birlikte yürüyordu. İletişim alanında yapılan atılım, ülkede ilk kez telgraf ağının oluşturulması da önemli bir modern altyapı hamlesi olarak anılmak durumunda. Batı’nın teknolojisini alıp felsefesini reddetme perspektifi Abdülhamid’in pratiğine büyük ölçüde egemendi. Benzer “duble-yol, hızlı tren ve köprü hizmetlerinin” günümüz siyasal iktidarının söyleminde tuttuğu yer, bu tarihsel referanslarla daha anlaşılır olmuyor mu?

Üçüncü olarak Abdülhamid, Batılılaşma hamlesi ile birlikte neredeyse unutulmuş olan İslami kimliğin Osmanlı’yı yeniden birleştirmekte bir çimento işlevi göreceğini umuyordu ki “restorasyon” teriminin değeri özellikle buradadır. Tanzimat’ın eşitlikçi yurttaşlık anlayışının Hıristiyan tebaaya millet-i hakime karşısında sağladığı doğal ekonomik üstünlüğün farkındaydı. Elde kalan ya da feda edilemeyecek (müstemleke değil “vatan” addedilebilecek) Osmanlı toprakları, ancak böyle bir ideolojik yenilenme ile ülke dahilinde tutulabilirdi. Abdülhamid yüzünü Avrupa’dan çekip Ortadoğu’ya çevirdi. Şeriat’ı Osmanlılaştırdı; İslam’ı Sünni/Hanefi temelde standartlaştırdı ve bunu yaymak üzere bir dini görevliler ve Nakşibendi gönüllüler ordusu oluşturarak Anadolu’ya ve Ortadoğu coğrafyasına gönderdi. Bir yandan eğitimi modernleştirip yaygınlaştırırken bir yandan da müfredatı Müslümanlaştırmak Abdülhamid’in alametifarikalarındandı. Her köye bir okul yaparken köyün dinsel ve mezhepsel inancını tamamen göz ardı ederek bir de cami inşa etme ve öğretmen yanında bir de imam atama pratikleri, Abdülhamid’in Şeyhülislamlık müessesesini zaten Diyanet’e çevirmiş olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın benzer pratiklerinin neler olduğunu (örneğin, ortaöğretim kurumlarının neredeyse tümüyle İmam Hatip olarak yeniden yapılandırılması ya da ilkokullar için dört gün okul bir gün cami projesi) düşünmeyi ise size bırakıyorum…

İslamlaşmak çerçevesinde anılması gereken önemli bir hamle de Halifelik unvanının rehabilitasyonudur. Abdülhamid, İslam’ın Halifesi olduğunu gerek Anadolu gerekse de Ortadoğu halklarına vurgulama gereği duymuştu. Böylelikle, en önemlisi yükselmekte olan Arap milliyetçiliği olmak üzere, İslami kimlik içi merkezkaç kuvvetlerle baş ederek imparatorluğu elde tutmayı umuyordu. Halifeliğin bir başka etkisi de Osmanlı dışındaki (özellikle Hindistan ve Kafkaslar) Müslüman halklara önderlik ve himaye sunma durumuydu. Kaybedilme tehlikesi altında olmaktan çok yeniden kazanılma perspektifi vadeden tarihi Osmanlı coğrafyasında, Erdoğan’ın “one minute” vakasından bu yana kendi adı altında Halifelik kurumunu yeniden inşa ve ilan etme projesini görmezden gelmemek gerekiyor.

Bir ‘hayatta kalma’ projesi

Ben, hem Abdülhamid’in hem de Erdoğan’ın yalnızca devlet elitlerine yönelik bir beka projesi sunmadıkları, bundan çok daha güçlü popülist temellerde “millete” bir hayatta kalma yani bir Lebensraum projesi sunabildikleri için güçlü olduklarını düşünüyorum. Başta konuştuğumuz Hitler Almanyası analojisi de bu nedenle önem kazanıyor.

Osmanlı’nın geleneksel Müslüman/Türk çoğunluğu yani millet-i hakime, 19. Yüzyıl sonu itibarıyla bir yok olma ya da bulunduğu topraklardan Asya’ya sürülme fobisi yaşadı. Bu kolektif korkunun kaynağı, Balkanlar’ın kaybedilmesi ve devletin özellikle askeri güçsüzlüğünün görünür hale gelişiydi. Abdülhamid bu korkuya, Anadolu ve Ortadoğu topraklarını İslamlaştırma projesiyle çare üretti. Tabii ki hedefte, o dönemde nüfusun önemli bir kesimini oluşturan devletin gayrı Müslim tebaası vardı. Abdülhamid, özellikle Ermeni nüfusun taleplerine karşı çok sert tutum aldı. Müslüman Kürd aşiretlerin silahlı birliklerinden oluşturulan paramiliter Hamidiye Alayları onun döneminde kurularak isyan bastırma operasyonlarında kullanıldı.

Bugünün ‘iç tehdidi’: Ermenilerden Kürtlere

Ermeni soykırımının 1915’te İttihatçılar tarafından gerçekleştirilmiş bir eylemden ibaret olduğunu düşünenler 1890’lı yıllara dikkatli bakmalılar. Yüzbinlerce Ermeni yurttaşın özellikle Tokat ve Merzifon yöresinde devlet eliyle katledildiğini göreceklerdir. İsyan ettiği gerekçesiyle yok edilen nüfusun yerine Müslüman/Türk nüfusun ve Müslüman Kafkas ve Balkan göçmenlerinin yerleştirildiğini de göreceklerdir. Abdülhamid’in Avrupa’daki Kızıl Sultan lakabı, bu katliamlardan kaynaklanır. Yine Ezidi, Süryani, Ermeni, Rum vb. tebaaya Müslümanlığı kabullenmeye yönelik en güçlü çağrının (siz bunu baskı diye okuyun) bu dönemde gerçekleştiğini görüyoruz. Alevileri Sünnileştirmek de bu din siyasetinin bir başka ayağıdır. Bu ayrıntılar şu nedenle önemli: Abdülhamid, Sünni Müslüman/Türk kimliğini milleti hakime olarak (yeniden) kurmuştur. Birer ideoloji olarak İslamcılık ve Türkçülük Osmanlı tebaası arasında onun döneminde somut karşılıklarını bulmuştur. Başka deyişle Abdülhamid’in Türk milli kimliğinin (ya da, aynı anlama gelmek üzere Türk-İslam sentezinin) kurucusu olduğu söylenebilir.

Bu milli kimliğin görünür düşmanı “iç mihraklar” yani gayrimüslim Anadolu halklarını özerklik, bağımsızlık gibi fikirlere kışkırtan odaklardır. Bir de “dış mihraklar” vardır ki bunlar da bu iç mihrakları himaye edip kendi emelleri (Osmanlı’yı parçalama) yönünde teşvik ederler. Milli paranoyamızın Sevres Sendromu ile başladığını sananlara tarih bilgilerini gözden geçirmelerini öneririm. Bu “dış mihrakların” Osmanlı’dan daha güçlü olmaları ve milleti bölüp parçalamak gibi kötü emellere sahip olmaları nedeniyle Türk milli kimliği bir “mazlumluk edebiyatı” üzerine kurulmuştur.

İşte, Müslüman/Türk tebaanın çoğunlukta olduğu (olmadığı yerde katliamlarla çoğunluğun sağlandığı) bir coğrafya olarak “vatan” fikrinin somutlaşmasını da Abdülhamid’e borçlu olduğumuzu teslim etmemiz gerekiyor. Bu vatanın günümüzde karşı karşıya kaldığı “iç tehdit” Kürt hareketidir. Erdoğan, bu tehditle Abdülhamid yöntemleri kullanarak baş etme kararlılığını özellikle 2015 yazından itibaren devreye sokmuştur. “Pekaka tehdidini”, onun işbirlikçileri olarak “Hadepe”yi (bu, Meşrutiyet’in yasal siyasal temsilcileri olan Hınçak ve Taşnak partilerine yönelik söylemin neredeyse birebir kopyasıdır) ve onları himaye eden “dış mihraklar” olarak Avrupa ülkelerine karşı “mazlum fakat gururlu” duruşunu hatırlayalım. Erdoğanist söylemin ve pratiğin bu üç unsura nasıl açık bir savaş açtığı yanında, iktidarının ilk gününden beri dilinden düşürmediği mazlumluk ve mağdurluk demagojisiyle bu savaşı nasıl eklemlediğine bir daha ve dikkatli bakalım.

Özetle Erdoğan, Osmanlı’nın çöküş döneminde ortaya çıkmış olan ve milli kimliğin de Türk-İslam sentezi ideolojisinin de temelini oluşturan kolektif paranoyayı 21. Yüzyıl koşullarında yeniden tetikleme başarısını göstermiştir. Bunu dikkate aldığımızda 16 Nisan referandumunun hem milli hem de dinsel bir ideolojik mesele olarak muhafazakar/mütedeyyin kitlenin kolektif ruhu için önemi anlaşılacaktır. Bu ruhun cephesine İslamcı-Laik bölünmesi ötesinde bir varoluş/yok oluş paniğinin düştüğünü görürsek o zaman örneğin Devlet Bahçeli’nin evet çağrısı yapmasında bir skandal kaset ihtimalinden çok daha köklü nedenlerin olduğunu idrak edebiliriz.

Psişik tarihsel referanslar

Somut toplumsal ve siyasal koşullarla bu psişik tarihsel referansların ilgisini açıklamamız gerekiyor. Bunun birbirine bağlı iki yönü var: Birincisi AKP’nin ikincisi ise Türkiye toplumunun yeniden yapılandırılması projeleri. AKP, iktidarını konsolide ederken Refah’tan (ya da Milli Görüş) ve Gülen Cemaati’nden (FETÖ) devraldığı sosyal dayanışma ağlarına fazlasıyla yaslandı. Geldiğimiz noktada her ikisini de tasfiye etme zorunluluğu hasıl oldu ki bu pratikte AKP’nin tasfiyesidir. Meselenin yalnızca FETÖ ile ilgili olmadığı açık. Abdullah Gül ve Bülent Arınç olmadan AKP’yi düşünmek neredeyse imkansız çünkü kurucuları bunlar. Kullandığım terimlerin nedeni şu ki günümüzde AKP, Erdoğan ve yakın çevresi tarafından Erdoğanist bir parti olarak yeniden kurulma sürecinde. Buna, bu güne kadar var olmuş olan klientalist ağların güncellenmesi ya da yeniden kuruluşu süreci de diyebiliriz. Erdoğan ve yakın çevresi, bir yandan ideolojik bombardımanın dozajını yükseltirken bir yandan da bu eski ağlardan arta kalanları yeniden yapılandırma çabası içinde. 16 Nisan referandumu, bu konuda da bir karar anlamına gelecek.

Aynı şey toplumun bütünü için de geçerli. AKP’li çevreler şimdi bu iktidarla yakınlıkları konusunda yeniden test ediliyorlar. Burada, kleptokratik refah birikimi ve bunun klientalist paylaşımı üzerinden bir yeniden yapılanma söz konusu. Yani devletin değerleri etrafında biçimlenen müteahhit çıkar ağlarını, taşeron ihalelerini, oy karşılığı kömür ve yiyecek yardımı dağıtımlarını yeniden yapılandırmak gerekiyor. Bütün bunlar, neden Erdoğan ve yakın çevresi ya da Erdoğanizm terimlerini tercih ettiğimi göstermiyor mu? Çünkü AKP felsefesi, sevelim ya da nefret edelim böyle değildi. Yukarıda sözünü ettiğim Hamidist ideallere daha yakındı. Bu anlamda Erdoğan-Abdülhamid analojisinin sınırları da ortaya çıkıyor sanıyorum.

‘Kifayetiz Abdülhamit’ ya da trajedi-komedi

Bir sonuç bölümü oluşturmak istemiyorum. Erdoğan’ın bir “kifayetsiz Abdülhamid” olduğunu vurgulamak yeterlidir sanıyorum ve Marx’ın Hegel’in tekerrür meselesi üzerine şu notuyla bitirmeyi öneriyorum: “Hegel, büyük dünya-tarihsel vakıaların ve şahsiyetlerin sanki iki defa çıktığından bahsetmişti bir yerlerde. Şunu eklemeyi unutmuştur: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferindeyse komedi”.


Duvar’daki söyleşinin tamamını BURADAN okuyabilirsiniz.