“İki gözüm seneler geçiyor”… Bir mektuptan bir mektuba bile; aylar, günler ve hatta dakikalar. Ben bir kere “içeri” düşmüştüm. Bir gün, önce 60 saniyeye sonra 24 saate ve en son 365 yıla bölündü gözlerimin önünde. Üç kere uyudum, üç kere uyandım ama hala aynı gündü.
Mektup en acımasız iletişim aracı belki de. Misal özlediğimi anlatsam ve o an gözümden, gönlümden tütsen de sen bu satırları okuduğunda belki ben başka bir karmaşanın içinde, seni özlemeyi “ertelemiş” bile olurum. Buna mahkûm ve mecbur edildiğimiz sevdiklerimiz, “Sizi anlayamaz ve duyamaz” denilecek kadar da hasta tutsaklarımız var “içerde”…
Yetişmek mümkün değil ve olmuyor da insana, insanlara ve dahi kendine. Yarım kalıyor o yüzden telefonlar, aslında çok şey var denecek ama söylenmez, söylenemez. “Sesinde çocukluk arkadaşım yok artık” demişti, aylardan kıştı, günlerdense Ocak. Oysa cebimdeki son para ile aldığım telefon kartından aramıştım. Ve o aradığını bulamayınca sesimde anladım ki ben de yanlış adresteydim artık. “Haklısın” deyip kapattık. Oysa ben ona o gün, ben neler, ben ne için, ben nasıl, ben kime, ben beni kimler ve ben bana nasıl’ı anlatacaktım… Ama.
Ertelediğimiz her düşün ve tutmadığımız her sözün katiliyiz aslında. Zira gücümüzün yetmeyeceği sözler vermemeliyiz o yüzden, olur da biri bize “güvenir” ve yarım kalırsa ya hikâyesi. Hikâye bitti! Gerçek dünya burası “bebeğimmm” diyen sunucunun irite eden sesi, bir bilim kurgunun en gerçek sahnesi olabilir mi hayatta? Ve yaşadığımız bu hastalıklı çağın delileri biz değil de “onlar” olabilir mi? Ama dönüp bakıyorsun biriken antidepresanlar.
İyiler, gittiler ve iyiler sırf kötüler çok diye değil; İyiler, iyi olanlar sustular diye, iyiler iyi olanlar yaşananları görmezden geldiler diye, iyiler iyiler kendilerini sakladılar diye, iyiler iyiler benim işim değil dediler diye, iyiler iyi olanlar toplanıp gittiler diye ve iyiler iyi olmayanlar tarafından sokak ortasında, çırılçıplak infaz edildiler… İhanet kol gezerken “benim güzel ülkemde” iyiler ve diriler susuyorsa ve ölüler kahramansa artık, adı yazılan binler arasına, en az onlar kadar, en az onlardan farklı değiliz artık. Vuruyorlar ya yüreği güzel insanları ve yüreği ülke özlemiyle yananları; onlar artık omuzlarda taşınan bir bedenden ötedir herkes için, hepimiz için. O yüzden herkes aslında omuzlarında “kayıplarının” düşlerini de taşır, ağır yürümesi ondandır biraz da kimi insanların…
Miş’li zaman illa geçmiş bir zamana ait değildir aslında edebiyatta. Zira geçmeyen, geçemeyen ve hatta ve inatla ve ısrarla şimdiki zamanda direnen miş’ler var. Çoklar ve tehlikeliler, aramızdalar üstelik. Şimdi oturup siyaset bilimi yapmak isterdim, okudum da ha çokça ama aylardan Eylül ya. Onun yerine; “Saha uygun, kadro tam, karşısı yorgun ve eksik kadro o zaman biz sahadan niye erken ve yenik ayrılıyoruz” diyerek aslında biz kadınların da fazlasıyla futbol bilgisi olduğunu bilmenizi belirtmek istedim sadece. Amacım tam olarak bu olmasa da sahadan ayrılan bu kez biz olmamalıyız, belki de o tek derdim o’dur.
Sonbaharı sevenlerdenim. Ayrılıyor ya yaprak dalından. Ve bu aslında bir hikâyenin de en dramatik yeridir de ya aynı zamanda. Ama daha güçlü bir başlangıç için de bir fırsattır aslında. Bir hesaplaşmadır mevsimler, insanın kendiyle en çok da kendiyle yaptığı. Ayrılan yapraklar ve düşenler toprağa, kalan dallar ve daha güçlü olması gereken ağaçlar…
Bir kadın, bir ülkenin, bir şehrinde ve bir şehrin bir ilçesinde ve bir ilçenin bir binasında “Adalet” arıyor aylardır. Düşünüyorum, düşünüyorum, hakikaten düşünüyorum! Bir gün 365 yıla bölündüyse şayet gözlerimin önünde, “ah be benim güzel annem” seni kaça böldüler kim bilir… Ve senin inancın sevgili annem; Sarsacaksa şayet mülkün temelini senin inancın sarsacak biliyorum, biliyorlar da. Korkmadan yılmadan ama günden güne eriyerek anlatıyorsun “adaletsizliği”… Bu yolda, bu yazın sıcağı, kışın soğuğu demediğin yolda, bu yaşında ve bunca acıya karşı ve rağmen kuşandığın inancın bir direniş tarihi gibi. Acın dağ kadar ama direncin evren kadar. “Kayıplar” ülkesi gibi olsa da coğrafya; ama yine de ama ısrarla duruyorsun/uz ya. Ve bu öfke, bu öfke var ya sevgili annem…
Kırmızı Pazartesi gibi; Aslında belli olacaklar ama olacakları oldurmayacak olanlar da belli. “Bir fırtına çıksa bari” diyorum silse eski ve engel olan ne varsa. Siteme karşılık “Sen yapabilirsin” denilir de. Ama edecek olanlar hep aynı “size” takılıyor ya ona üzülüyorum. Bir ip inceldiği yerden koptuğunda artık en sağlam yeri düğüm atılan, o kopan yermiş! İşte buna gerçeklik diyorlar. Evet, bir ip olsaydı şayet insan ve sadece bağlamaya yarasaydı nesneleri hayattaki tek gayesi bu gerçeklik insana da uyarlanabilirdi belki. Ama ip değil ki insan, o yüzden incelmesin, inceltmeyin lütfen hayata tutunduğu yerleri. Bir insan en çok, en hassas yerinden kırılırsa değil ip demirden çengel yapsan da tutmaz. Amaçları ve direnişleri ortak olan kitleler sayılardan ibaret değil o yüzden. “Kimse bulunmaz değil” de değildir hikâye. Aslında herkes çok değerli. Ve değer ki kendi varlığına anlam biçmek ve o anlam ki bir bütüne, bir halka, bir ortaklığa ait olsun. Yoksa aslında işin “gerçekliği” ben “değerliyim” diye bir şey de yoktur. Ama değer dediğin gülüm; insan bir eylem bütünüdür. Ve tutarlı bir bütünlük içinde, amaca ki şayet sadece yaşamak değilse, her şey götürür yeter ki kaybetme anlamını.
Basma kalıplar, klişe söylevler, eski genellemeler, kırılmaz “gerçekler”, aşılmaz duvarlar, geçilmez “kişi/lik/ler”e karşı HAKİKAT’in gerçekliği çıplak! Bize “Yeni bir ben lazım” değil, bize yeniden öze dönmek lazım. “Kaybettiğini kaybettiğin yerde aramak” ama şayet adresi bilmiyorsa “kayıp”, işte dönülmesi zor olan o ve aynı başarılması gereken de. İnsan insanın aynasıdır ve insan insanın aynası olmalı; Ki yolu bulmak kolay olsun. Sayılardan ibaret değiliz biz ve ip de. Görmek ve dokunmak, hissetmek ve duymak; İnsan olmak budur aslında. Gerisi hikayeye anlam katmaya kalıyor. Ve aslında bu coğrafyada her hikâye çok anlamlı, her tutunma çok değerli, her birliktelik çok önemli. Düze, bir bütün fırtınalara karşı ve rağmen çıkaracak olan Emine ananın inancı gibi inançlarımızdır.
Ve bu yüzden karşı takım artık kaybetmeye mahkûm zira ne alkışlayacak bir tribünü ne de oynayacak oyuncusu var. Yeterince kötülük ve buna karşı da yeterince öfke var. Bu iyiler ile kötülerin “seçimi” değil artık, bu adalet arayanlarla katillerin savaşı sevgili!