Reyhan Hacıoğlu
Kıyısında oturduğum “Eyy hayat” sana dahiliyetim “Allah’a inanmışlığım” kadar kırılgan, sana karşı koyuşum her yanı taşlarla çevrili durgun bir nehrin istemsizce azgın bir suya dönüştüğü her bir nokta kadar çok, şu gün yetmez gece geçmez hallerimse genetik bir kod hatası, “babadan miras” kalan bir “kader”…
Günlerden Kasım aylardan Salı ve; Saat 03:51, bir kâbusun tam ortasında terli terli uyanmışım, kırmışım, kırılmışım, inanmışım, inancımdan vurulmuşum, yorulmuşum, yorulmuşluklarıma sırtımı dönmüşüm. Ve tüm sırtını dönmüşlere ağza alınmayacak küfürler basmışım… O denli öfkeli o denli hırçın ve en az o denli sakinim!
Saat 03:52, büyük yanılgıların telaşı içinde bir an kısa bir an gibi geniş bir zaman aralığında kendi dünyamda kaybolmuşum. Bir an hem çok uzun hem çok kısa olabilir mi? Theodoros Angelopulos filmi gibi “Sonsuzluk ve bir gün”; bir anda rastlaşıp kaybolmak. Zihnin bulanıklığı belki, belki de en berrak anı gerçeğin, onu çırılçıplak görme hali; herkesi ve her şeyi olduğu gibi görmek ama kabullenmemek. “Bu zorlu süreçte sana en çok da varoluş sancıları eşlik edecek” deselerdi kuşkusuz geldiğim yoldan olmasa da en kısa yoldan geri dönerdim… Tanrım, beni alır mısın? Karşı manavın camında seni bekleyeceğim bu akşam. Beni gönderdiğin yer, bana anlattığın yer çıkmadı. “Melekler” sana yalan söylemiş. “Yarattığın” her şey ve herkes çok da mükemmel işlemiyor ne yazık ki! Sen bile şaşırırsın olanları duyunca!
Saat 03:53, sabahın en köründe gecenin en kuytusunda bir ben kalmışım diyecek kadar tenha, ortada “sapıkların ve sapkınların” kaldığını bilecek kadar bir kadınım şu saat itibariyle. Beni öldürecek olanı tanımama da gerek yok ve dahi onun da beni bilmesine, “en savunmasızı seçtim” diyecek kadar aklı yerinde, ama gel gör ki toplumsal bir “deli” . Yarın çıksam sokağa yine laflarıyla, bakışlarıyla “samuray kılıçlarıyla” beni/bizi yok edecek bir düzine gereksiz insan evladı ve katil var… “Sevgili annem, kuşkusuz dünyaya bir kadın daha doğururken istemezdin benzesin ‘kaderlerimiz’ ve ben seni mahkum eden o kaderi yenmek için çok çabalıyorum inan! Ve sen ‘kaderini benimkiyle değiştirirken’ kuşkusuz tam da böyle istedin. Kızgın mıyım hayır, kırgın hiç değil. Sadece senin kadar cesur olmak isterdim…” “Babalarımız alınlılarımıza yazılmış yanlızlıklar”mış “sapık” yazara göre. Ya annelerimiz? Bu topraklarda canı yanan kaç anne varsa, kaç hasret çeken ve kaç gece yüreğinde yangınları söndüren hepsi için hepsi kadar ne kadar çoğalsak da milyon kere yetmez, geliyor bana! Bütün “anneler örgütlenin” bu gece şafak sökmeden saraylarını başlarına yıkacağız! Deseydi şayet ki demiş Aleksandra da. Kar demeden kış demden bugünlerde direnen onlarca anne evlatlarının cenazelerini almak için bir “kardeş katiline” sesleniyor; Gel vazgeç bu ihanetten! Diye…
Saat 03:54, oysa sadece uyku tutmamıştır, gözlerimi yumsam belki de yine yatarım ama sanki korkum uyanmamaya dair. Aslında uyusam muhakkak geçerdi öyle öğrettiler; “uyuyorsun uyanıyorsun geçiyor çocuğum”. Ancak büyüdüğünde anlıyorsun “uyuttuklarını” ve geçer dediklerinin en fazla ertelendiğini… Bizi öldürürse ertelediğimiz düşler, gitmediğimiz eylemler, cesaret etmediğimiz yanmalar, kapısından geçmediğimiz güzellikler ve bir diğeri diye geride bıraktıklarımız öldürür. Hayat bize tercihleri sunar ise koskoca bir yalan. Hele iki seçenekse durum o iş benim tercihim olmuyor be gülüm. Ama şuna da inanmam. Hayat sana bazı alternatifler sunar ve sen seçersin! Hayır, direnmek de bir ifade biçimidir. İlla birini seçmek zorunda değildir insan. Yoksa kötüler arasından ya da sunulanlar arasında seçim yaptım demek, insanını inandığına, emek verdiğine, direndiğine haksızlık etmesidir. Ve güzel olan şu ki; iki tane de olsa, tek de olsa binlerce de olsa insanın seçtiği yola inanmasıdır, onun için direnmesidir. Bizler mecbur olduğumuz için direnmeyiz, zira başka türlüsünün ölüm demek olduğunu bilir ve bu yüzdendir direnmeyi sevişimiz. O vakit tercihlerimize güvenmeli ve en önemlisi onun için sorumluluk almalı, çaba sarf etmeliyiz…
Saat 03:55, bir su içsem belki geçerdi susamışlığım, yüzme bilmeden ve boğulmadan üstelik. Aslında sınırlara aşinadır Kürtler bakma şu günlerde “sınırlara” mahkûm edilişlerine! Önce 2’ye sonra 4’e, 4’ten arta kalanla sonsuz kere bölündüler ve; “İki ölümüzü yan yana gömemedik” diyor bir kadın sınırlar arasında ya, öyledir mültecilik “anam babam”. Sen sanırsın dünya sonsuz, oooo oysa o “iki adımlık yerküre”, bir de arka bahçesi ki onu da parsellemişler çoktan. Etti mi sana 5 NATO ülkesi. Canımızda tepiniyorlar, emeğimizden kazanıyorlar, gözyaşlarımızdan günah çıkarıyorlar, “cesetlerimizden” kaçınıyorlar, güzellerimizi öldürüyorlar, çocuklarımızı en çok da onların ölümlerini izliyorlar ama gel gör ki “medeniyeti” onlar inşa etmiş oluyor! İşte bu yüzden, “biri iyi biri kötü polis” böyle böyle kuruldu 6 günde dünya dediğin elips. Pazarları ondan tatil, derler ki çok yorulmuş Tanrı. Sonra biri çıkıp, Tanrı’m ya Ortadoğu demiş; “o kadar peygamber yolladık baksınlar onlar da bir çaresine demiş!” hikâye bu ya Kürdistan dağlarına gelince Hz. Süleyman’ın öldüğünü duymuşlar. 500 kadın hepsi de güzel, hepsi de asi ve ilk koloni orda kurulmuş Collins’e göre. Ha bu arada bugünlerde Kürdistan deyince tutukluyorlar! Sanki demeyince oralar Kürdistan olmuyor. Ne diyelim Oğuz beyliği mi diyelim? Amed’e, Sêrt’e, Dîlok’a, Qers’e, Colêmerg’e… Bu kadar da ırkçı olmayın be!
Saat 03:56, uyku tutmayınca koyun saymayı kim akıl etmiş, hiç mi akıl yok; ya birileri o arada keçileri kaçırırsa? Ya kurt kuzuları kaparsa, ya sürüden ayrılarını uçurum alırsa. Ya eksik sayar da dışarıda kalan açlıktan ölürse… İşte böyle böyle büyük resim diye diye ayrıntılarımızı kirlettiler. Oysa biz en güzel ayrıntılarda gizliyiz. Kırmızılı Kürtler, pembeli Çingeneler, mavili işçiler, morlu kadınlar… Gökkuşağı dediğin ca’nımm benden senden fazlası değil en nihayetinde. Evvel odur ki kirletmelerine izin vermemeliyiz.
Saat 03:57, kaç yıldır karanlık sabahlara uyandırılıyoruz, işte bu yüzden antidepresanlar çoğalıyor çekmecelerde. Biz aydınlık sabahlar görmeyelim diye bir “Bilal akıllı” tüm ampulleri açık bıraktı. Ömrümüz bir sorgu odası gibi! Her an cinayet mahalli şantiyeler, birer cezaevi gibi evler, tıka basa dolu cezaevleri, ölüm kokan hastaneler, vakti geçmiş ilaçlar, boş akbiller, ekmeğin bile lüks olduğu semtler, gri şafaklar, karanlık akşamlar, uzak gelecekler, takıntılı geçmişler, kalabalık vardiyalar, yorgun tezgâhtarlar, fahiş fiyatlar, eve boş gitmemek için gezilen sokaklar, biriken faturalar, yokluğun trajedisi Rus edebiyatının en içler acısı sahnesi gibi olanlar ve olmayanlar… Ve hepsine dur demeye tek ben tek sen ve toplamında bir BİZ yeterken, neler yapmayız ki, bir düşünsene. İşte BİZ bunu düşünmeyelim diye ellerinden geleni yapıyorlar. En berbatı da ektikleri yabancılaşma duygusu! Maya tutması ise iki yerli bir milli söze bakar be gülüm!
Saat 03:58, aslında tüm işaretler gitmelerine dair. Tarot falları, papatya dalları, kahve fincanları ve dahi içi kabaran kitleler, adalet arayan anneler, öfkesi ölüsünden büyük çocuklar, alacağı olan ezcümle âlemler. GİDECEKLER çünkü hiç kimse hele zorbalar baki olmadı hiçbir tarihte. Bu duygu ciddi bir güç veriyor ve aslında yol da gösteriyor, GİDECEKLER. Geldikleri gibi de değil üstelik geldiklerinden çok daha düşerek, adları yolsuzluk, fuhuş ve uyuşturucu ile anılacak. Bir yargılama soğutur mu bilmem ama saklanacak bir gardıropları bile olmayacak! Gözlerim bulanıyor ve tavanda gri puntolarla; ama eğer DİRENİRSEK!
Saat 03:59, başladığım yere geri geliyor aklım ve sakinliyor ruhum; Bedeli ağır ve acısı derin bir süreçten geriye çok şey kalmıyor zamanla… Çok yakın tarihte Kürtler yüz yıllardır katledilen ölülerine yenilerini ekledi. Hem de en korkunç ölümlerle. Gençleri panzer arkalarında sürüklenip, kadınları çırılçıplak teşhir edilip, çocukları derin donduruculara konup, katledilen annelerinin cenazeleri yerde bırakılıp… Evleri reyting uğruna bombalanıp, yağmalanıp, sokakları onlara yasak edilince, 23 No’lu Bodrum diri diri yakılan bir HAKİKATE dönüştürülünce geriye “HAFIZA” diye çok da güzel şeyler kalmıyor… Hele rengârenk tabutlar hiç ve daha da ötesi atılınca bir burçtan geçmiyor acısı da! Ne gerek var diyorsun, kızdığına kızmışlığını göstermenin binlerce mümkünü varken, atmasaydınız ne güzel olurdu…
O kadar çok bekledim ki, artık bir anlamı dahi yok neyi beklediğimin ve gelecek olanın. Şaire göre, bir mezar bile beklemezmiş taze bir ölüyü benim kadar. Ve hangi sorular cevap bulmazmış ki doğru sorulur ise… Ama “Kaçmakla yol bulunmazmış, anladım” onu da sonunda. Kalmalı ve sonuna kadar direnmeli. Gitme diyemiyorum kimseye ama gelmeyicem bekleme, biliyorum bu gece de…
Saat 04:00 “insan, insanın umududur”, demiş zamanında biri ve “Bir çift gözün öğrettiğini, hiçbir kelime, mezar taşları, insan kalabalığı boyunca öğretmiyor” da diyor. “Zormuş, insanın kendi acısına bakıp utanacağı zamanlar da varmış.” Öyle öyle, öyle ki ben her sabah Emine anadan ve ezcümle kadınlardan ve halklardan “utanıyorum”. Biliyorum uyumam lazım ki uyanabileyim sabaha. Aslında biz kadınlar her şeyi ama istisnasız her şeyi görüyor ve biliyoruz da. Pozitif falan da yaklaşmıyorum; öylecene dümdüz, biz seversek şayet en çok da birbirimizi, yerle bir olur sizin sistem dediğiniz bayım, biliniz.