Yalnızca hekimlerin ve sağlık emekçilerinin değil, bütün yurttaşların hatta ülkede yaşayan herkesin katılmasını gerekli kılan taleplerle, 29 Mayıs Pazar günü Ankara’da “Emek Bizim Söz Bizim Sağlık Hepimizin Mitingi” yapılacak. Afişlerdeki sıralamayla mitingin çağrıcıları; Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası, Birinci Basamak Sağlık Çalışanları Birlik ve Dayanışma Sendikası, Aile Sağlığı Çalışanları Ebe ve Hemşire Dernekleri Federasyonu, Genel Sağlık ve Sosyal Hizmet Kolu Kamu Çalışanları Sendikası ileTüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği. Seçim sathı mahalline girildiği bir dönemde olmamız nedeniyle, mitingin toplumsal muhalefet adına da ayrı bir önem taşıdığını/taşıması gerektiğini düşünüyoruz. Gerekçemizi çok uzun olmamak üzere paylaşalım.
Siyaset, toplumsal sınıf, grup ve partilerin sınıfsal çıkar ve amaçları yönündeki faaliyetleri olarak tanımlanıyorsa ki tarihsel olarak katılmamak yanlış olur, günümüz dünyasında bir sınıfın(emekçiler) çıkarına olan diğer sınıfın(patronlar) çıkarına olmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist toplum biçiminin gereksinimlerini karşılayacak nitelikli emek gücü arzının yetersizliği, reel sosyalizmin toplumlarda yarattığı etkilenmeyle de birleşince, kapitalist ülkelerde patronlarla emekçiler arasında toplumsal mutabakat sağlanmıştı. Beraberinde de pek çok sosyal ve ekonomik hak toplumsal boyutta tanımlanıp hayata geçirildi. Bununla birlikte, 1970’li yılların başında kapitalizmin tüketim krizine girmesi, emek gücü arzının talebin üzerinde olması ve reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte kapitalist ülkelerde toplumsal mutabakat patronlar tarafından tek taraflı olarak bozuldu. Yeni bir dönem olarak, ABD hegemonyasında, kapitalist neoliberal politikalar uygulanmaya başlandı. Eş zamanlı olarak sınıf mücadelesindeki geri çekilmenin de kolaylaştırıcı etkisiyle sosyal devlet uygulamaları döneminde tanımlanmış toplumsal haklar bir bir budandı, ortadan kaldırıldı.
Günümüze kadar ulaşmış, haklar ile ilgili “başyapıtlar” sıfatıyla tanımlanan metinler, çalışmalar ve uluslararası sözleşmeler incelendiğinde, iki temel saptamaya ulaşabiliyoruz. Bunlardan ilki, “hak kavramı, talep olarak var olduğundan bu yana, hiçbir zaman mülkiyet ilişkileri dışında ele alınmamıştır. Mülkiyet sınırını aşan bir hukuk ve hak anlayışı geliştirilmemiştir”. İkincisi ise “hak(lar), konjonktüreldir”. İkinci saptamamızla ilgili gerekçelerimizi, köşe yazısı sınırlılıkları nedeniyle, kapitalizmin sosyal devlet uygulamaları dönemini temsil ettiğini düşündüğümüz Avrupa Sosyal Şartı ile kapitalizm neoliberal dönemini temsil ettiğini düşündüğümüz Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı metinleri üzerinden somutlayarak paylaşmamızın mümkün olabileceğini düşünüyoruz.
Yaklaşık 40 yıl ara ile yayımlanmış olan Avrupa Sosyal Şartı ile Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı peş peşe okunup değerlendirildiğinde, yukarıdaki saptamamızın gerekçesini ortaya koymak daha da kolaylaşmaktadır: Ekim 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı ile Avrupa Birliği’nin, üyeleri için neler önerdiği ve neleri sağlayacağını taahhüt ettiği önemlidir. Şöyle ki; “Madde 11- Sağlığın Korunması Hakkı: Akit taraflar (…) uygun önlemler almayı taahhüt eder. Madde 12- Sosyal Güvenlik Hakkı: (…) bir sosyal güvenlik sistemi kurmayı ya da korumayı,…en az Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 numaralı sözleşme kapsamından daha düşük düzeyde olmamak üzere yeterli bir düzeyde tutmayı,… taahhüt eder. Madde 13- Sağlık ve Sosyal Yardım Hakkı: (…) hakkının etkin biçimde kullanılmasını sağlamak için;…herkese yeterli yardımı sağlamayı ve hastalık halinde bunun gerektirdiği bakımı sunmayı (…) taahhüt eder.” Çok net bir şekilde görüldüğü gibi, her üç maddede de sözü edilen hakların sağlanmasının hem akdi imzalayacak ülke hem de Birlik tarafından taahhüt edildiği ifade edilmektedir.
Oysa, 2000 yılının son çeyreğinde, Avrupa Sosyal Şartı metninin yerine gündeme getirilen başka bir metin, yine Avrupa’nın bu alandaki metni, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’dır. Temel Haklar Şartı’nda akit taraflara yer verilmemiştir. Birlik, hükümetleri sorumsuzlaştırarak/azade ederek, her türlü “sorumluluğu” kendi üzerine almıştır. Bunun yanında, metnin giriş bölümünde yer verilen, “Birlik, sermayenin serbest dolaşımını, yerleşme özgürlüğünü sağlar.” cümlesi ile Avrupa Birliği’nin birinci koşulunun sermayenin özgürlüğünü sağlamak olduğu belirlemesi yapılmaktadır.
Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 34. ve 35. maddeleri sosyal güvenlik ve sağlık hizmetleriyle ilgilidir. “Madde 34- Sosyal güvenlik ve sosyal yardım: (…) sosyal güvenlik yardımları ve sosyal hizmetlerden yararlanma hakkını tanımakta ve saygı göstermektedir. (…) sosyal ve konut yardımından yararlanma hakkını tanımakta ve saygı göstermektedir.” Bu maddede görüldüğü gibi, hak kavramı artık başlık olarak dahi kaldırılmıştır. Birlik, böylece, sosyal güvenlik ve sosyal yardım başlığındaki hizmetlerin toplumun üyelerine nasıl ulaştırılacağı konusunda en azından 40 yıl öncesine göre daha geriye adım atarak, bunu ülkelerin tercihlerine bırakmaktadır. Dikkat edilirse, ellili yılların sonunda, sosyal devlet uygulamaları döneminde taahhüt edilen haklara, neoliberal kapitalizmin dünyaya egemen olmaya başladığı 2000’li yılların başında ise yalnızca “saygı gösterildiği” ifade edilmektedir. Bu durumda “eskisi gibi herkes için değil” değerlendirmesinin yapılması hiç de yanlış olmayacaktır. Aslında metinde “serbest dolaşması sağlanacak olan sermayenin gereksinimini karşılayabilmek için, toplumun sosyal güvenlik ve yardımdan mahrum kalması gerekiyorsa kalır” denmiş olmaktadır.
“Madde 35- Sağlık hizmetleri: Herkes, ulusal yasalar ve uygulamalarda belirtilen şartlar çerçevesinde koruyucu sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkına ve tıbbi tedaviden yararlanma hakkına sahiptir. ”Sağlık hizmetlerinde de aynı şekilde, ülkeler kendi keyfiyetlerine bırakılmakta Birlik, bir koşul ya da asgari bir düzey tanımlamamaktadır. Bu metinde dikkati çeken şey, bir zamanlar “hak” olarak tanımlanan, beraberinde içerikleri de belirlenen hizmetlerin-hakların ortadan kaldırıldığı en azından kapsamlarının olumsuz yönde büyük değişikliklere uğradığıdır. Ve doğal olarak, “kim(ler) için olumsuz, kim(ler) için gerileme” sorusunu da beraberinde doğuran bir saptamadır.
Avrupa Birliği’nin yaklaşık 40 yıl ara ile yayımlamış olduğu Avrupa Sosyal Şartı ile Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın içeriklerindeki farklılığı bu pencerenden değerlendirdiğimizde “hak(lar) konjonktüreldir” saptamamızın gerekçesi daha da görünür olmaktadır. Kapitalizm, canlı bir organizma gibidir. Gereksinimlerinin dönemsel farklılık gösterdiğini de biliyoruz. Hak kavramının içeriği de kapitalizmin gereksinimine ve sınıf mücadelesinin düzeyine paralel olarak değişmektedir. Özetle, kazanımlarımızın ilelebet varlığı söz konusu olamamaktadır.
Benzer biçimde Türkiye’de 60’lı yılların sonu ile 70’li yılların son çeyreğine kadar yükselişte olan toplumsal muhalefet ve buna paralel olarak artan kazanımlarımız, 80’li yıllardan itibaren sistemli biçimde kayıplara dönüştü. Ücretler düşürülerek, çalışma saatleri uzatılarak, çalışma yoğunluğu artırılarak “sömürü-artık değer oranı” büyütüldü. Kayıplarımız, AKP’li yıllarda özellikle de son on yılda daha da yoğunlaştı. Kayıt dışı, güvencesiz, kısa süreli çalıştırma yaygınlaştı. Kazanımlarımız, haklarımız birer birer gasp edildi. Eğitim ve sağlık hizmetleri patronlar için yüksek kâr sağlama alanına dönüştürüldü ve herkesin doğrudan ve/veya dolaylı olarak parası kadar hizmete ulaşabildiği sistemler olarak yapılandırıldı.
Dünyada yaşananlar bir yana, günümüz Türkiye’sinde siyasal ve ekonomik kriz birlikte yaşanıyor. Ek olarak iktidarın da krizi saklanamayacak hale geldi. Tarihsel olarak sermaye birikiminin kendi krizini hazırladığı, ancak sonunu hazırlamadığı bilgi ve deneyimine sahibiz. Yaşayabilmek için emek gücünü satmak, çalışmak zorunda olanlar adına bir müdahale olmadığı/olamadığı zaman toparlanıp yoluna devam ediyor. Bununla birlikte, bu krizleri yaratan koşullar da krizlerden çıkış için iktidarlar tarafından atılan adımlar ve izlenen yollar da sınıfsal ve toplumsal kazanımlarımızı erozyona uğratıyor. Çalışma yaşamı, sağlık, eğitim, barınma vb. alanlardaki haklarımızı daha fazla kaybediyoruz.
İçinde bulunduğumuz kriz döneminde haklarımızı daha fazla kaybetmememizin hatta süreci tersine çevirebilmemizin yolu birlikte mücadeleden geçiyor. Yukarıda paylaştığımız miting çağrısını iktidarın aleyhimize olan bütün yaptırımlarına karşı çıkış için bir ön adım olarak görebilir miyiz? Yalnızca sağlıkçılar değil, “Gezi-Haziran İsyanına” katılanlar ile sahip çıkanlar, 1 Mayıs’ta sokakları, meydanları dolduranlar ezcümle bütün kaybedenlerin buluşmasına dönüştürebilir miyiz? Eğer bunları yapabilirsek, 29 Mayıs, Ankara mitingi kendi anlam ve önemine ek olarak hem seçim sürecine hem de krizin daha da aleyhimize dönmemesine yönelik olarak, birlikte mücadele için atılabilecek adımların kıymetli bir başlangıç işareti de olabilir. Ne dersiniz?