Bu hikâye bütün hakikatlerden daha sarih ve sıra dışı bir insanlık hikâyesidir. Hepimizin utancı olan bu hikâye, Şengalli küçük bir Êzidî kızın yüreğinde saklı sesin kısa ve berrak bir tercümesidir. Hikâyenin tamamı dehşetin çıplak yüzüyle eşdeğer olduğundan, sadece “insan yüreğinin” kaldırabileceği kadarını anlatmayı deneyeceğim. Cehennemin en katmerli ibreti içinde 7 yıl boyunca yaşamış cennet yürekli küçük bir kadının yemine susmuş dudaklarının sırrını binlerce kayıp kadının kardeş hikâyesi olarak fermanın 8. yılında hatırlatmak istedim.
Kaçırıldığında sekiz yaşındaydı, ne kendine ait bir odası, ne bir yatağı, ne de bir hikâyesi vardı. Aynı odada büyükçe bir yatakta kucak kucağa uyuyan üç kardeşten biriydi. Kızlardan Lala ondan üç yaş küçük, Hanna ise bir yaş büyüktü. Üçünün yaşlarının toplamı daha yirmi ikiydi. Bütün dünyası yaşadığı evden, oynadığı avludan, avlu ve okul arasındaki yoldan ve köy meydanından ibaretti. Kürtçe dışında başka bir dil de bilmiyordu. Okula gitmesine gidiyordu ama yabancı dil olarak öğretilmeye çalışılan Arapçadan sadece bir kaç kelime anlıyordu. Rusita ve kardeşleri küçücük dünyalarında sevgi ve güven ortamında büyürken dünyanın en mutlu çocukları olduklarını düşünüyorlardı. Êzidîlerin dünyası o büyük felaketten önce aşağı yukarı hep birbirine benzerdi, Rusita’nın ana evi de öyleydi. Êzidîlerin deyimiyle o kara gün üzerlerine çökene kadar anne Nora’nın evi de bütün sıcaklığıyla adeta bir sevgi ve mutluluk bahçesiydi. Kızları hep kalbinin beşiğindeydi, hem yüreği hem de yüzü hep onlara dönüktü.
Şengal’e bağlı Qeseb köyünün en sevilen çiftinin giriş kapıları kırılıp çeteler içeri girdiklerinde kızlardan sadece Rusita odadaydı. Birkaç gün öncesinde Hanna ve Lala yaz tatili için Şêxan bölgesinde yaşayan teyzelerinin evine gitmişlerdi. Ani baskınla herkes gibi Rusita’nın ailesi de şaşkına uğramış ve çaresizce avlunun ortasında kalakalmışlardı. Aralıksız gelen silah seslerinin yanı sıra yükselen çığlık ve feryatları engellemek için Rusita’nın odasının kapısını kapattılar ve kara çaputlu adamların gelişini beklediler. Anne babaya dönüp “iyi ki Hanna ve Lala evde değiller, en azından bizden geriye bir yadigâr kalır bu dünyaya” dedi. Donakalmış babadan hiç ses çıkmıyordu ama anne üzerlerine çöken felaketin farkına varmış, başına gelebilecekleri daha önce ebesinin, annesinin ve diğer yaşlı bilge kadınların aktarımlarından hatırlamaya başlamıştı. Daha önce başlarına 72 ferman gelmişti, masumiyet 72 kez kana boyanmıştı bu topraklarda. Kendini unutmuş, donakalan kocası Kemal’e bakıp gözleriyle hadi bir şeyler yap dercesine pür dikkat bakıyordu. Ama Kemal’in ruhu bedeninden uçup gitmişti, yaşayan bir ölüydü artık. Gözlerindeki nur da içindeki itikat gibi kırılmıştı. Çok sevdiği Nora’sına bile yanıt verecek durumda değildi ve içindeki keder giderek gam volkanlarına dönüşüyordu. Sadece çaresizce önüne bakıyordu. Güneş karanlık perdesini daha yeni yırtmıştı ve tan hafiften kızıllığa bürünüyordu. Ama gökyüzünden sanki kan yağacakmış gibi kan kızılı bir gökyüzü üzerlerine asılı duruyordu. Asırlardır yürekleriyle diz çöküp avuçlarını açtıkları bu göksel büyük ateş sanki bir felaketin habercisi gibi doğmuştu.
Uğursuz bir gün doğumuydu, Nora bunu iliklerine kadar hissediyordu. Avuçlarını açıp güneşi kutlamayı bile aklından geçirememişti. Zaman geçtikçe tedirginlik de artıyordu, köy meydanında yükselen çığlıklar giderek daha büyük bir dehşete dönüşüyordu. 29 yaşındaki anne kızını bir yerlere saklamayı düşünse de içten içe yapacak herhangi bir şey kalmadığını da hissediyordu. Kocası Kemal ise yenik düşmüş mahcup bir şövalye gibiydi. Elinde hiçbir silah yoktu, çünkü bir hafta önce Şengal Peşmerge Komutanlığı evindeki baba yadigârı tabancasına kadar el koymuştu. Çıplak elleriyle ve bedeniyle kara çaputlu adamların gelişini bekliyordu. Köyden feryatlar yükseldikçe silah sesleri evlerine daha da yaklaşır olmuştu. Sekiz yaşında her şeyden bihaber çocuk seher uykusundaydı, Azrail atikliğiyle avlu kapısını kırıp içeri dadandığında kara peçeli adamlar.
Üç dört kişi onları kollarından tutup avlunun dışına fırlatıp köy meydanına doğru sürüklemeye başladılar. Diğerleri ise evin içine daldılar. Evin avlusundan biraz uzaklaşan Nora ani bir hareketle adamların ellerinden kurtuldu ve küçük kızını almak için kendini eve doğru attı. Annesini gören Rusita koşar adımlarla kendini onun kucağına attı. Adamlar ikisini birden önlerine kattı ve ittire ittire herkesi topladıkları köy meydanına doğru yürüttüler. Hem annesinin hem de kendisinin yüzlerce kez oyunlar oynadıkları o meydan adeta bir cehenneme dönüşmüştü. Meydana vardıklarında artık gün iyice ağarmıştı, yaşanılan vahşet iyice gözle görünür olmuştu. Dehşetin büyüklüğünü tarif etmek için Rusita’nın yedi yıl sonra Suriye Demokratik Güçleri tarafından İslam Devleti’nin elinden kurtarıldığında söylediği kendi sözlerine bırakıyorum: “Çeteler köye saldırdığında daha 8 yaşındaydım, hiç kimse hiçbir şey yapamadı. Hepimizi ansızın rehin aldılar. Ben de birçok Êzidî kadın ve çocuk gibi kaçırıldım. Ben ve annem kaçırıldığımızda uzun zaman birlikte kaldık ama daha sonra beni annemden de ayırdılar. Babam da dâhil olmak üzere birçok Êzidî erkek gözlerimin önünde öldürüldü. Bizleri Müslümanlaştırmak için özel ikna odaları kurup özel kadın eğitmenlere verdiler. Küçük yaşta olmamıza rağmen aralıksız bir şekilde bize tecavüz ettiler.”
Rusita’nın esaretten kurtulduktan sonra söylediği bu sözleri bile ahir zamanları çağrıştıran kalender bir kış ağırlığındadır. Kavimleri dövüştüren bir ömrün bitiş noktasıdır onun ve binlerce akranının yaşadıkları. Rusita, üzerinden 8 yıl geçmekte olan 73. Êzidî fermanının binlerce temsili karakterinden biridir. Acıların kanayan yarıklarında büyüyen o küçük kızın yaşadığı büyük dehşetin çıplak yüzünü görmemizi sağlayan son bir ihtardır vicdan ve merhamet adına.
Onun için Rusita’yı fermanın 8. yılında anmayı ve hatırlamayı etik bir yükümlülük olarak gördüm. Anmayı ve anılmayı hak etmiştir o küçük kızın büyük yüreği. Ki yüreğinde güneş büyüklüğünde umut çiçekleri açsın, unutsun ömrün hicran tarlalarında yaşadığı onca acıyı ve acı tarayan rüzgârlar kopmasın artık kalbinin yamaçlarında. Uyansın yürekleri kardelenlerin güneşli günlerinin şenliğinde ve geriye bakınca yükselsin ahir zamanların sevinç tohumları ömrünün bir sonraki durağında Rusita’nın.