Dünya Bankası (DB), Birleşmiş Milletler’in mali konulardaki bir ihtisas kuruluşu olarak 15 Kasım 1947’den beri yürüttüğü faaliyetlerine 1980’li yılların başından itibaren “bilgi kuruluşu” işlevini de ekledi. Ve yeni işlevini bugünlerde de etkisini sürdüren “Sağlık Hizmetini Finanse Etmek: Reform İçin Gündem” ile “Yoksulluk-Dünya Gelişim Raporu” başlıklı iki çalışmayla ortaya koydu. Bu çalışmaların ilkinde, ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarıyla sağlık sistemlerini neye ve nasıl dönüştürmeleri gerektiğini açıkladı. Tabii ki kendince bunun gerekçesi (sağlık krizi) ve önemini (sürdürülebilirlik) de. İkincisinde, yoksulluğun tanımını yaptı ve sınıflandırdı (göreli yoksulluk, öznel yoksulluk vb.). Ayrıca, yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılabileceğinin değil, yoksulların sisteme nasıl entegre edilebileceğinin ve varlıklarının sistem için kazanıma dönüştürülebileceğinin bilgisini paylaştı. Kapitalizmin neoliberal politikalarının temelini oluşturan çalışmalar arasında ilk sıralarda sayılabilecek bu iki çalışmada önerilenler, sisteme katılan bütün ülkeler tarafından neredeyse eksiksiz olarak hayata geçirildi. Günümüzde sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında pek çok ülkede tanımlanan sorunların benzerliğinin/aynılığının temelinde böylesi bir ortak başlangıç yatıyor.
Türkiye’de “reform” faaliyetleri her ne kadar 1980’li yıllarda, 12 Eylül asker darbesinin güvencesinde uygulanmaya başlamışsa da 2000’li yılların başına kadar yapılanlar DB ve uluslararası sermaye tarafından yeterli bulunmadı. Örneğin, “sosyal güvenlik kurumları arasında eşitsizlikler var” uyarısının gereğinin yerine getirilmesi bile AKP tarafından gerçekleştirildi. Recep T. Erdoğan başkanlığındaki 2. AKP Hükümeti tarafından Mayıs 2005 tarihinde çıkartılan 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Yasası ile 16 Haziran 2006 tarihinde yasalaşmasına karşın, muhalefetin karşı duruşu nedeniyle, 1 Ekim 2008 tarihinde uygulamaya girebilen, 5510 sayılı Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası ile sosyal güvenlik sisteminin finansman modeli başta olmak üzere, yapısı ve işlevi DB’nin talep ettiği şekle sokuldu. Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) adıyla tek çatı altında toplandı. SGK, sigortalıların sağlık harcamalarını karşılamasının yanı sıra, “sağlık piyasasını” düzenleyen bir kurum haline getirildi. O yıllardan itibaren sağlık hizmetlerinin finansmanında Sağlık Bakanlığı’nın esamesi okunmuyor. Çünkü kamu tarafından neredeyse bir vergi gibi toplanan sağlık sigortası priminin miktarının, her tür tıbbi faaliyetin fiyatının, hastaneye ve aile hekimine her bir başvuruda sigortalının maaşından-ücretinden kesilecek reçete parasının, katkı payının, eş değer ilaç farkının vb. durumların belirleyicisi de kasası da artık SGK.
SGK, topladığı bu paralarla sağlık hizmetini kimden, ne kadar ve kaça satın alınacağını da belirliyor. Örneğin, özel hastanelere hizmet bedeli karşılığında SGK’nin yapacağı ödemeye ek olarak, sigortalılardan özel hizmet farkı adıyla SGK’nin belirlediği-ödediği toplam bedelin %200’üne kadar da ceplerinden ödeme talebinde bulunabilme hakkı tanındı. Buna göre, özel hastane bir hizmetin karşılığı olarak SGK’den 1000 TL alırken, aynı hastadan aynı işlem için ayrıca 2000 TL talep edebiliyor. Böylece devlet hastaneleri ile devlet üniversite hastanelerinin 1000 TL’ karşılığında sunduğu hizmet, yaklaşık 2/3’ü sigortalılar tarafından doğrudan-cepten ödenmek üzere, özel hastaneler (vakıf üniversite hastaneleri dahil) tarafından üç katı fiyat karşılığında sunuluyor. Neden? Orada sunulan tıbbi hizmetler üniversite ve devlet hastanelerinden daha mı nitelikli? Hayır, elbette değil. Otelcilik hizmetleri yönünden bazı farklar ve sıra beklemenin daha az olmasının dışında, bilinen bir fark söz konusu değil. Temel neden DB tarafından önerilmiş olan sağlık sisteminin AKP tarafından Sağlıkta Dönüşüm Programı adıyla hayata geçirilmiş olması ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda çarkların özel sektör için döndürülmesi. AKP görevini yapmaya devam ediyor, özel hastaneler de kâr adı altında kasalarını dolduruyor.
Öyle ki SGK, 2. basamak devlet hastanelerine her bir hasta başvurusu için Mayıs 2009 itibarıyla ortalama 42 TL öderken, aynı tarihte özel hastanelere yapılan her bir hasta başvurusu için ortalama 71 TL ödemiş. Mayıs 2022 tarihinde ise her bir hasta başvurusu başına ortalama olarak yaptığı ödeme özel hastanelere 258 TL iken 2. basamak devlet hastanelerine 100 TL olarak gerçekleşmiş. SGK aynı hizmeti özelden satın almayı tercih ederek, her bir hasta başvurusu için kamuya göre 2009 yılında 1.7 kat, 2022 yılında ise 2.6 kat daha fazla ödeme yapmış. Tüm çıplaklığıyla görüldüğü gibi, bu tutum bütünüyle siyasi bir tercihtir. Herhangi bir bilimsel ve/veya tıbbi gerekçeye dayalı değildir.
Türkiye’de sağlık hizmet sunumunun sermaye sahipleri için yeni bir birikim alanı olarak tanımlanmaya başlandığı AKP’li yıllarla birlikte, özel hastaneler ülke genelinde yaygınlaşmıştı. Kamu sağlık finansman kurumu olarak SGK de tedavi edici sağlık hizmetlerinin satın alınmasında özel hastaneleri tercih etti ve bunu sistemli hale getirdi. Kârı olabildiğince artırabilmek için sağlık emekçilerinin büyük bölümüne karşı uygulanan düşük ücret politikası, hekimleri bir çalışan olarak istihdam etmemeyi de beraberinde getirdi. Günümüzde, özel hastanede çalışan hekimlerin çok büyük bölümü, çalıştığı hastaneye sağlık hizmeti satan küçük şirket sahibi konumunda. Başlangıçta ekonomik nedenlerle hekimlere cazip gelen bu durum, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik buhran ve artan özel sektörde çalışma tercihi nedeniyle herhangi bir özlük hakkının ve gelir güvencesinin olmadığı koşullara dönüştü. Bir süre önce gelinen aşamada da sorunlarını ve çözüm taleplerini yetkililere duyuramıyorlar. Çünkü “yetkililer” can kulağıyla hastane sahiplerini dinliyor.
Bütün bunlar hastane patronlarına yetmiyor. Kendisi de hastane patronu olan eski Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu’dan sonra, Dr. Fahrettin Koca da yurt dışından hasta toplamak için büyük gayret gösteriyor. Yakın zamana kadar turizm, dinlenmek, görmek ve tanımak gibi amaçlarla yapılan gezi olarak tanımlanıyordu. Günümüzde bir de “sağlık turizmi” adıyla anılan bir uygulama söz konusu. Buna göre yabancı ülkelerden tedavi olmaları için hastalar getiriliyor. Gezmek, görmek yok! Hasta gönderen ülkelerin sağlık sigorta şirketleri neden başka bir ülkeyi tercih ediyor? Şirket olduğuna göre öncelik de işin doğası gereği kâr olacaktır. Peki kendi ülkelerine göre, Türkiye’deki özel hastanelerden daha ucuza hizmeti nasıl satın alıyorlar? Hizmetin niteliği kötü olsa sorun yaşanır, hastalar gelmez. O zaman? Türkiye’deki özel hastane patronları benzer nitelikteki sağlık hizmetini yabancı sağlık sigorta şirketlerine nasıl daha ucuza satabiliyor?
Maliyeti düşüren en önemli kalem sağlık emekçilerinin ücreti. Düşük ücret, fazla çalıştırma, yoğun çalıştırma özetle sömürü oranının yüksek olması. Sağlık Bakanları’nın yurtdışı programlarını izlediğimizde, kendilerinin çok iyi bildiğinden şüphe duymadığımız özel hastane patronlarının kârlarına kâr katacak olduğu. Bununla birlikte, hemşireler, hekimler, teknisyenler ne olacak? Yanıtı çok basit; sağlık hizmetlerini üretenlerin-sağlık emekçilerinin çalışma koşulları daha da bozulacak, devam etmek isteyenler köleleştirilmeye çalışılacak.
AKP hükümetleri döneminde yaşadıklarımız da gördüklerimiz de değişmiyor. Başbakanlar/Cumhurbaşkanı da sağlık bakanları da patronları tercih ediyor. Umudumuz yalnızca kendi ellerimizde, örgütlülüğümüzde.
Bu işi özel hastaneye hizmet satmak durumunda kalan hekim arkadaşlarımızdan başlayabilir miyiz?
Onur Hamzaoğlu kimdir?
Gülhane Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Halk Sağlığı ile Epidemiyoloji uzmanlık eğitimlerini tamamladı. 1988 yılından itibaren tabip odaları ve TTB’nin komisyon ve kollarında çalıştı. 2001-2003 yıllarında soL Meclis, 2011-2016 yıllarında HDK yürütme kurulu üyeliği ile 2016-2019 yıllarında da HDK eş sözcülüğü yaptı. Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayın kurulu, araştırma danışma kurulu üyesi olarak çalıştı ve bir süredir editör olarak görev yapıyor. Sağlık hizmetlerinin politik iktisadı kapsamındaki konularda yazıyor ve sağlık hakkı mücadelesi yürütüyor. Sosyalist Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sosyalist Türkiye’de Sağlık, Sosyal Güvenliğin Gaspı, Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite ile 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem başlıklı kitapların yazarlarından ve Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerindendir. Dilovası’nda sanayinin neden olduğu çevre ve sağlık sorunlarının ortaya çıkartılması için bilimsel çalışmalar yürüttü ve Kocaeli’nde Sanayi Doğa ve İnsan kitabını hazırladı. Barış Akademisyenlerinden olduğu için Eylül 2016’da KHK ile üniversiteden çıkartıldı. Kurucuları arasında yer aldığı Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ve Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu üyesidir.